İKİ UNUTULMAYACAK ADRES…

Ahmet ZİYLAN

Bir ibretlik kıssa ile başlayalım söze…

Vakti zamanında bir padişah, veziriyle beraber ava çıkmış. Av peşinde epey dolaşmışlar. Zamanın nasıl geçtiğini bilmedikleri gibi, sularının bittiğini de fark etmemişler.

Su aramaya başlamışlar fakat, Hak getire… Ne meskûn bir mahalle rastlamışlar, ne de tabiî bir temiz su kaynağına…

Susuz vaziyette bir hayli tükenmişler. Ağızları, dilleri kabarmış. O perişan hâldeyken, karşılarına bir çadır çıkıvermiş. Çok sevinmiş, hemen atlarını o yöne sürmüşler.

“–Kimse yok mu?”

diye seslenirlerken, karşılarına bir çocuk çıkmış.

“–Buyurun ağalar.”

“–Evlât, biz çok susadık. Suyun var mı?”

“–Yok.”

“–Nasıl olmaz, susuz ev mi olur! Siz ne içiyorsunuz?”

“–Biz deve sütü içeriz.”

Padişah ile vezir, ne yapsın; «Hiç yoktan iyi!» diye şöyle bir bakışmış;

“–Sen bize süt ver delikanlı!” demişler.

Çocuk, büyümüş de küçülmüş;

“–Efendim, siz şurada beş dakika dinlenin. Ben sütlerinizi getiriyorum.” demiş.

Onlar da geçip oturmuşlar.

Çocuk ılık ılık deve sütünü kabıyla getirmiş, susuz padişah ile vezir içmiş; «Buna da şükür!» demişler. «Oturmuşken, biraz daha soluklanalım.» demişler. Aradan beş-on dakika geçtikten sonra, çocuk bu sefer elinde su ile gelmiş.

Hem sevinmiş, hem şaşırmışlar:

“–Hani sen, su yok demiştin?”

Çocuk bir yandan hizmet ederken bir yandan anlatmış:

“–Geldiğinizde susuzluktan öyle bir hâldeydiniz ki, ağzınız kabarmıştı, içiniz hararetle dolmuştu. Size suyu hemen verseydim, size muhakkak zararı dokunurdu. Bu sebeple, önce; «Su yok!» deyip sizi ılık süt içmeye râzı ettim. Daha sonra hararetiniz geçip, vücudunuz dinlendikten sonra suyu getirdim. Şimdi buyurun, afiyetle için.”

Bu ince zekâ, bu hârika tedbir, padişahın çok hoşuna gitmiş. Çölün bir ucunda bu zekânın harcanıp gitmesine kıyamamış.

“Bunu saraya götürmeli, yetiştirmeli, bu kadar akıllı, her şeyi düşünen çocuğun burada ne işi var!” demiş. Düşüncesini çocuğa da söylemiş.

Çocuk yine akıl ve tedbirini gösteren bir cevap vermiş:

“–Emriniz başım üstüne… Fakat babam şimdi yok, sizinle gidersem, nereye gittiğimi bilemez. Perişan olur. Arzu ederseniz bekleyelim.”

Padişah kabul etmiş. Çocuğun babası avdan gelmiş. Padişah kendisini tanıtmış, arzusunu anlatmış:

“–Senin oğlun bize böyle tatlı bir hürmette bulundu, bu çocuğu bu hürmetinden dolayı, biz saraya götürmek istiyoruz. Sarayda yetiştiririz, zekâsına ilim ve irfan katıp okumuş, büyük bir adam olur. Burada kalsa deve çobanından başka bir şey olamaz, yazık olur.”

Babası da râzı olmuş. Çocuk da hazırlanmış, vezirin terkisine, yani atının arkasına bindirmişler. Şöyle yüz metre gittikten sonra, çocuk;

“–Durun!” demiş, “Bir eşyam var, onu almayı unuttum. Beş dakika beklerseniz hemen alır gelirim.”

“–Koş!..” demişler.

Koşa koşa gitmiş, elinde bir çıkın ile yine koşa koşa dönmüş. Vezirin terkisine binmiş.

Padişah ile vezir, meraklanmış.

“Bu fakir çadırdan çıkıp, koca padişahın sarayına giderken, acaba hangi eşya imiş bu zeki çocuğu heyecanlandıran?”

Merak etmekle kalmamışlar, sormuşlar. Göstermiş:

“–Deriden yapılma eski çift çarığım, bir yemek çıkınım, bir de su kabım.”

“–Onları ne diye aldın ki? Şehrimizde, sarayımızda, onların çok daha güzelleri var. Hem biz sana, artık bu çarıkları giydirmeyiz ki!”

Çocuğun gözleri parıldamış:

“–Ben onları giymek için almadım ki…”

“–O zaman, niye aldın?”

“–Siz diyorsunuz ki; «Bu çocuğu okuturuz, adam ederiz.» İnşâallah dediğiniz gibi muvaffak olur da, bir büyük adam, bir vezir, idareci olursam; bunları gözümün önünden ayırmam. Bunları gördükçe geçmişimi unutmam.

İşte bunun için aldım, eski eşyalarımı…”

Kıssadan hisse…

İnsan, dünya hayatında çeşitli fırsatlarla karşılaşır. Bir şey bilmezken, Allâh’ın yardımıyla, okur, yükselir, âlim olur, profesör olur, yazar olur…

Kimi, hiçbir şeyi yokken, borç-harç bir teşebbüs, bir teşebbüs daha derken, Cenâb-ı Hak; «Yürü yâ kulum!» der, kısa sürede büyük bir şekilde inkişaf eder, büyük servetlere hükmeden bir zengin olur.

Kimisi siyasette, kimisi bürokraside, kimisi başka yerde yükselir. Başlangıç noktasıyla, geldiği nokta arasında baş döndürücü bir fark vardır.

İşte insan o baş dönmesine tutulmamalı…

Kendini beğenmemeli… Nereden geldiğini unutmamalı…

“Hîç!” diyorlar ya büyükler… Yazıp levhalar hâlinde asıyorlar. İnsan, büyüklerimizin dediği gibi, hep hiçliğinin idrâkinde olmalı.

Fakirdin… Veren O…

Cahildin… Öğreten O…

Dipteydin… Yükselten O…

Sen fakirken, Allah yine zengindi. Sen cahilken O, yine her şeyi bilmekteydi. Sen bir hiçken O, yine Âlemlerin Rabbiydi…

Yani sana lutfedileni, lutfedenden bileceksin.

“Bu, Rabbimin ihsanındandır!” (en-Neml, 40) diyeceksin.

Arabaya, bineğe binince yapılan bir duâ var. Orada da bu şuur öğretiliyor:

سُبْحَانَ الَّذٖ۪ى سَخَّرَ لَنَا هٰـذَا وَمَا كُنَّا لَهُ مُقْرِنٖ۪ينَ
وَاِنَّا اِلٰى رَبِّنَا لَمُنْقَلِبُونَ

“Bunları bizim hizmetimize veren Allah yüceler yücesidir, her türlü eksiklikten münezzehtir. O lutfetmeseydi biz buna güç yetiremezdik. Muhakkak ki biz sonunda Rabbimize döneceğiz.” (ez-Zuhruf, 13-14)

İşte şuur bu:

O, lutfetmeseydi; biz güç yetiremezdik…

İşte bir çocuk doğuyor, zihninde bir engel var… Kimin gücü yetebilir, onu bir âlim yapmaya? Sıhhat öyle, zenginlik öyle, makam öyle… Veren O, alan O, izzet ve zilleti, fakri ve zenginliği, sıhhat ve hastalığı, ölüm ve hayatı veren O…

Mâneviyatta da aynı… Orada da kendinden bildiğin anda yuvarlanırsın.

Allah; kendini beğenmişlik istemiyor, büyüklenme istemiyor.

Bunun yolu; o akıllı çocuğun temsilindeki gibi, geçmişi, geldiği noktayı unutmamak…

İnsan; çocukluğunu, o âciz hâlini unutuyor da, kendisini o hâlden yetiştiren anne-babasına bile nankörlük etmiyor mu? İnsan; bir hiç olduğunu unutuyor da, Rabbine dahî ukalâlık etmiyor mu?

Geldiğimiz yeri unutmayacağız…

İnsanlık olarak, biz «kaalû belâ» âleminden geliyoruz… Orada bir söz verdik, o sözün hesabını vermeye gidiyoruz. Onu da unutmayacağız.

Cennetten çıkarıldık, yine oraya dönme gayretindeyiz. O geliş ve gidişi de unutmayacağız.

Demek ki, geldiğimiz yeri unutmamak, bir mânâda gideceğimiz yeri de unutmamak demek…

Kibirli bir zengin veya gururlu bir idareci;

“Evet sıfırdan geldim, fakat geçmişten bana ne, şimdi zirvedeyim ya!” diyebilir. Fakat o da gideceği yeri unutmuş demektir.

İnsan; geldiği yeri, verdiği sözü, hiçliğini, amelinden başka hiçbir varlık ve unvanının olmadığını hiç aklından çıkarmadığı gibi, gideceği yeri de hiç unutmamalı…

Neresi gideceğimiz yer?

Onun cevabını da Behlül Dânâ’nın kıssasıyla anlatalım.

Behlül Dânâ’nın dünyalık nâmına bir beyaz kumaşı varmış. Gece yastığı olurmuş, gündüz sarığı… Gece uyurken, bir hırsız onu çalmış. Sabah Behlül bakmış ki, sarık yok;

“–Ben o hırsızın gideceği yeri biliyorum!” demiş, tutmuş kabristanın yolunu.

Bir aşağı, bir yukarı, kabristanda hırsız aramaya koyulmuş. Çevresindekiler;

“–Deli misin, akıllı mısın? Ne işi var, hırsızın burada? Hırsız buraya niye gelsin?” demişler.

Behlül’ün derdi sarık değil, insanlara bir ders vermek:

“–Eninde sonunda buraya gelmeyen var mı?” demiş. Herkes bakıp kalmış…

Öyle ya, o kabristan veya başka kabristan… Er geç, herkes ölümü tadacak… Toprağın bağrına yatacak…

İşte hepimizin gideceği adres orası…

Nereden geldiğini unutmayan, nereye gittiğinin de farkında olur. Ölüm sadece birinci durak… Arkasından mahşer gelecek, mîzan gelecek, sırat gelecek…

Sonrasında?

İşte yolun ondan sonrasını, yani cennete mi cehenneme mi gideceğimizi; ölüm durağına kadarki gidişâtımız belirleyecek!

Geldiğimiz yeri hatırlamak için, o zeki delikanlı gibi, tefekkür lâzım. Gideceğimiz yer için de öyle…

Kabir ziyaret etmek lâzım… Hâlimize şükredebilmemiz için, fakir hâneleri görmek lâzım. Sıhhatli vücudumuza şükretmek için, hastahâne ziyaret etmemiz lâzım, engellilere yardım etmemiz lâzım. Gençliğimizin kıymetini bilmemiz için huzurevlerini ziyaret etmemiz lâzım. Açın hâlinden anlamamız için oruç tutmamız lâzım. Yoksulu anlamak için yardım etmemiz lâzım…

Görmeden bilinmez… Yaşamadan anlaşılmaz.

Bilgi olarak bir kırıntı olur. Fakat idrak olmaz, hissiyat olmaz, harekete geçirmez. Hâl ile hâllenmek lâzım…

Bir keresinde Antep’ten çıktık, İstanbul’a gidiyoruz, üç arkadaşız. İki arkadaş yemek yemeden yola çıkmışız. Yolda mola verilir, orada yeriz diye.

Şoför Başpınar’ı geçti, Osmaniye’yi geçti. Hiç yemeğe bakındığı yok, Artık Pozantı’ya doğru giriyor. Oradan sonra uzunca bir süre yer bulmak zor. Bizim arkadaş kalktı ayağa, otobüsün ortasında ellerini açtı, başladı duâya:

“–Yâ Rabbi, şu şoförün karnını acıktır! Bu şoförün karnı herhâlde tok! Eğer karnı aç olsaydı, arabanın içindeki açlardan haberi olurdu. Onun da karnını acıktır ki, açlardan haberi olsun, yâ Rabbim!..”

Şoför gülümsedi;

“–Anladım anladım” dedi. “En yakın yerde duracağım.”

Ne demişler:

Hastanın hâlinden ne bilir sağlar?
Yastık melûl-mahzun, döşek kan ağlar!

Yaşamadan bilinmez. Bu sebeple, yaşamak lâzım. Bilhassa yüksek bir noktaya gelenlerin; hasbelkader zenginlikle, makamla, mevkiyle, unvanla imtihan edilenlerin buna çok dikkat etmesi lâzım. Böyle ailelerin, çocuklarına bu terbiyeyi vermesi lâzım. Yokluğu, açlığı, hastalığı, mahrumiyeti -tatbikat niyetine olsun- tatması lâzım.

Çünkü, hayatın bin türlü sürprizi var. Bir imtihanla karşılaştığında, yükselişten sonra inişle imtihan edildiğinde muvâzeneyi şaşmaması için kişinin alışkın olması lâzım.

Askeriyede tatbikat yapıyorlar…

Niçin?

Savaşa her zaman hazır olmak için…

Deprem tatbikatı, yangın tatbikatı da böyle…

Aynı bunlar gibi,

Kişi hastalık tatbikatı yaparcasına hasta ziyaret etmeli…

Ölüm tatbikatı yaparcasına ölüm tefekküründe bulunmalı, mezarlık ziyaret etmeli, cenazelere katılmalı.

Fakirlerin sofralarında bulunmalı…

Oruç bir açlık tatbikatı… Hac bir mahşer tatbikatı… Namaz, ilâhî huzûra çıkışın bir tatbikatı… Bu şuurla edâ etmeli…

Bir iş adamı, yanında çalışanların ev hâllerini, ne yiyip ne içtiklerini bir sormalı… Davetle değil, sürpriz şekilde gitmeli…

Bu, Efendimiz’in tavsiyesi…

Kendisinden mal veya hilkatte üst bir kul gören,
Kendisinden alta baksın, hâle şükretsin hemen!

(Trc. Tâlî)

Bu nebevî tavsiyeyi uygulamayanlar, hırslarını gemleyemiyorlar. Daima üste bakıyorlar. Uhud Dağı kadar altını olsa; «Bir o kadar daha olsa ya!» diyor. Hırs, insanı gideceği âlemleri düşünmekten alıkoyuyor. Madde madde madde, derken mânevî vazifeler, ibâdetler ihmale uğruyor.

Daha fazla biriktireyim derken, zekât ve infaktan kopuyor. Sa‘lebeleşiyor. Kārunlaşıyor.

İnsanın maddiyat konusunda kendisinden alta bakması lâzım. Maddî konularda üste bakmak, rezil bir aşağılık duygusu… Sürekli bir hırs… sürekli haset… Sürekli bir gönül fakirliği, cimrilik…

Bir arkadaşımız vardı; Adı Vakkas’tı. Allah rahmet eylesin geçen senelerde vefat etti. Bir iplik fabrikasında çalışırdı. Çok da temiz bir arkadaşımızdı. Fabrikada çalışırken, vardiyalar değişirken işi devir-teslim yaparlar. Bu arkadaş, işi teslim alırken, kendisine ârızalı devredildiğini fark edememiş. Kendisinden sonrakine devrederken ârıza fark ediliyor.

“Sorumlusu sensin!” diyorlar, o mesaideki ârızayı ondan talep ediyorlar. Hemen maaştan kesebilmek için mahkemeye veriyorlar.

Elli sene evvelki bir hâdise…

İstenen rakam, fabrika için hiçbir şey… Fakat adamcağızın aylığının yarısı… Bir de mahkeme mahkeme, devrettiydin etmediydin sıkıntısı…

Adam, fabrikanın patronunu da yakînen tanıyormuş. Gideyim de bir rica edeyim diyor. Yanına varıp anlatıyor:

“–Senin adamların beni mahkemeye verdi. Ben zaten şu kadar parayla geçiniyorum, bunun da yarısını alırlarsa benim hâlim ne olur? Beni tanıyorsun. Bunca yıldır işimi dikkatle yaptım. Vatanına, milletine sâdık; millî servete sahip çıkan bir insanım. Oldu bir gaflet, bunun peşine düşülmese olmaz mı?”

Koca fabrikanın sahibi, kapısına gelmiş, bizzat bir yardım rica eden işçisine ne demiş biliyor musunuz?

“–Vakkas Vakkas! Ben senin böyle olduğunu biliyorum. Ama, sen bizi çok zengin mi sanıyorsun? Sen hiç Adana’daki BOSSA fabrikasını gördün mü? BOSSA’nın yanında biz neyiz ki? Biz böyle ufak tefek affedelim dersek, bizim hâlimiz ne olur? Batar gideriz!”

Bizim arkadaş donup kalmış. Zannetmiş ki, şefâat edecek, telefon açıp, bu adamdan bir kötülük gelmez, olmuş bir yanlışlık, yakasını bırakın, diyecek…

Yani bir mürüvvet beklemiş fakat nafile…

Niçin çünkü adam, gözünü daha zengin, daha üst bir noktaya dikmiş. Onun aşağılık kompleksi ve ihtirası içinde… Bu sözleri söylediği esnada, yanında beş yüz kişi çalışıyor. Antep’in o zamanki en zengin iş adamı…

Eğer, insan geldiği yeri ve gideceği yeri düşünmezse, zenginleştikçe daha fakir hissediyor. Çünkü mutlak kendinden daha zenginini görüyor.

İlim gibi, mâneviyat gibi şeylerde bu duygu güzel… İnsanın ilmi arttıkça, ne kadar cahil olduğunu anlarmış. Cehlini gidermeye daha fazla gayret edermiş. Mâneviyat ve sâlih amellerde de kul doyumsuz olmalı. Çalışmalı… Çünkü bunlar öbür âlemin sermayesi…

Fakat dünya için, bu hırs, bu ihtiras tüketici, cimrileştirici, zavallılaştırıcı, acımasızlaştırıcı…

Çare; maddî hususlarda daima kendinden daha nasipsiz olanları görmek, onların hâlleriyle hâllenmek ve herkesin sırtında çürüyüp gidecek kefenden başka hiçbir maddî varlığa sahip olmayacağı kabri, amellerinden başka hiçbir şeyi götüremeyeceği mahşer meydanını akıldan bir an olsun çıkarmamak…

Rabbimiz, bu şuurdan ayırmasın. Geldiği yeri unutmamış ve gideceği yerin farkında, mütevâzı, cömert, merhametli, hâlden anlar kullarından eylesin…

Âmîn!..