HOR GÖRME, HOŞ GÖR!..

Ahmet ZİYLAN

Bir avuç topraktan, bir damla sudan geliyoruz…

Âkıbetimiz yine bir avuç toprak olmak…

İnsan bu hakikati unutmamalı… Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- Efendimiz de buyuruyor:

“Övünmeyiniz! Topraktan yaratılmış ve toprağa dönünce kendisini kurtların ve böceklerin yiyeceği insanın övünmesi neye yarar!”

Bu gerçek karşısında;

Büyüklenmek ne ifade eder? Benliğe kapılmak ne kadar mânâsız!.. Böbürlenmek ne kadar kof bir davranış!..

İster çok zengin bir tüccar ol; ister çok güçlü, nüfuzlu bir başkan ol; yönetici ol… Ne olursan ol… En sonunda ne olacaksın? Bir hiç… Ne malın kalacak, ne makamın, ne ilmin, ne tekniğin, ne sanatın, ne adın kalacak, ne sanın… Ne diyor Yûnus Emre;

Şol yel esip geçmiş gibi…

Fakat insan, yaşadığı kısacık ömrü içinde bu hakikati sık sık unutuyor. Malına aldanıyor; bilgisine aldanıyor; makamına, mevkiine kanıyor; bir şey oldum zannediyor.

Bu aldanış, o hakikati unutmaktan…

Çaresi de, sık sık hatırlamak, hatırlatmak…

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi bir sohbetinde şöyle anlatmıştı:

Eskiden tekkelerin, camilerin, konakların, işyerlerinin duvarlarına insana unutmaması gereken gerçekleri hatırlatan levhalar asılırdı.

Bilhassa;

«Hiç»,

«Bu da geçer yâ Hû»,

«Edep yâ Hû»

Yüzakı dergimiz de 58. sayısında bu güzel öğütleri «Hikmetli Tavsiyeler» başlığı altında dosya konusu olarak işlemişti.

Bu hikmetli sözlerden biri de; «Hoş gör…» Antep’imizde birçok hâfızın yetiştiği, yavrularımızın Kur’ân tahsili gördükleri kursumuz da bu ismi taşıyor. Böylece ismin tedâîsiyle de bir terbiye verilmiş oluyor. Tıpkı, dergimizin adı söylendikçe, Yüzakı dendikçe, Musa Efendi -rahmetullâhi aleyh-’in o güzel sözünün akla geldiği gibi:

“Ne mutlu âhirete yüz akı ile göçebilenlere…”

Hoş görmekte güzel bir edep var. İşin güzel, hoş, faydalı tarafını gör. Bardağın dolu tarafını görmek lâzım diyorlar ya…

Yanlışlıkların, ıslah tarafını gör…

Hataların, tevbe tarafını gör…

Kayıpların, kazandırdığı tecrübe tarafını gör…

Hoş gör…

Fakat;

Umursamayıp boş verme!.. Ümit kesip koyuverme!..

Hoş gör; hakikatini hoş eylemek, güzel eylemek, düzeltmek için gayret et… Ümitvar ol… Dertlen…

İşin bir başka tarafı;

Şahsına yönelik hâdiselerde mutlaka hoş gör… Asla incinme!..

Fakat müesseseye karşı, vatana, millete, dîne, namusa, aileye karşı olan yanlışı asla hoş görme!

Hoşgörüsüzlük; genellikle bilgisizlikten, meseleyi iyice düşünüp taşınmamaktan kaynaklanır. Alışkanlıkların sevkiyle, kulaktan dolma dolduruşlarla hareket etmekten neş’et eder.

Camilerimiz etrafında da maalesef, cemaatte bazı hususlarda hoşgörüsüzlük ile karşılaşılıyor.

Bir tarihte kursumuzda veli toplantısı yaptık. Mekânımız da mescid. Veli toplantısı olduğu için hanımlar, yani anneler de geldi. Onlar bir tarafta, erkekler bir tarafta mazbut ve güzel bir toplantı oldu.

Öğrencilerimizden birinin dedesi olan yaşlı bir adam da gelmişti. Beni tanımıyordu. Toplantıda yanıma sokuldu;

“–Bir şey soracağım. Görüyorum ki her şey güzel. Sen de bir hayli ilgileniyorsun. Soracağım şey şu: Bu organizenin sorumlusu kim? Siz misiniz, hocalar mı?

“–Hayırdır, bir problem mi var?” dedim.

Yaşlı adam başladı tenkide:

“–Bu camide, hanımların ne işi var? Veli toplantısı da olsa, camilere girmemeleri lâzım.”

“–Siz kimsiniz?” diye sordum.

“–Ben, komşuyum.” dedi.

Ben, kim olduğunu bilmiyordum. Namaza geldi zannettim. Dedim ki:

“–Hocam, biz hanımları camiye getirmek için uğraşıyoruz. Sen ise camiden kovmaya çalışıyorsun. Bu nasıl iş?”

İtiraz edecek oldu. Sordum:

“–Sen hacca gittin mi?”

“–Gittim.”

“–O Harem-i şerifte kadınlar da vardı, erkekler de vardı. Görmedin mi?”

Söyleyecek bir söz bulamadı. Fakat sözlerim de hoşuna gitmedi. Çünkü alışmış, camide hanım olmaz diye… Hâlbuki, Efendimiz’in mescidinde vardı. Safları, yerleri ayrı olduktan sonra, bugün de Harameyn’de var. Diyanet artık camilerde hanımlara yer ayrılması meselesinin üzerinde duruyor. Öyle yasak savmak için bir perde gerilmiş, izbe gibi bir yer değil; güzel mahfilleri olsun arzu ediliyor. Vâlide Sultanların yaptırdığı camilerde bunların güzel örneklerini ecdadımız da yapmış. Fakat son devirlerde hanımları camiden uzak tutmuşuz. Bu sebeple adam yadırgıyor, bir suç, bir hata olarak görüyor. Hâlbuki hanımların camiye gelmesinde; iffetli, hayâlı bir şekilde davranılıp gerekli edep ve tedbir alındıktan sonra, ne beis olabilir. Aksine bir sünnet ihyâ olmuş olur.

Buna benzer bir hoşgörüsüzlüğü de Bursa’da yaşadık. Hem bu sefer kendi hanımım ile birlikte…

Bursa’ya gittik. Günlerden Cuma. Bursa’da olup da cumayı Ulu Cami’de kılmamak olmaz. Çok feyizli bir yer.

Ben namazı orada kılmak istiyorum, fakat hacı hanım ile birlikteyiz. O, ne yapacak? Dışarıda nerede bekleyecek? Namaz takriben bir saat sürer. Böyle endişelenirken, sorduk Allahtan hanımlar bölümü varmış. Turistlerin de sıkça geldiği bir cami olduğu için Cuma günleri de hanımlar bölümünü muhafaza ediyorlarmış. Hanım, hanımlar bölümüne geçti. Ben de girdim.

Namazımızı edâ ettik. Tam çıkıyoruz. Hacı efendinin birisi beni yakaladı. Yine sayıp, döken bir cemaat… O sırada biraz da acele edip erkeklerle karışık dışarı çıkan kadın cemaati göstererek;

“–Bunların Cuma günü ne işleri var burada? Burayı açıyorlar, onlar da giriyorlar, burayı nasıl bunlara açarlar, onun yerine kaç tane erkek cemaat sığar hâlbuki buraya…” dedi.

Benimle dertleşiyor. Gideceğim, bırakmıyor. Söylüyor da söylüyor. Bilmiyor ki bizim hanım da o cemaatin içinde. Birazdan gelecek… Cevap vermeden dinliyorum.

Derken baktım bizim hanım da çıktı, yavaş yavaş yaklaştı. Tam yanıma geldi. O bir şey demeden, ben;

“–Sen dışarıda bekle! Ben geliyorum.” dedim. Adama da;

“Havuzun başına gidelim!” dedim. Havuzun başına gittik. Dedim ki:

“Ben yabancıyım, şehrinize misafir olarak geldim. Buraya birlikte geldik. Şimdi hanım, dışarıda mı bekleseydi? Allâh’ın evine girse, o da bu feyizden, rûhâniyetten istifade etse kıyâmet mi kopar?”

Ona da tekrarladım:

“Sen, hacca gitmedin mi? Hacda hanımlar da her iki mescidden de istifade hâlinde değil mi? Mânî olan var mı? Niye tenkit ediyorsun ki bunu?”

Üç-dört dakika konuştum. Adam kem-kümden başka bir şey diyemedi. Söylediğine, söyleyeceğine pişman oldu.

Her iki hacı amca da, alışkanlıklarının tesiriyle konuşuyorlar. Bugüne kadar hanımların Cuma namazına geldiklerine veya teravih dışında herhangi bir namazda camiye rağbet ettiğine şahit olmamışlar. «Bu nereden çıktı?» diyorlar. Düşünmüyorlar ki, tenkitleri için geçerli bir sebep yok. İmkânlar elvermiyorsa, iyileştirilir. Güzelleştirilir. Sen niyete bak; edebiyle olduktan sonra namaza gelmek, mâbede rağbet duymak niye tenkit edilsin?

Hoşgörü ve hoşgörüsüzlüğün bir arada olduğu farklı bir hâtıramız da oldu.

İstanbul’daydım… 1958 yılı…

Malatya Ermenilerinden Agop TANDIRCI’nın ayakkabı atölyesinde kalfa olarak kısa bir süre çalışmıştım.

Kendisi Ermeni fakat Türkçeyi tatlı bir Malatya şivesiyle konuşuyor. Ayırt etmek mümkün değil. Kendi de tatlı bir adam. Türküler söyler, uzun havalar söyler… Enteresan bir insan. Yaptığı ürünler de kıymetliydi. Ürettiği ayakkabılar hemen satılırdı.

Ben orada işe başladıktan birkaç gün sonra Hilmi KAPLAN adlı ayakkabıcı bir arkadaşımı da getirdim. Onu da işe aldı.

Arkadaşıma ustanın Ermeni olduğunu söylememişim. Bizim arkadaşın da çenesi çok düşük… Bir gün başladı anlatmaya:

“Usta, geçen Pazar günü Büyükada’ya gittim. O dükkâna girdim baktım ki, gâvurmuş. Bilmem nereye gittim o da Ermeni’ymiş. Bilmem nereye gittim o da yahudiymiş. Hepsinin… … Yahu bütün gâvurlar oraya toplanmış. En sonunda kendimi tutamadım. Oturdum parktaki bir banka. Baktım ki bir ayakkabı boyacısı geziyor;

«–Gel lan, boyacı! Gel, hem şu ayakkabımı boya, hem de seninle bir dertleşelim.» dedim. Ayakkabımı boyamaya başladı:

«–Lan, Büyükada’yı hep gâvurlar işgal etmiş. Namussuzlar, şöyleler, böyleler…»

Boyacı dedi ki:

«–Abi niye küfrediyorsun bana?»

«–Seninle ne alâkâsı var ki?»

«–Abi, ben de Ermeni’yim.»

«–Vay anasını…» dedim.”

Bizim Hilmi iki de bir kalaylıyor ama bilmiyor ki, usta da Ermeni…

Ben işaret ediyorum, anlatmaya çalışıyorum, sus diyorum; fakat hiç anlamıyor.

Öğle arası oldu. Kalktık, yemeğe gidiyoruz. Dedim ki:

“–Yahu, sen hiç lâfını bilmez misin? Nerede, ne konuştuğunun farkında mısın?”

“–Ne var?” dedi.

“–Yahu, konuştuğun adam da Ermeni.”

“–Yapma yahu! Olur mu öyle şey?” dedi. Utancından işi bıraktı. Gelemedi.

Zavallı adam da bir kere olsun;

«Sen niye böyle sövüyorsun, hakaret ediyorsun?» demedi. Kin de tutmadı, kendisine de kalfa lâzımdı;

“–Söyle de geri gelsin!” dedi. Çağırdık, getirdik. Dedi ki:

“–Herkesin bir dîni var. Biz insan olmaya bakalım. Evvelâ insan olalım.” Başka bir şey söylemedi. Üzerinde de durmadı. Arkadaş; o kadar küfretti, kabalık yaptı. Adamın eline fırsat da geçmişken tek sözü bu oldu.

Arkadaşın sözlerinde haklılık yok. Ecdadımız, fethettiği her beldede din hürriyetini tanımış, diğer din mensuplarını hoşgörüyle karşılamış. Zaten fethin gayesi; İslâm’ın önündeki zulüm, baskı, duvar gibi engelleri kaldırmaktır. Fethedilen yerlere İslâm’ı güler yüzle yaşayan müslümanlar gelirler. Hâlleriyle, kālleriyle dîni tebliğ ederler. Nasibi olanlar İslâm’la müşerref olur. Nasipsizler veya vakti gelmemişler de; müslümanların teminatı olduğu adâlet ve müsamaha ikliminde dinlerini, hayatlarını yaşarlar. Bu asırlarca böyle gitti.

Fakat sonra fitneler soktular, dış ülkelerin oyunlarına âlet ettiler. Asırlarca hür bir şekilde burunları kanamadan yaşayan gayr-i müslimler; içine düştükleri terör, anarşi gibi faaliyetler sebebiyle müslümanların buğzettiği, kin duyduğu topluluklar hâline geldiler. Bizim Hilmi’nin sözleri de böyle bir psikolojiden kaynaklanıyordu.

Hâdiseden çıkarılacak bir başka ders de şudur:

Ne zaman, nerede, kime, ne söylediğinin farkında olmak…

Ölçüp biçerek, meclisini bilerek konuşmak…

Bilmediğin mevzuda ve bilmediğin yerde susmak…

Şair ne güzel söyler:

Konuşmak bize mahsus,
Olsa da bir güzel süs,
«Ya hayır de, yahut sus!»
Dili incitme gönül…

(Bestami YAZGAN)

Güzel bir örnektir:

İlk müslümanlar Mekke’de zulüm ve işkencelerle karşılaşınca; Medine’den önce, Habeşistan’a hicret ediyorlar. Kureyşliler de geri getirtmek için kral nezdinde itibar sahibi olan ve o zamanlar henüz müslüman olmayan Amr bin el-Âs’ı gönderiyorlar. Böylece müslümanlar ile Kureyş temsilcisi, Necâşî karşısında bir nevi münazara yapıyorlar. Necâşî, Mekke’de doğan bu yeni dîni, yeni kitabı işitince hoşgörüsüz davranmadı;

“–Hele bir oku!” dedi.

Müslümanlar adına konuşan Câfer bin Ebî Tâlib nereyi okudu?

Meryem Sûresi’ni…

Yani muhatap hıristiyan kralı… Ona kendi kitaplarından âşina olduğu, Hazret-i Meryem’i, Hazret-i İsa’yı anlatan bir sûre okuyor. Tutup da restleşme ifade eden Kâfirûn Sûresi’ni okumuyor. O da Kur’ân’ın bir sûresi. Fakat yeri ve yurdu farklı. Defalarca tebliğde bulunduğun hâlde; inatlaşan, bir de seni gevşetmeye çalışan kişiye haykıracağın hakikatler…

Demek ki;

Bir söz söylerken yerini, zamanını, muhatabın durumunu göz önünde bulundurmak şart.

Hoş görmek diyoruz ya, biz Agop TANDIRCI ile daha sonra da görüştük. Bizim faaliyetlerimizle ilgili çekilen bir belgesel olmuştu. Orada da konuştu. Güzel intibâlar paylaştı.

Çünkü biz birbirimizin hatırını saydık. Hukukumuzu gözettik. Kötü bir hâtıra bırakmadık.

Keşke, ümmet-i Muhammed olarak; dinden habersiz veya gayr-i müslim olan bütün muhataplarımızda çok güzel, çok temiz bir insan imajı, çok zarif bir insan şahsiyeti, hâsılı İslâm’ın güler yüzünün intibâını bırakabilsek…

Bunun için îman edivermek, kelime-i şahâdeti söyleyivermek yetmez.

Bizi yeryüzünde Hakk’ın şahitleri, halîfesi olarak vazifelendiren Rabbimiz’in mü’min, müslüman ve müttakî kulları olarak;

“Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” buyuran Efendimiz’in ümmetine yakışır şekilde, dilimizle, elimizle kimseyi incitmemeyi, hor görmemeyi, ıslah edici bir şekilde hoş görmeyi başarmamız gerek…

Cenâb-ı Hak bunu başarabilenlerden eylesin!..