ÇARŞI AĞASI!..

YAZAR : Ahmet ZİYLAN

Kalplerde ve zihinlerde iyice yer etmesini istediğim bir husus:

Dürüst olan kazanır!

Belli hakikatler, ekmek gibi su gibi. Hiç bıkmadan tekrar tekrar söylemekte fayda var. Üstelik herkesin bildiği bir gerçek gibi görünse de; aslında, tam tersi propaganda hiç hız kesmeden tekrarlanıyor.

Şeytan ve şeytanca düşünen birtakım insanlar sürekli şu propagandayı yapıyor:

Dürüst olursan kazanamazsın! İşin hakkını vermeye kalkarsan, işin üstesinden gelemezsin. İşçinin, ustanın, malzemecinin hakkını verirsen sana ne kalacak? Köşeyi dönmenin yolu, alavere dalaveredir!..

Hâlbuki, hayat tecrübesiyle gördük ki, bunların en ufak bir gerçekliği yok…

Herkes rızkını bir şekilde bulur. Herkes bir şeyler yapar ve karşılığını alır. Nasıl yaptıysa, hangi niyetlerle yaptıysa; karşılığını o şekilde, ona uygun şekilde alır.

Doğru, dürüst, temiz, sâdık şekilde yaptıysa; kazancı da o çizgide, temiz, düzgün ve bereketlidir.

Yalanla, dolanla, kalitesiz bir şekilde, art niyetle yaptıysa; karşılığı da ona uygun olarak, bereketsiz, pis, mülevves şekilde gelir.

Halk irfanı bunu defalarca görmüş; «Haydan gelen huya gider!» demiş.

Biz de tecrübelerle yaşadık ve gördük.

Bir inşaat tecrübesi…

Küçükköy’den bir arsa aldık. Kendimize işyeri yapacağız. Dedik ki:

“Biz, işimizle meşgulüz. Bir de inşaatla uğraşmayalım. Bunu bir müteahhide verelim.”

Elif İnşaat diye bir şirket çıktı karşımıza. Sahibi de mühendis. Tatlı dilli, hoş sohbet bir adam. Ne zaman gitsek;

“–Ezan okunuyor, haydi namaza gidelim.” diyor. Bizde müsbet bir intibâ uyandırdı.

«Bu adam, fâhiş bir kâr istemez, makul bir kârla da bu işi yapar.» diye düşündük. Pazarlık ettik. Bir fiyat üzerinde anlaştık. Götürü usûlü işi verdik. 450 metrekare üzerine, iki katlı bir inşaat.

Projeyi Küçükköy’de Bulgar göçmeni bir mimara çizdirdik. Ruhsatı da o aldı. Bir süre sonra Bulgaristan’dan gelirken bir trafik kazasında vefat etti. Genç, iyi bir insandı, Allah rahmet eylesin.

Biz daha önce inşaat yaptırmış değiliz. Tecrübemiz yok. İnşaat başladı. Müteahhit istiyor, biz parayı veriyoruz. İnşaatı merak ediyoruz, görmeye gidiyoruz. Ortağım ve eniştem Halit KÜRKÇÜ’yle müteahhit birlikte, başlıyorlar, biraz da lâubali bir şekilde konuşmaya… Gevezelikten işe, inşaata sıra gelmiyor…

İnşaatın kabası bitti. Benim dikkatimi çekti:

“–Yahu kardeşim! Sen bu inşaatı bitirdin ama bu kirişler zayıf. Projeye bakıyorum, bir kirişte 18 milimlik dokuz tane demir olması lâzım. Fakat dikkatle bakıyorum. Sen altı tane koymuşsun.”

Dedi ki:

“–Sen ne diyorsun yahu, bizim yaptığımız inşaat, yapılanların belki yüzde doksan dokuzundan daha iyi. Sen projeye ne bakıyorsun! Onlar ellerinde cetvel, masa başında çizerler. Doğru-dürüst hesap bile yapmazlar. Yazar verirler. Maksat yazılı olsun. Bu işi, uygulamayı yapan adam bilir!”

Sonra bir de ekledi:

“–İstersen projenin yanlış olduğunu sana ispat edeyim…”

“–Nasıl ispat edeceksin?”

“–Bak, şu kirişe dokuz tane on sekizlik demir koymuş. Bu yirmi santimlik kirişe, on sekiz milimlik demirden dokuz tane koyarsan kaç santim yapar? On altı santim. Her birinin arası üç milim kalır. Üç milime harç girer mi? Elbette girmez. Harç girmeyince demirin ne mânâsı kalır? İşte buradan anla!”

Ben de;

«Mantıklı» diyorum. Hakikaten de girmez. Fakat adamda içime sinmeyen bir şeyler var. İnşaat neredeyse bitti fakat benim midem bulanmaya devam ediyor.

Adamın havası yerinde. Biz inşaatı görmek, olan biteni anlamak istedikçe;

“–Filân yere bir vaiz gelmiş, çok güzel vaaz ediyor. Gelin oraya gidelim…”

“–Şurada bir lokanta açıldı, çok güzel kuzu çeviriyorlar. Geçenlerde gittik; öyle güzel ki, haydi sizi oraya götüreyim.” diyerek bizi konudan uzaklaştırıyor.

Ben düşündüm; «Ne yapayım, ne yapayım?»

Dedim: “Projeyi çizen mimar vefat ettiyse de, dükkânı duruyor, yardımcısı devam ediyor. Gideyim onlara danışayım!”

Vardım:

“–Kardeşim! Bizim inşaatın projesini siz yaptınız. Mimar öldü. Fakat sen de bu projeden iyi-kötü haberdarsın. İnşaatta projeye uymayan şeyler var; benim midem bulanıyor. Sen gel de bizim binayı bir kontrol et!”

Adam geldi baktı. Dedi ki:

“–Yahu bu müteahhit, hırsızın teki! Bu adam, binayı öldürmüş. Siz bunun içinde nasıl yaşayacaksınız? Olmaz böyle bir şey!”

Müteahhide yaptığım itirazı ve bana verdiği cevabı naklettim. Dedi ki:

“–Bak, sen işi bilmediğin için seni kandırmış. Tabiî ki kirişi yirmi santim yaparsa dokuz tane on sekizlik demir sığmaz. Ama kiriş yirmi santim değil, otuz santim olacaktı. Hem kirişi yirmi santime düşürmüş. Hem de demiri altı tane koymuş. Her tarafı böyle.

Bu olacak iş mi yahu! Ben şimdi belediyeye gider, hemen bunu bildiririm. Gelip burayı mühürlerler. Bunun mes’ûliyetine ben giremem. Bu bina başınıza çöker.”

“–Aman yâ Rabbi!”

Başımızdan aşağıya âdeta kaynar sular döküldü. Müteahhidi çağırdık.

“–Mır mır mır!”

“–Daha konuşuyorsun terbiyesiz, defol!” dedik kovduk adamı. Kaldık mimar ofisinden adamla baş başa… Dedik ki:

“–Biz seni buraya, binayı mühürlet diye getirmedik ki! Mühürletmek çözüm değil. Biz, ne gerekiyorsa onu yapalım. Meseleyi çözelim…”

Adam;

“–Peki öyleyse!” dedi bir başka mühendis bulduk.

Depremden sonra güçlendirme çalışması, mantolama yaptıkları gibi, biz de kirişlerin üstlerine, yanlarına ilâve kirişler koyduk. Bitmiş binada, kolonların etrafına manto yaptırdık, kalınlaştırdık. Binayı neredeyse tekrar yaptırdık. Tabiî masraf da bir buçuğa katlandı.

Müslüman ne yapacaksa, en güzelini, en sağlamını, en doğrusunu yapacak.

Rabbimiz, Hûd Sûresi’nde;

“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” diye emretti. Efendimiz;

«Beni (içerisinde geçen bu âyetten dolayı) Hûd Sûresi ihtiyarlattı.» buyuruyor. Hakikaten, mübârek sakallarında aklar zuhûr ediyor. Efendimiz; doğruluktan zerre kadar şaşmazdı. Fakat ümmeti adına hüzünlenmişti.

Çünkü müslüman olmakla, îmân ettim demekle iş bitmiyor. Kişinin inancı, yaptığı işlerde görünmeli… Namaz diyen, vaaz diyen, hacı-hoca kisvesinde, lâfza-i celâli ağzından düşürmeyen bir insan, taahhüt ettiği, söz verdiği işi, dosdoğru yapmazsa, karşımıza ne kötü bir manzara çıkıyor.

Hazret-i Mevlânâ ne buyuruyor:

“Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol!”

Doğruluk, hele iş âlemindeki, menfaat dünyasındaki dürüstlük; öyle dış görünüşten, sözlerden, lâflardan anlaşılmaz:

Âyînesi iştir kişinin, lâfa bakılmaz!

Bu sebeple; biz bu hâdiseden kendimize de bir ders çıkardık:

Kontrol şart!..

Ne iş yapıyorsan, yaptırıyorsan; mutlaka kontrol şart… Asla bir işi, muhataplarımızın vicdanına bırakmamalıyız. Kendimiz anlıyorsak, kendimiz denetleyeceğiz; biz bilmiyorsak, erbabına mutlaka kontrol ettireceğiz.

İşin başında denetim…

Ortasında denetim…

Sonunda denetim…

Güvenmek, inanmak, itimat etmek; kontrol etmemize mânî olmamalı. Böylece, işi yürütenlere de yanlış yapma, nefsine uyma fırsatı vermemiş oluruz.

Denetimi bir prensip hâline getirirsek; hiç değilse, «Kontrolde ortaya çıkar.» endişesiyle işini düzgün yapar. Vicdanlı, namuslu, dürüst bir kişi ise, zaten kontrolden gocunmaz. Hattâ sevinir.

Nitekim misal verdiğimiz inşaat işlerinde, devlet de artık işi vicdanlara bırakmaktan vazgeçti. 1999 depreminden sonra mecburî yapı denetimi geldi. Bina yapanlar bir denetim firmasıyla anlaşıp, projenin uygulandığını resmî olarak denetlettirmek zorunda. Biz o tarihte kendi denetimimizi kendimiz yaptık. Fakat son depremde de gördük ki, anlattığımız müteahhit gibilerinin yaptığı gibi çürük binaların haddi hesabı yok. Yapı denetimi olduğu hâlde de su-i istimaller sürebiliyor.

Netice:

Küçük bir depremde bile binalar insanların başlarına yıkılıyor.

Ölümler… Sakatlıklar… Geride kalan dullar… Yetimler… Öksüzler…

Ağır veballer…

Devletin ve dolayısıyla milletin sırtına binen devâsâ bir yük…

Dev bir kul hakkı problemi…

Biz bir sürü masrafa daha girerek, binamızı olması gereken hâle getirdik.

Ya o müteahhit ne oldu?

Yanına kâr mı kaldı?

Hayır!

Aradan bir müddet zaman geçti; bir gün bir yerden taksi çağırdım. Geldi. Bindim. Bir baktım taksici, bizim inşaatı perişan eden o müteahhit:

“–Ne o, taksicilik mi yapıyorsun?”

“–Ne taksiciliği, taksi benim değil, şoförlük ediyorum.”

Taksicilik ayıp değil. Fakat firma sahibi, mühendis adam; başkasının taksisinde şoförlük yapmak mecburiyetinde kalmıştı. Çünkü o meslekte adını lekeleyince, artık itibarı kalmadı. Çalıp çırptığı da tükendi gitti. Sonunda hüsrana uğrayan kendisi oldu.

Bu dünyada her yapılan işin âhirette bir hesabı var.

Âmennâ ve saddaknâ!

Fakat Cenâb-ı Allah, yapılanların karşılığını ekseriyetle bu dünyada da veriyor. Bu dünyada da dürüste dürüstlüğünün, hırsıza hırsızlığının karşılığını tattırıyor.

Behlül Dânâ’nın dediği gibi:

Harun Reşid, bir gün Behlül Dânâ’nın hikmetinden, irfanından istifade etmek için, onu çarşı ağası tayin etmiş.

Behlül sormuş:

“–Nasıl yapılır bu iş? Ben ne yapacağım?”

“–Çarşıyı, esnafı kontrol et… İyileri mükâfatlandır, kötüleri cezalandır. Böylece herkes işini iyi yapsın…”

“–Peki.”

Çıkmış çarşıya… Varmış bir fırına… Ekmekçiye sormuş:

“–Kaç senedir ekmek yapıyorsun?”

“–Dokuz senedir.”

“–Peki, dokuz senedir işlerin nasıl?”

“–Sorma! Bir türlü borçtan kurtulamadık.”

“–Ekmek kaç gram?”

“–Şu kadar?”

Tartmış eksik:

“–Niye bu eksik?”

“–Eksik yapıyoruz o hâlde borçtan kurtulamıyoruz. Tam yapsak nasıl kurtulacağız? Para mı kazanıyoruz ki, bir de bir sürü fırınla rekabet ediyoruz.” diye bir dolu boş lâkırdıyla kendini savunmaya çalışmış.

Behlûl Dânâ, sesini çıkarmamış. Başka bir ekmekçiye gitmiş:

“–Kaç senedir bu işi yapıyorsun?”

“–Bir senedir.”

“–Nasılsın?”

“–Biraz borcumuz vardı, ödedik elhamdülillâh. Karnımız doyuyor, yaramaz bir şey yok.”

“–Ekmek kaç gram?”

“–Şu kadar…”

Tartmış, tam çıkmış.

Harun Reşid’e gitmiş:

“–Ben çarşı ağalığından vazgeçtim. İstifa ettim.”

Sultan; «Niye?» diye sorunca, şu mânidar cevabı vermiş:

“–Gördüm ki, çarşıda iyi yapanı mükâfatlandıran, kötü yapanı cezalandıran bir Çarşı Ağası zaten var. Bana hiç gerek yok!”

Hikmet dolu bir kıssa…

Fakat görebilene, idrak edebilene…

“Eksik yapıyoruz, geçinemiyoruz; tam yapsak hâlimiz ne olur!” diyerek gramajdan çalan, bereketsizlikle cezalandırılıyor.

“Hâlimize bin şükür!” deyip işin hakkını veren, bereketle mükâfatlandırılıyor.

Her şey maddî kazanç ve başarı da değildir.

İnsanın hayatta en mühim kazancı itibarıdır, haysiyet ve şerefidir, yüz aklığıdır. Onu kaybederse, trilyonlar harcasa geri alamaz.

Dürüst olanlar, işlerini güzel yapanlar tercih edilirler. Böylece daha çok iş ve daha çok sorumlulukla karşı karşıya kalırlar. Dürüst olmayan, tembel ve içten pazarlıklı olanlar, onların bu hâline güler. Fakat neticede biri, itibarını sıfırlar; diğeri, en yüksek noktaya çıkarır.

Köylerde çobanlar olur. Köyün davarını güderler.

İki çoban düşünelim: Her birine ellişer koyun verirler.

Biri tertemiz güder getirir.

Diğeri ise dağıtır. Kimisini dağda kor, kimisini bağda kor.

Dağıtanın hâlini görünce beceremiyor diye koyunlarını azaltırlar. Ondan on tane alıp, başarılı olana verirler. Birisi kırk olur, öbürü altmış… Yine yapamaz, biri düştükçe düşer, diğeri çıktıkça çıkar…

İhmalci olan der ki:

“–Aptala bak! Akşama kadar üç yüz koyunla uğraşıyor. Hâlbuki ikimiz de aynı ekmeği yiyoruz. Çok iş başarıyor da daha mı fazla kazanıyor sanki!”

Hâlbuki o iki çoban aynı ekmeği yer ama; birinin itibarı olur, diğerinin itibarı olmaz. Hem bu dünyada hem öbür tarafta…

“Güzel davranışın karşılığı mutlaka güzelliktir.”

Er veya geç…

Bugün olmazsa yarın…

Dünyada olmazsa âhirette…

Gün gelir, itibar kazanan kişi, bir hususta tercih sebebi olur, diğeri hep «beceriksiz, üç koyunu güdemeyen bir adam» olarak kalır.

Dürüst olan, işini güzel, sağlam, doğru, kaliteli vasıflarda yapan kişi; hiçbir mükâfat, ücret veya karşılık görmeyeceğini bilse de, işini hep o yüksek kalitede yapacak kişidir. O, karşılık beklemez. Fakat; Allah güzeldir, güzeli sever, ihsanı ihsan ile mükâfatlandırır.

Diğer tarafta, karşılık beklentisi içinde olan kişi; ancak ücreti kadar dürüst, menfaati kadar sağlam, karşılığı kadar iyi olur ki, hesaplar içerisinde boğulur.

Bir öğretmenin, öğrencileriyle ücreti kadar ilgilenmesi söz konusu olabilir mi? Bir imam-hatip, maaşı az diye camiye ve cemaate göstermesi gereken alâkayı düşürebilir mi? Bir doktor, bir hemşire, bir polis, bir asker hâkezâ… Bunlar -ne olursa olsun- fedâkârlık meslekleridir. Onlar için meslek haysiyeti ve vazife şuuru; her türlü taltifin, ücretin ve mükâfatın üzerindedir.

Ticaret ve sanayi içindeki insanların da, işlerinde; insanlara hizmet götürme şuurunu, kâr elde etme arzusunun önünde tutmaları gerekir. Bunu başarabildikleri nisbette, itibar ve âhiret ecri gibi mânevî kazançları da, başarı ve bereket gibi dünyevî kazançları da elde ederler.

Çünkü bu dünya çarşısının, kalplerden geçenleri dahî bilen bir ağası vardır.

Mevlâ’m yaptığı işin hakkını verenlerden, dürüst çalışanlardan, hakka-hukuka saygılı olanlardan eylesin.

Âmîn…