Seyyiâttan Hasenâta… AĞLATAN HÂTIRALAR…

Fatih GARCAN fatihgarcan@hotmail.com

Güneşin kavurduğu bir Ramazan günüydü. Öğle sıcağının tesiri had safhada idi. Bir de Ravza’nın bahçesindeki beyaz mermerlerden yansıyan ışık, gözleri açmaya müsaade etmiyordu.

Mescidin kapısına vardığında kısa bir süre gözlerinin kendine gelmesini bekledi. Terliğini poşetine koydu ve çantasına yerleştirdi. Mescid-i Nebî’nin içi itikâfa girenlerle doluydu. Bu sabır dolu sünneti ihyâ eden nurlu insanların istirahatlarına engel olmamak için aralarından süzülerek geçti. Biraz ileride bir sütun dibinde müsait bir yer buldu. Rasûlullah’tan akseden o muazzam rûhâniyet ve huzur âdeta mescidin her yerine sinmişti. Bu sükûnet limanında vakti en iyi değerlendirmek adına hâfızı olduğu Kur’ân-ı Kerîm’i bir an olsun elinden bırakmıyordu.

İkindi namazına bir hayli zaman vardı. Namaza kadar bir cüzü daha tekrarlayabilirdi. Aşkla okumaya başladı. Abdullah, Kur’ân okurken Kur’ân’ın o huzur dolu havasına bürünür, vaktin nasıl geçtiğini anlamazdı bile. Bir süre çalıştıktan sonra hemen yanında bir içli yüreğin hıçkırarak ağladığını fark etti. Şöyle dikkatini oraya vermeye çalıştı. Bembeyaz sakallı bir amca gözyaşlarına boğulmuştu. Amca başını kaldırdığında birden göz göze geldiler. Abdullah, önce Rasûlullâh’ın huzûrunda böylesi bir ağlayışın şaşılacak bir şey olmadığını düşündüyse de fazla kayıtsız kalamadı. Bir de amca bâriz bir şekilde kendisine bakıyordu. Abdullah dayanamadı;

–Selâmün aleyküm.

–Aleyküm selâm evlâdım.

Abdullah, amcanın Türk olduğunu da anlayınca aralarında bir sohbet başladı:

–Amcacığım iyi misiniz?

–Sıhhaten iyiyim evlâdım da seni böyle bembeyaz kıyafetler içinde Kur’ân okur görünce, zamanında kaçtığım o Kur’ân meclisleri canlandı gözümde…

–Pek müteessir gördüm sizi, en azından sizi dinleyerek biraz olsun ferahlamanıza yardımcı olmak isterim.

–Allah râzı olsun. Öyleyse gel otur da şu yaşlı amcandan ibret al! Öğle namazından önce, kafilemizin hocası, bir Medine hâtırası nakletti:

«Bundan yıllar önceymiş. Medine mücâvirlerinden fakir bir Pakistanlının güzel bir âdeti varmış. Eline geçen parayla gider mushaf satın alır, umreye gelen ziyaretçilere hediye edermiş. Bir gün bu hâdiseyi hâtırâtında nakleden Hoca efendiye;

“–Hocam mâşâallah bu Türklere! Ne zamandır Kur’ân hediye ediyorum, bu Türkler hiç almıyor. Hepsi hâfız mâşâallah, ezberlerinden okuyorlar!” demiş.

Hocaefendi pek mahzun:

“–Nerede efendi?!. Onlar Kur’an okumayı bilmiyorlar, almamaları hâfızlıklarından değil utançlarından… Okumayı bilen birine nasip olsun diye alamıyorlar.” deyince o Pakistanlı;

“–Nasıl yani? Koskoca Osmanlı torunları bugün Kur’ân okuyamaz hâle mi geldiler?” demiş ve o adamcağız öyle üzülmüş ki, yatağa düşmüş ve kahrından ölmüş. Bu olayın yakın şahitleri de o hocaefendi de bu durumdan pek müteessir olmuşlar…»

Öğlenden beri, o amcayı kahreden bedbahtlardan biri olmanın hüznü bürüdü içimi…

Bizim hoca devam etti:

–Kıymetli ağabeyler, Peygamber Efendimiz’in sünnetini ihya etmenin da cenneti kazanmanın da yolu, Kur’ân’a tazim ve hürmetten, ona gereken değeri vermekten geçer. O da süslü çantalar içinde duvara asmakla değil, onu okumakla, ezberlemekle ve gönüllere nakşetmekle olur…

Ondan sonrasını ben de hatırlamıyorum evlât. O cümleler beni beynimden vurdu.

–Hayırdır amca! Siz mâşâallah bu dertle kavrulup buralara gelmişsiniz, bakın Mescid-i Nebî’desiniz şu an. Bırakın da buna gafiller yansın…

–Öyle değil işte evlât! Babam, beni senin yaşlarındayken hâfız olayım diye hocalara götürdü. Ama ben her seferinde kaçtım. Babam tekrar götürdü, ben gene kaçtım. En sonunda babam bana çok kızdı ve bu defteri benim için ebediyen kapattığını söyledi. Bana;

«Sen beni anlayacaksın; ama bunu görür müyüm bilemem!» dedi. O gün için sevinmiştim. Çünkü derdim başkaydı…

O zamanlar bizim beldede kamyonculuk yaygındı. Babasının kamyonu olan arkadaşlar hep gittikleri memleketleri anlatırdı. Onlar anlattıkça benim içim geçerdi, ağzım açık onların anlattıklarını dinlerdim. Kafaya koydum ve bir kamyoncunun peşine karın tokluğuna takıldım. Gel zaman git zaman bu işi öğrendim; fakat, Allah korkusu taşımayan ustamın öğrettiği hileleriyle birlikte… Sonra borç harç bir kamyon da ben aldım ve ticarete başladım. Kömür ve saman alıp-satıyordum. Ustamın hakikat sandığım hezeyanlarına göre, ticarette yalan söylenilmezse aç kalınırdı ya; kömürü ıslatıyordum ki tozu dahî kilo yapsın. Samanı da rutubetli depolarda bekleterek ağırlığını artırıyordum. Ondan sonra gelsin paralar… Görünürde her şey yolunda olmalıydı; ama bir terslik vardı. Bir devlet memurunun bir ayda aldığı parayı ben birkaç günde kâr diye kenara koyuyordum; ama hep borç, hep sıkıntı. Birçok memur arkadaşım ev-bark sahibi oldu, ben hâlâ babadan kalma evde sığıntı gibiydim. Kazandığım paranın bereketini göremediğim gibi, aile huzurum da kalmadı.

Kafamın bu sıkıntılarla iyice karışık olduğu bir gündü. Çarşı camisinin önünden geçerken ezan okunmaya başladı. Beş vakit namaza hiç dikkat etmezdim ama o gün âdeta cami beni kendine çekiyordu. Namazdan sonra imam efendi bir hadis okudu. Hem de hangi hadis!

Peygamber Efendimiz’in ticareti doğru yapmayla alâkalı olan hadîsi… Hani Peygamberimiz’in, çarşıda gezerken buğday satan bir adamın hilesini fark edip de söylediği o müthiş söz:

“Bizi aldatan bizden değildir!”
O an sanki herkes bana bakıyordu. O kadar utandım ki… Cenâb-ı Hakk’ın kesinlikle men ettiği bir şeyi, sürekli yapacak kadar gafil biri olduğumu o an fark ettim. O namazdan sonra hemen kamyonumu da mallarımı elden çıkardım. Hatırlayabildiğim müşterilerime hakkım olmayan paralarını iade ettim ve helâllik istedim. Buraya da evlâtlarımın desteğiyle geldim.

–Vay be amcam helâl olsun! Hatayı kabul etmek de bir erdemdir.

–Keşke öyle olsaydı evlât. Ben kamyonu sattığımda emekliliğim gelmişti. Yıllarca yaptığım bu işte hatırlayamadığım ve helâllik alamadığım kaç kişi var kim bilir?

Fakat evlât, haramdan uzaklaşıp helâle sarılınca, hayatıma bereket geldi. Şimdi aldığım emeklilik maaşı yetiyor, artıyor bile. Kalanıyla da belki tutunacak bir dalım olur diye hayırda bulunmaya çalışıyorum.

–Allah yardımcın olsun amca. İnşâallah hayırların kabul, çektiklerin âhirette karşına çıkacak olanlara kefâret olur.

–Evlât, beni hocanla görüştürür müsün?

–Tabiî ki.

Abdullah, Ali amcayı üç sütun ileride bir başka hâfızın dersini dinleyen Şuayb Hocasının yanına götürdü. Hızlı bir tanışma faslından sonra amca, avcunun içinde sakladığı miktarı hocanın eline sıkıştırarak fısıldadı:

–Hocam ben bu hâfızlara ikramda bulunmak istiyorum; ama gücüm bu kadar, lütfen kabul buyurun.
Şuayb hoca gülümsedi:

–Estağfirullah amca, bu çatı altında yarım hurma, 10.000 dirhemi geçti. Yeter ki samimî olunsun, Allah misliyle kabul eder. Allah râzı olsun.

Dertli amca, hocaya ve etrafındakilere bir ricada bulunarak müsaade istedi;

–Hikâyemi talebelerinize anlatın, ibret alsınlar. Kur’ân’a sımsıkı sarılsınlar ve bir daha hiç bırakmasınlar…

Abdullah, Ali amcayı gözyaşları içinde uğurlarken kendi hatırına gelenler için de Cenâb-ı Hakk’a şükrediyordu. Çünkü Ali amcanın çocukluğunda yaşadığı gönül çatallanmalarını ve ucuz çıkmazları o da yaşamıştı; ama hocalarının ve ailesinin destekleri ile o zor virajları elhamdülillâh kazasız atlatmıştı… Hemen bir şükür namazına durdu. Taze hasladığı Furkan Sûresi’nden şu mealdeki âyetleri okuyordu:

“Ancak tevbe ve îman edip iyi davranışta bulunanlar başkadır; Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir. Kim tevbe edip iyi davranış gösterirse; şüphesiz o, tevbesi kabul edilmiş olarak Allâh’a döner.” (el-Furkān, 70-71)