NASİPTEN MAHRUM KALDIM!

Handenur YÜKSEL

Tasavvuf dünyamızın önde gelen sîmâları arasında yer alan; şiirlerinde insanlığı ilâhî aşka, birlik-beraberliğe, hoşgörü, barış ve sevgiye çağıran halk şairimiz Yûnus Emre’nin nereli olduğu, nerede tahsil gördüğü, ne işle meşgul olduğu, nasıl yaşadığı, nerelerde bulunduğu ve nerede öldüğü kesin olarak bilinmemektedir. Moğol İstîlâsı sebebiyle Horasan’dan Anadolu’ya hicret edip yerleşen «Horasan erenlerinden» bir aileye mensup olduğu, bu ailenin Eskişehir’in Sivrihisar Sarıköyü’ne yerleştiği, Yûnus’un da 1240 yılında burada doğduğu rivâyet edilmektedir. Başta Karaman olmak üzere, yurdumuzun muhtelif yerlerinde Yûnus Emre’ye ait olduğu belirtilen başka makam ve türbeler de mevcuttur.

Yûnus, şiirlerinde;

Mülk-i bekâdan gelmişem,
Fânî cihanı neylerem!

diyerek, fânî cihana değer vermediğini göstermiş, kendisinden hiç söz etmemiştir. Sünnî-müslüman bir şair olan Yûnus, 1320’de doğduğu köyde vefat etmiştir.

350 civarında şiirin yer aldığı bir dîvâna sahip olan Yûnus’un bir eseri de Risâletü’n-Nushiyye’dir.

***

Hacı Bektaş Velî; Horasan diyarından Orta Anadolu’ya hicret edip yerleştikten sonra velâyet ve kerâmetleri hızla etrafa yayılmış, dergâhı her yönden gelen ahalinin akınına uğramış, insanlar kendisini ziyaret edip feyz ve nasip almaya başlamışlardı. O yıl kuraklık şiddetli geçtiğinden, ambarlar boştu. Yûnus Emre de; bu güzel insanın vasıflarını işitmiş, dergâhından kimsenin boş çevrilmediğini öğrenmiş, kendisinden kifâf-ı nefs miktarınca bir şey istemeyi düşünmüş, dergâha eli boş gitmemek için de kağnısına dağdan alıç (yabanî erik) yüklemişti. Dergâhına varınca, Hacı Bektaş’ın huzuruna çıktı, hediyesini sunup şöyle dedi:

“–Bu yıl ekinimden bir şey alamadım, ümit ediyorum ki, yemişlerimi kabul buyurup karşılığında biraz buğday verirsiniz.”

Yûnus Emre, dergâhta birkaç gün misafir olduktan sonra dervişlere köyüne dönmek istediğini bildirdi. Hacı Bektaş Velî’ye haber verilince şöyle dedi:

“–Sorun bakalım ne ister; buğday mı verelim, yoksa himmet mi edelim?” Yûnus Emre;

“–Ben himmeti neyleyim, bana buğday gerek!” deyince, yeniden haber yolladı:

“–Varın Yûnus’a söyleyin; alıcının her çekirdeği başına, on himmet edelim!”

Yûnus;

“–Evde çoluk çocuğum var, himmet karın doyurmaz, buğday isterim!” diye ısrar edince, Hacı Bektaş kendisine dilediği kadar buğday verilmesini emretti.

Yûnus, kağnısına yüklenen buğdaylarla yola çıktı. Fakat daha yokuşun başına yeni varmıştı ki aklı başına geldi:

“–Alıcımın her çekirdeğine on himmet verdiler kabul etmedim, olmayacak iş ettim, gafil oldum. Şimdi aldığım buğdaylar bir müddet sonra tükenir, erenlerin himmeti ise ölünceye kadar devam eder, tükenmez. Nasipten mahrum kaldım. Geri döneyim, erenlerin eşiğine varayım, Ola ki himmet ettikleri nasibi vereler!”

Yûnus, dönüp tekrar tekkeye geldi, buğdayları indirdi. Neden geldiğini soranlara;

“–Bana buğday gerekmez, şeyhin himmetini almaya geldim!” dedi.

O zaman Hacı Bektaş dedi ki:

“–Onun vakti geçti, şimdiden sonra olmaz!”

İrşadını Tapduk Emre’ye havale ederek;

“Varsınlar nasibini ondan alsınlar!” dedi.

İLİMLE MEŞGUL OLURSAM…

Evliyâ Çelebi’nin;

“Üstün vasıflarını yazmaya kalksak, bir cilt kitap olur.” diyerek övdüğü Kemalpaşazâde (İbn-i Kemal); 1469’da Tokat’ta doğdu. Fıkıh, tefsir, kelâm, hadis gibi dînî eserlerin yanı sıra; tarih, edebiyat, dil, felsefe ve tıp alanında da çok sayıda kitap telif etti. Bütün zamanını ilme harcayan âlimlerden biriydi; öyle ki geceler gündüzler biter, onun yazması bitmezdi! Yazdığı eserler yaşına kıyaslandığında, her gününe bir cüz eser düştüğü hesaplanmıştır. Kemalpaşazâde; ilmî şahsiyetiyle idarecilik sanatını büyük bir ustalıkla birleştirmiş, kadılık ve kazaskerlik gibi idarî hizmetlerde de acz içine düşmemişti. 1516’da Anadolu kazaskerliği makamına getirilen ünlü âlim, bu görevde iken katıldığı Mısır Seferi’nde Sultan I. Selim’den büyük itibar görmüş, Mısır tahririnde görev almıştı. 1526’da şeyhülislâmlık görevine tayin edilen Kemalpaşazâde, 1534’te hayata vedâ etmişti.

***

Yıl 1492 idi… Arnavutluk Seferi sırasında Sultan Bâyezid ile birlikte bulunuyordu. Orduya istirahat verildiği bir gün, Vezir Çandarlı İbrahim Paşa’nın idaresinde bir toplantı tertip edilmiş, aynı mecliste ünlü akıncı kumandanı Evranosoğlu İbrahim Bey de yer almıştı. Toplantının başlayacağı sırada ulemâdan eski elbiseli bir âlim geldi ve komutanın üst tarafında bir yere geçip oturdu. Kimse ona mânî olmamıştı. Kemalpaşazâde bu duruma pek şaşırmış, o sırada yanında bulunan arkadaşına şöyle sormuştu:

“–Evranosoğlu’nun önüne geçip oturan şu adam da kim?”

Arkadaşı:

“–Filibe medresesi müderrislerinden Molla Lütfi diye tanınan âlim bir zâttır.”

“–Bu kişi, nasıl olur da Evranosoğlu gibi bir kumandanın önüne geçebilir?”

“–Ulemâ ilmi için tâzim görür; aksi bir duruma zaten ne komutan, ne de vezir râzı olurdu.”

Kemalpaşazâde, aldığı bu cevap üzerine düşündü:

“–Askerlik mesleğinde ne kadar çalışsam, Evranosoğlu seviyesinde bir kumandan olamam; ama ilimle meşgul olursam şu âlimin derecesine gelebileceğimi zannediyorum.”

İbn-i Kemal, o günden sonra, ordu saflarından ayrılarak ilimle meşgul olmaya başladı; azimli çalışma ve gayreti neticesinde Osmanlı Devleti’nin yetiştirdiği en büyük âlimler safında yer aldı.1

BABAMIZDAN MİRAS!

Şiirlerinde, toplumu inandığı yola; İslâm’ın ahlâk prensiplerine doğru yöneltmeye çalışan Nâbî 1642’de Urfa’da doğdu. Dönemine göre sade bir dil kullanan, bir süre sarayda «Dîvan Kâtipliği», sonra da Halep valiliği yapan meşhur dîvan şairimiz Nâbî; 12 Nisan 1712’de vefat etti. Dîvân’ı, 587 beyitlik Surnâmesi ve Hicaz yolculuğunu anlattığı, «Tuhfetü’l-Haremeyn» adını verdiği gezi notları kıymetli eserleri arasındadır.

***

Tanınmış âlimlerimizden Benli Mahmud Efendi, bir gün dostlarıyla birlikte bir mecliste otururlarken Şair Nâbî’nin vefat haberini aldılar. Az sonra mecliste Nâbî’nin cennete girip giremeyeceğinin tartışılması başladı.

Bunun üzerine Benli Mahmud Efendi;

“Durun, dîvânından tefeül edelim, rastgele bir yer açıp bakalım!” dedi.

Nâbî’nin dîvânı büyük bir heyecanla açıldı ve rastgele bir yer seçildi. Sayfaya göz attıklarında şu sürpriz beyitle karşılaştılar:

Kimdir bizi men eyleyecek dâr-ı cinândan
Mevrûs-i pederdir gireriz hâne bizimdir.2

BEYAZ ARABA…

Edebiyat dünyamıza pek çok kalıcı eser kazandıran; kitaba ve ilme olan düşkünlüğüyle, kitap sayısı on beş bine varan zengin bir kütüphane kuran; evkaf, adalet ve maarif nazırlıklarında bulunan; kısa bir süre sadrazamlık da yapan Ahmed Vefik Paşa; 1818’de İstanbul’da doğdu. Bursa valiliği sırasında onardığı cami, çeşme, şadırvan ve benzeri tarihî eserleriyle şehri şantiye hâline çevirdi. Ölümüne kadar Rumelihisarı’ndaki evinde ilmî ve edebî çalışmalarda bulunan Ahmed Vefik Paşa, 2 Nisan 1891’de 68 yaşında iken İstanbul’da vefat etti.

***

Ahmed Vefik Paşa, Paris elçiliği sırasında beyaz bir araba ile gezmeye başlamıştı. İmparator III. Napolyon’un arabası da beyaz olduğundan Parisliler onu gördükçe, «imparator» geçtiği zannıyla telâşa kapılır, selâm dururlardı.

Fransız Hâriciyesi; bu karışıklığın önlenip, durumun düzeltilmesini istiyordu. Elçiliğin saray nezdinde yaptığı girişimleri haber alan Ahmed Vefik Paşa, kendilerine şu cevabı gönderdi:

“Elçiniz, Boğaziçi’nde padişahımızın kayığı gibi bir saltanat kayığı ile dolaşmaya devam ettikleri sürece; beyaz arabamı değiştirmem!”

Bunun üzerine önce kayıkların şekli, sonra da arabanın rengi değişir!

________________________

1 Yekta SARAÇ, Kemalpaşazâde’nin hayatı, şahsiyeti ve eserleri, s. 20-21.

2 Beytin anlamı şöyledir: “Bizi cennet diyarından kim alıkoyabilir? Biz o hâneye gireriz, çünkü babamızdan miras kalmıştır.”