ŞEKİLDE DEĞİL ÖZDE

YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Sizin de dikkatinizi çekti mi bilmiyorum; hızla yaygınlaşan alışveriş merkezlerinde çalışanların da alışveriş yapanların da çoğu genç insanlar. İstanbul’un dört bir yanında birbiri ardınca yükselen gökdelenlere hiç gitmedim ama oralarda da durum böyleymiş.

Eleman ilânlarından da belli; çoğu ilânda 35 yaşını geçmemiş, iyi görünen, giyimine özen gösteren elemanlar aranıyor. Hattâ bazı kariyer tavsiyelerinden anladığımız kadarıyla mülâkatlar esnasında elemanların dış görünüşüne fazlasıyla dikkat ediliyormuş. Bilhassa bayan elemanlarınkine…

İster kadın olsun ister erkek olsun elemanlarının ortalamanın üzerinde bir gösterişe sahip olmasına özen gösteren birçok firma olduğunu da okuyoruz. Hattâ elemanlarının hepsinin cetvelle ölçülmüş gibi aynı boyda ve uzun boylu olmasına dikkat edenler de varmış.

Belki birçok kişi bunları bahis mevzuu etmemi bile fuzûlî görüyordur. Öyle ya devir imaj devri, tabiîki firmalar vitrinlerine koyacakları elemanları seçerken genç olmalarına ve fizikî özelliklerinin düzgün olmasına dikkat edecekler…

Ne de olsa modern zamanlarda gençlik ve cazip fizikî özelliklere sahip olmak pek revaçta. Hayranlık uyandıran bu özelliğe sahip olan kişilerin firmaları temsil noktalarında değerlendirilmesinden daha tabiî ne olabilir ki?

Önceleri firmalar, kendilerini temsil edecek reklâm yıldızlarını böyle göze hitap eden kişiler arasından seçerdi. Sonra fuarlarda, reyonlara nezâret eden boylu poslu, gösterişli, genç elemanların sırf bu işi yapmak için yetiştirildiğini ve ilgili ajanslardan kiralandığını duyduk. Demek ki bununla yetinmeyenler bir adım daha ileri giderek mağazalarında boy gösterecek elemanları da göze hitap eden kişiler arasından seçmeye başlamış. Öyle ki artık yüksek sesle söyleniyor; bir genç kızın iş bulması ve bol para kazanması açısından fizikinin düzgün olması fizik mühendisi olmasından daha iyi…

Bütün bunlar sadece piyasa şartlarından ibaret kalsa söylenecek bir şey yok; ama malûm, bir şehrin çarşısı o toplumun değerlerini göstermek bakımından önemli işaretler taşıyor. Hele hele çarşının hayatın merkezi hâline geldiği ve âdeta eski zamanların mâbedlerinin yerini aldığı günümüz şartlarında…

Kim inkâr edebilir ki, günümüzde eğitimin gayesi ve hayatın en müessir unsurunun ekonomi ve iş dünyası olduğunu…

Herkes iş bulmak için okuyor. İş bulunca da çalışma hayatına göre biçim alıyor. Meselâ iş saatlerine göre yatıyor-kalkıyor, yiyor-içiyor, ibâdet yapıyor veya belki de -çok önem vermiyorsa- yapmıyor.

Bu durumda da piyasanın belirlediği değerler kısa zamanda toplumda yaygınlaşıyor. Meselâ piyasa daha çok gençlere, gösterişli ve cazip kişilere değer veriyor ya; bu kişilerde ânî bir özgüven fazlalığı meydana geliyor. Bunu etrafınızdaki gençlerin hâl ve tavırlarında görebiliyorsunuz.

Otobüse biniyorum, gençler oturacak bir yer kapmışlarsa etraflarına hiç bakmıyorlar. Ne bebekli bir anne, ne ayakta güçlükle duran emekli bir amca onları ilgilendirmiyor. Hattâ uyku numarası yapmaya veya gözlerini dışarıya dikip görmemiş gibi yapmaya bile ihtiyaç duymuyorlar. Bilâkis gayet benmerkezci bir edayla, rahat rahat oturup, etraflarına arsız arsız bakıyorlar. Hattâ başlarında dikilen kişilerden biri dengesini yitirdi de biraz rahatsız ettiyse ters ters bakabiliyorlar. Öyle bir kendine güven, öyle bir şımarıklık…

Okullarda, işyerlerinde öyle öğretiyorlar demek ki. Öyle ya, kişisel gelişim ve kariyer dergileri öyle demiyor mu? «Kendinize güvenin! Utangaçlığınızı yenin!»

Hani bir eşya almışsınızdır da yanlış beden çıkmıştır, değiştirmeye gidersiniz. Satarken yalan yanlış gülümsemiş eleman birden bire soğuklaşıverir. Soğuklaşma yeterli değildir; konuşmalarındaki, hâl ve tavırlarındaki ukalâlığı anlatmaya. Gayet tepeden tavırlarla böyle bir talepte bulunduğunuza bin pişman etmeye çalışırlar sizi… Benzerini bir sürü işyerinde veya çağrı merkezlerinde görmüşsünüzdür.

«İnsanları kırmayan, sert konuşmaya yüzü tutmayan hayâlı gençler kaldı mı acaba dünyada?» diye aklınızdan geçiriverirsiniz bir anda. Ve hattâ hayaliniz çok uzaklara gider; «Allâh’ım! Çocuklarıma hayırlı hanım, hayırlı bey ver. Böyle tipleri benim karşıma gelin diye, damat diye çıkarma!» diye duâ ederken bulursunuz kendinizi…

Aslında o gençlere kızmak çözüm değil, onlara güzel ahlâk ile terbiye vermeyip gençlik enerjilerini sömürmek için ellerine bolca para tutuşturanlara kızmalı…

Elbette gençlik çağı kişinin beden ve zihin kabiliyetinin eğitime en elverişli olduğu bir çağ. Hem teknoloji hızla gelişiyor. Yeni araçları kullanmayı gençler çok daha çabuk öğreniyor. Artık bu devirde güngörmüş bir ihtiyarın tecrübeleri çok da işe yaramıyor.

Eski devirlerde olsa hayatın hemen her sahasında ve her meslekte hayat tecrübesine sahip olmanın getirdiği ustalığa değer verilirdi. Ama artık o devirler çok gerilerde kaldı. Artık yükselen değer «gençlik».

Ama şu gerçek unutuluyor: Gençlik, aynı zamanda sahip olunan nimetlerin en çabuk gelip geçeni… Bu sebepten eskiler; gençlik enerjisini, eskimeyen değerlere yatırım yaparak değerli hâle getirmeye önem verirlermiş.

Bu gayeyle de gençlere ilk önce haddini bilmeyi öğretirlermiş. Öğretirlermiş ki erken yaşta gelen başarılarla kibirlenmesin, kendini bir şey zannedip olgunlaşmaktan büsbütün mahrum kalmasın.

O zamanlar gençlere; kendilerine rehberlik edecek, hatalarını düzeltmesi hususunda yol gösterecek bir ustaya çırak olması öğretilirmiş.

Çıraklar ilk evvelâ ustalarının elinden öper, tecrübelerinden kendisini faydalandırsın diye alçakgönüllülükle hizmet edermiş.

Şimdilerde gençlerden böyle bir şey beklenmiyor. Hattâ tam aksine hiç eğilip bükülmesin, kimseye minnet etmesin diye kolay işlerden bol para kazanabileceği iş imkânları sunuluyor önüne…

Böylece evin en küçüğü belki emekli babasının aldığı maaşın iki-üç katını alıyor, gün boyunca kısa etekle dolaşıp ona buna gülümseme karşılığında!.. Anne de eğer maddiyatçı bir kafa yapısına sahipse evin ihtiyaçlarını kocasından değil kızından istiyor ve ona en ufak bir lâf ettirmiyor. Hiç düşünmüyor, «Peki gençlik geçince ne olacak?» diye…

Hepimizin başımızı avuçlarımızın arasına alıp düşünmemiz gerekiyor. «Nereye gidiyoruz?» diye…

Geçtiğimiz asrın çeşitli dönemlerinde; birçok ideolojinin toplum mühendisliğine girişmesi, ancak toplum düzenini ıslah etmek bir yana büsbütün ifsat etmesi neticesinde, günümüzde en geçerli değer; kendi hâline terk etmek; körü körüne bir özgürlük anlayışıyla; «Bırakınız yapsınlar!» demek olmaya başladı.

Bu anlayışın neticesinde de nefsâniyetin dizginleri büsbütün salıverildi ve bütün süflî temâyüllerin yolları açıldı.

Bu terbiye boşluğundan istifade ile nefsin kibir temâyülü de kendisine akacak uygun bir mecrâ buldu.

Gençler arasında bencillik, vicdansızlık, umursamazlık, sabırsızlık ve bunlarla alâkalı kötü huylar hızla yaygınlaşmaya başladı. Sağda-solda ağzını yaya yaya konuşan gençlerin bu huylarını mârifetmiş gibi savunduklarını görüyoruz. Evliliğini yürütemeyişine, çocuğuna annelik-babalık yapamayışına bakmayıp eline geçen üç kuruş maaşla gururlanan gençler…

Onlar aslında birer kurban… Şimdi gençliği, güzelliği yerindeyken kolayca para kazanışına bakıp kendisini bir şey zanneden, tüketildiğini göremeyen zavallılar…

Henüz kendini sınamamış, hayat yokuşunda düşüp kalkmamış olmaktan kaynaklanan acemîlikle en kıymetli sermayelerini hoyratça harcayıp ziyan ediyorlar. Peki, bizler gençlerimiz için hiçbir şey yapmayacak mıyız?

Bu ümmetin gençlerinin terbiyesini, topluma hâkim maddiyatçı düzenin eline mi bırakacağız?