MAKSAT GERÇEKTEN KADIN HAKLARI MI?

H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

New York şehri; 1857 yılının Mart ayına, dokuma fabrikalarında çalışan kadın işçilerin grevleriyle girer. Kadınlar; maddiyatçı düzenin ucuz iş gücü kaynağı olarak görülmekten usanmış, dertlerine bir çare aramaktadır. Polis ise grevi zorla dağıtmak ister ve sert davranır. Tertip komitesinin öncülüğünde kendilerini fabrikaya kilitleyen kadın işçiler, bu sırada çıkan yangında hayatını kaybeder.

Sosyalistler tarafından bayraklaştırıldığı için, ilk zamanlar Amerika’da anılmasına izin verilmeyen bu olayın yıldönümü; daha sonraları «Dünya Kadınlar Günü» olarak kutlanmaya başlanır. Genellikle eğitimli ve ekonomik seviyesi yüksek kadınların toplanıp, konuşmalar yaptığı «8 Mart Kadınlar Günü»nün gerçek tarihçesi bu…

Son birkaç asırdır dünyaya nizâmat vermeye heveslenen hıristiyan batı âlemi, her yıl 8 Mart tarihinde kadın meseleleri üzerinden «öteki»lere yükleniyor. Güyâ dünya milletlerinin bir araya gelip kurduğu, ama aslında hâkim güçlerin taşeronu olan müesseseler; batı emperyalizmini meşrûlaştırmak adına gelenek toplumlarındaki kadın meselelerini gündeme getiriyor.

İşin kötü tarafı; gündeme getirilen meselelerde, can acıtıcı gerçekler de yok değil. Meselâ hâlâ cahiliye çağının hüküm sürdüğü Hindistan’da dul kadınların kocasının cesedinin yanına bağlanarak diri diri yakılışı… Evlenirken çeyiz parası (drahoma) olarak az ödeme yapan kadınların, kaynar suyla haşlanması…

Çin’de uygulanan tek çocuk politikasında, erkek çocuk tercihi sebebiyle; kız bebeklerin nehirlere atılması… Afrika’nın bazı bölgelerinde kadınların yaratılışlarına uymayacak şekilde cerrahî müdahale yapılması…

Dünyanın birçok yerinde, sistematik tecavüzün bir savaş vasıtası olarak görülmesi… Güney Afrika ülkelerinde sokak çetelerinin sürekli kadın ve çocukları taciz etmeleri…

Filipinlerde kız çocuklarının bizzat aileleri tarafından Japonlara köle olarak satılması… ve daha nice nice yüz kızartıcı, yürek karartıcı haber…

Elbette bu gerçeklerin hiçbiri ört bas edilmemeli, aksine bahsi geçen UNICEF vb. kuruluşlar bu problemlerle mücadelede daha tesirli mekanizmalar üretmeli. Raporlar yazıp, tespitler yapıp bırakmamalı. Yaptırımlar devletlerarası münasebetlere kurban edilmemeli. Tabiî asıl maksat, bu problemlerle mücadele edip masumları müdafaa etmek ise…

Ancak gerçek niyetin bu olduğundan şüphe etmemize sebep olan durumlar var. Sanki batı, bu meseleleri çözmekten ziyade ikinci sınıf saydıkları toplumlar üzerinde bir sopa gibi kullanmak niyetinde… Çünkü asıl maksat, kadınları müdafaa etmek olsaydı; önce işgal ve sömürü altındaki ülkelerin halkından değil, bizzat kendi ülkelerindeki kadınların meselelerini çözmekle işe başlardı.

Kadın meselelerini kültür emperyalizminin vasıtası olarak kullanmaya çalışan batılılar, aslında bunu yaparken çok önemli bir gerçeği de perdelemeye çalışıyorlar:

Gerçekte, «ileri» ülkelerde de kadınların hâli pek iç açıcı değil.

Elbette eğitimsizlik ve yoksulluğun kol gezdiği ülkelerde kadınların hâli çok daha kötü olsa da, zengin ülkelerin kadınları da zenginlikten eşit pay almıyorlar. Çünkü bu ülkelerde de kadınlar ucuz emekçi olarak görülüyorlar.

Başta göçmenler olmak üzere eğitim seviyesi düşük, yaşı ileri ve fizikî cazibesi az olan kadınların büyük çoğunluğu; çok düşük işlerde çalışıyor ve çok az kazanıyor. Genç ve cazibeli kadınların ne şekilde istismar edildikleri de zaten hepimizin malûmu… Geçtiğimiz yıllarda İngiltere’de bir bayan profesör, genç kızlık yıllarında fuhuş yapmak zorunda kaldığını itiraf etti. Profesör olabilecek kadar zeki ve çalışkan bir genç kadının bile, başına bu gelebiliyorsa gerisini varın siz düşünün…

Bugün dünyada menkul ve gayrimenkul servetin yüzde doksandan fazlası, erkeklerin elinde bulunuyor. Bu sebeple artık zengin ülkeler de dâhil bütün dünyada, yaygın bir «kadın yoksulluğu»ndan bahsediliyor. Üstelik nikâhsız hayatın ve boşanmaların hızla arttığı bir dünyada, çocukların geçimi ve bakımını anneler tek başlarına üstleniyorlar.

Nikâhsız hayat düzeninde ise erkekler; kadın ve çocukları ayak bağı olarak görüp terk ederken, merhametleri sebebiyle bunu yapamayan anneler, desteksiz kalıyorlar. Çocuklarını geçindirmek için; kendini istismar ettirmek de dâhil, her işi yapmaya mecbur oluyorlar…

Fıtrî annelik duygusundan da mahrum kadınlar ise, yüreklerine taş basıp çocuklarını terk ediyorlar. Hattâ geçtiğimiz günlerde bir haberde; Rusya’da bir kilise vakfının, çocukların soğuk beton üzerinde bırakılmaması için «otomatik ısıtıcılı bebek kutularını» hizmete sunduğunu okuduk.

Kısacası kadın problemini gelenek-modern karşılaştırması üzerinden tanımlamak, asıl meseleyi görmeye pek de hizmet etmiyor.

Batı dünyası; bir avuç zengin aileye mensup veya yüksek derecelere ulaşma şansı yakalamış kadını vitrine çıkararak, kendi ülkelerindeki kadın problemlerini perdeliyor. Bu kadınlara; cahilî gelenek düzeninin ezdiği kadınların meselelerini konuşturarak, kendisine hâkim bir rol biçiyor.

Ülkemizdeki birtakım kadın kuruluşları da âdeta kendi ülkelerini gammazlamak istercesine; «Kadına yönelik şiddet, cins kırımı noktasına ulaştı.» diye feryâdı basıyor.

Emniyet raporları; mevcut cinayetlerden sadece beşte birinde maktûlün kadın olduğunu, kadın cinayetleri içinde namus ve töre cinayetlerin nisbetinin yaklaşık yüzde yedi olduğunu bildirdiği hâlde; «namus kavramı ve ailenin mukaddesliği anlayışı, katlanarak artan kadın cinayetlerinin birinci sebebi» diye yaygara yapıyorlar.

Oysa kadını geleneklerin ezmesiyle, modern-kapitalist düzenin ezmesi arasında önemli bir fark yok. Her ikisinde de kadın, çocuk, yaşlı, eğitimsiz, engelli ve benzeri zayıfları; adalet ve merhamet mahrumu güçlüler eziyor.

Dünyaya düzen getirme iddiasındakilerin tek yaptığı; yazdıkları raporlarla, nazarları istedikleri yöne çevirmekten ibaret.

Acaba gerçek amaç ne; kadınların sıkıntılarını çözmek mi yoksa ülkemiz üzerinde baskı oluşturmak isteyen kesimlere malzeme sağlamak mı?