GEL KARDEŞİM!

Ahmet ZİYLAN

Arkadaşlık, komşuluk, dostluk…

Hayatımızda farkına varsak da varmasak da büyük bir etkiye sahip…

Sadece gençler, çocuklar için değil, yetişkinler için de…

Komşuluk sadece evlerde, apartmanlarda değil; dükkân komşuluğu da çok mühim… Yeter ki imkânlar; birlik-beraberlik için, dayanışma için, birbirimize iyiyi, doğruyu, güzeli anlatmak için fırsat olarak kullanılabilsin.

Biz çalışırken, üretirken, kazanırken; daima çalışanımıza, müşterimize, eşimize-dostumuza, komşumuza faydalı olmak prensibiyle hareket ettik, bunun bereketini de gördük. Bencil, sadece kendini düşünen bir anlayışla, insan; sadece dost kaybetmez; itibarını, kredisini, başarısını da kaybeder. Düz mantıkla, bencillik insana bir şey kazandıracakmış gibi görünür. Fakat hâdiselerin akışını hikmetle tefekkür edince; bencilliğin kaybettirdiği, başkasını düşünmenin kazandırdığı müşahede edilir.

İstanbul’a taşınmadan önce Gaziantep’te Mütercim Asım Caddesi Arif Dâi Sokağı’nda mülkiyeti İhsan DÂİ’ye ait olan dükkânda ayakkabıcılık yapıyordum.

İstanbul’a geldiğimizde, tedbir olarak Antep’teki dükkânımızı kapatmamıştık. Büyükşehirde tutunup tutunamayacağımızdan tam emin olamıyorduk. Eğer İstanbul’da işimiz bozulursa, eski düzenimize kolayca dönebilmek düşüncesi vardı.

Gemileri yakmak derler ya, bizimkisi tam tersiydi. Bir ihtiyat payı bırakıyorduk…

Bu ihtiyat, bizi çok derinden etkileyen başarısızlık korkusuydu. Kırk sene oldu, hâlâ zaman zaman rüyama girer. İşlerim bozulmuş, memlekete dönecekmişim, dükkân hazır değilmiş ve benzeri… İki-üç ayda bir o günlere döner, bu tarzda bir rüya görürüm. Demek ki içime işlemiş.

Antep’teki dükkân sahibimiz İhsan DÂİ idi. Hani daha evvel bizi zorla çıkaran Naci DÂİ’nin yeğeni… Fakat, İhsan DÂİ, Naci DÂİ’den çok farklı… İnsanlarla, kiracılarıyla münasebetleri çok güzel. Herkes, çok tatlı bir insan olduğuna şahit.

Şu hâdise nasıl bir insan olduğunu anlatmaya yeter:

İhsan DÂİ’nin kiradaki dükkânlarından birinde; yan komşumuz arkadaşımız, meslektaşımız Servet SEVİNÇER’in dükkânında bir gece yangın çıktı. Geldik baktık ki her şey kül olmuş. Adamcağız karşı duvarın dibine oturup, bu acı manzarayı çaresiz bir şekilde seyre dalmış. Etrafta konu komşu, esnaf… O sırada, İhsan DÂİ geldi. Neticede dükkânın mal sahibi… Şöyle bir bakındı. Herkes bekliyor ki, kızacak;

“–Dikkat etmiyorsunuz, dükkânımı yakmışsınız. Taşlar da şimdi yanmıştır. Bir sürü masraf açtınız…” diyecek. Azarlayacak, öfkelenecek…

İhsan DÂİ, öyle demedi; üzüldü;

“–Geçmiş olsun, Allah beterinden saklasın!” dedikten sonra seslendi:

“–Şu Marangoz Hayri’yi çağırın!” Birisi gitti, çağırdı geldi. Dönüp marangoza;

“–Bu adam mağdur olmuş. Hemen bu dükkânın ön cephesini yap, vitrinini yap, camlarını da tak, gel parasını benden al!” deyince oradakiler;

«Ben şunu yapayım, ben bunu yapayım…» dediler yangınzedeyi ayağa kaldırdılar.

Şimdi bu adam sevilmez mi? Sadece dükkânı yanan kiracı değil, olaya şahit olan herkes, adamı takdir ediyor, seviyor. Çünkü insanlar, sadece kendilerine iyilik yapanları değil; cömert, başkasını düşünen insanları severler. Fakat bencil, sadece kendini düşünen cimri kişiler, bunu yanlış yorumlarlar. Cömertliğin takdir edilmesini, menfaatlerine göz dikilmesi olarak telâkki ederler. Kimsenin takdirine, sevgisine ihtiyaç duymadıklarını söylerler.

Esnaftan ağzı kalabalık biri gitmiş, Naci DÂİ’nin oğluna demiş ki:

“–Yahu kardeşim! Bak şu karşımızda amcanızın oğlu İhsan DÂİ var. Geçen gün arabası bozulmuş, yürümedi. Esnaf hemen dükkândan çıktı, onun arabasını itti, yardım etti; hepsi sevgi ve muhabbet gösterdiler. Siz, bir merhabayı zorla veriyorsunuz. Biraz onun gibi olun.”

O da demiş ki:

“–İhsan abim, herkese merhamet eder. Merhamet ettiği için de kimseden yeteri kadar para alamaz. Eee böyle olunca tabiî eski arabaya biner. Neticede de onun bunun itmesine muhtaç olur.

Biz ise yeni araba alırız, kimsenin itmesine muhtaç olmayız. Sizin de yardım etmenize ihtiyacımız yok!”

Bu bakış açısı kimseye bir şey kazandırmaz. İnsan; itibarıyla, çevresinden gördüğü hürmetle ölçülür. Kazandığını da ancak bu şekilde huzur ile harcayabilir.

Belki lüks arabanla kimsenin iteklemesine ihtiyacın olmaz. Belki ihtiyaç olsa, itekleyecek adamı da parayla tutar, kimseye yine muhtaç olmazsın. Fakat bir gün can bedenden çıkar, gider. «Nasıl bilirdiniz?» sualine cevap verecek dört omuz üzerinde, paranla, servetinle değil; amellerinle, varsa hayır-hasenâtınla baş başa kalacağın kabrine doğru yine götürülürsün. O gün; para, servet, makam, azamet hiçbir şey ifade etmez. O gün, geçen tek akçe; temiz bir kalptir; takvâ, ihsan, cömertlik, dürüstlük, güler yüzlülük ve tevâzudur.

Bu gerçeği çok iyi bilen İhsan DÂİ’nin dükkânını bir buçuk sene kadar daha hazırda tuttuk. Kirasını veriyoruz, boşta bekliyor. O aralar, bana gidip geliyorlar:

“Hava parası beş bin lira verelim, dükkânı bize devret! On bin lira verelim, sekiz bin lira verelim!..”

O zamanlar bu teklifler iyi para. Fakat ben; «Yok!» diyorum.

Sonunda İhsan DÂİ bize bir mektup yazdı:

“Dükkânı kullanmıyorsun. Lütfen bana ver. Ben arabamı koyacağım. İhtiyacım var.”

Mal sahibi böyle deyince Antep’e geldim. Sene 1972 idi… Dükkânı hemen boşalttım. Dükkânın içinde ıvır zıvır malzemeler var. Onları kaldırıyoruz. Çarşının içinde olduğu için herkes gelip soruyor:

“–Ne yapıyorsun?”

“–Boşaltıyorum, mal sahibine lâzımmış.”

“–Deli misin? Niye boşaltıyorsun. Seni çıkaramaz ki. Sen, kimden olsa; beş-on bin lira hava parası alırsın bu dükkâna. Niye veriyorsun ki, mahkemeye verse ne yapabilir ki? Hiçbir şey yapamaz, iki-üç sene uğraşır.”

O öyle diyor, bu öyle diyor.

Biz ise dedik ki:

“–Yok yok, İhsan DÂİ iyi bir adam. Mahkemelik olsak, kaç sene uğraşmak gerekir, o üzülür de, biz üzülmez miyiz? Üzülmek tek taraflı olur mu? Mahkemeyle uğraşmaktan iş göremezsin. Dükkânın zaten boş bile olsa kirasını vereceksin. İşin doğrusu karşı tarafı da üzmeden çıkmak.

İyilik seven insana, iyilikle muamele etmek; onu üzmemek lazım.

Fakat bu hâdiseden bir ders de çıkarmayı ihmal etmedik.

Bana; «Niye çıkıyorsun, hava parası al, dükkânı devret!» diye akıl verenlere dedim ki:

“–Bugün ben dükkândan çıkarım, yarın sen… Çünkü mal sahibidir, elinde kontrat var, taahhütname var… Asıl sıkıntı şu: Neden bizim kendi dükkânlarımız yok? Aklımızı başımıza toplayalım da bir dükkân sahibi olalım!”

“–Nasıl olacak?”

“–Bir arsa bulalım. Hep birlik olalım. Bir site yapalım. Herkesin kendi dükkânı olsun.”

“–Olur mu, kim alabilir ki?”

Orada 15-20 kişi esnaf vardı, birisi ileri çıktı:

“–Ben bir tane alırım.”

Bir başkası:

“–Ben iki tane alırım…”

Benim hiç dükkâna ihtiyacım yok. İstanbul’a taşımışım işleri. Buna rağmen bir tane de ben alırım dedim. Bir tane benim Almanya’da çalışan arkadaşım Abdülkadir BAYRAM vardı onun için alırım dedim. 25-30 tane dükkân sattık. Henüz ortada bir şey yok da, ben alırım diyen bu kadar hazır müşteri var.

Adamın bizi dükkândan çıkarması, bizleri harekete geçirdi. Bir müteahhitle anlaştılar. Hazır müşterileri görünce müteahhit, Naci DÂİ’nin büyük evini, etrafındaki evlerle birlikte satın aldı. Üç katlı, 300 kadar dükkânın bulunduğu bir site meydana geldi:

Ayakkabıcılar Sitesi.

Böylece herkesin kendi dükkânı oldu. Ya dükkân sahibi çıkarırsa, mahkemeye verirse, şu-bu derdi kalmadı. Ayakkabıcı esnafı da dağınıklıktan kurtuldu. Dükkânların toplu hâlde bulunduğu yerlere müşteri daha çok gelir. Orada bir piyasa oluşur, güven telkin eder.

Site tamamdı ama bir eksiği vardı:

Mescid yoktu.

Ayakkabıcılık mesleğinde kötü bir âdet kök salmıştı. Ustası, kalfası oturdukları yerde çalışır; bazıları da bir yandan da şarap içerlerdi. İstanbul’da, Ankara’da her yerde aynı idi. Öğleden sonraları başlarlardı demlenmeye…

Usta nasıl müsaade ediyor?

Kalfalar ücretli değil yaptığı işe göre, yani götürü çalışıyorlar. Yarı müstakil bir durum.

Böyle şarap müptelâları olan bir meslekte, din-diyanet duygusu da maalesef zayıf. Koca site yapılmış, kimsenin mescid düşündüğü yok.

1980 senesinde nasip oldu hacca gittik. Hac dönüşü, siteyi ziyarete gittim. Birçok arkadaşımız var. Sık sık ziyaret ederdim.

Birinci katı gezdim, bodrum kata indim. O sıra, karşıdaki dükkânın içinde tanıdık birkaç sîmâ ile göz göze geldik. Oraya da girmek vacib oldu. Yavaş yavaş oraya yöneldim. Kapıdan girdim, iki adım attım ki, ayağım bir su bardağına çarptı. Bardak yuvarlandı gitti. Sordum:

“–Yahu bu ne?”

“–Hiçbir şey de saklanmıyor ki. Biz, senin geldiğini gördük. Hacca gidip geldiğini de biliyoruz. Edebimizden hemen her şeyi sakladık. Fakat o boş bardağı orada unutmuşuz. O da tam ayağına geldi. Bizim foyamızı, ayıbımızı meydana çıkardı. Biz, senden sakladık ama içiyorduk.” dediler.

Mesleğin hâlini bildiğim, alışkın olduğum için, fazla bir şey demedim, çıktım gittim.

Aradan birkaç hafta geçti. Orada karşılaştığım adamlardan biri, çocuklukta beraber çalıştığımız, bir arkadaşımın vefat ettiği haberi geldi.

Maalesef son nefesini içkili bir hâlde vermişti.

Hâlbuki ben arkadaşı tanırdım, tertemiz bir çocuktu. Şu müptelâlığı dışında hiçbir kötü tarafı yoktu. İnsâniyetli, tatlı, dürüst, iyi bir çocuktu. Bu hâlde vefat etmesine çok üzüldüm. Bu kötü âdete bir son vermek, bu yolda bir şeyler yapmak gerekti.

Antep’e bir daha geldiğimde esnaf başkanını ziyarete gittim. Namazında, niyazında bir insan. Ona dedim ki:

“–Kardeşim, bu huyu terk etmek bu arkadaşları bu kötü âdetten kurtarmak lâzım. Geçenlerde ölen arkadaşımız iyi bir insandı. Fakat kök salmış bir alışkanlık var. Kendilerine zarar verdiğinden haberleri yok. Haram olduğunun, günah işlediklerinin farkında değiller. Dinden bir asra yakın uzak kalan, Orta Asya’daki bazı Türkî devletlerde de hâlen içkinin haram olduğunu hiç aklına getirmeden, normal, mubah bir şeymiş gibi tüketen birçok insan var. Dînini sorduğunda «müslümanım» diyorlar.”

“–Çare ne?”

“–Bu siteye bir mescid yapalım.”

“–Yahu, yapalım da kim gelip de namaz kılar ki?”

“–Hele bir sayalım.”

Sitede 300 dükkân var. 200-300 tane de etrafında. 600 dükkândan namaza gelecekleri sayıyoruz.

Cafer KALALAR kılar bir, Hacı Kâmil ERTAY kılar iki, Bilâl KÂHKECİOĞLU kılar üç, Abdurrahman ERBALCI kılar dört, birkaç kişi daha kılar beş, altı… Yedinciyi bulamıyoruz. Bütün site ve çevresinden altı kişi sayıyoruz; yedinciyi sayamıyoruz.

Çevrede 300 metre civarında üç tane cami var. Site 3 caminin tam ortasında. Biz; sitede mescid olsun, burayı dönüştürsün istiyoruz.

Böyle namaza gelecek yedinci bir kişi bulamayınca;

«Yahu kim gelir buraya, kim namaz kılacak? Boşuna niye yapıyoruz?» diyenler oldu. Bazıları; «Biz yapalım; mescid, cemaatini çeker.» dedi. Bazıları; «Mescidi nereye yapacağız, paramız var mı?» herkesten bir ses…

Dedim ki:

“–Boşuna filân demeyelim. Mescid bir ihtiyaç… Bu site yapılırken ben bir dükkân almıştım, orayı mescid yapalım. Çok büyük değil, eni boyu mahdut; fakat olsun mescid vazifesi görür. Şu galerinin başında hocaefendi bir ezan okur. Bunların hepsi müslüman çocuğu. Bu ezan sayesinde zamanla içkiyi terk ederler.”

“–Yahu terk etmezler, bu içenler alışmış.”

Biz istişâre ederken, belediye başkanı ve yardımcısı siteyi ziyarete geldi. Gaziantepspor’a para-yardım topluyorlardı. 1980 ihtilâl sonrası bir asker emeklisi Ahmet Turan ERTUĞ belediye başkanı olmuştu.

O an aklıma mescid işini belediye ile çözmek geldi. Benim dükkân küçük gelecek. Sitenin terasında bir yer var, fakat imara izin vermiyorlar. Dedim ki:

“–Gaziantepspor’a yardım topluyorsun da şu koca sitenin bir mescidi yok. Şu terasa müsaade etseniz de biz mescid yapsak…”

“–Yahu sadece spor mu, mescid de yaparız, niye yapmayalım?” dedi.

“–Hemen ben mühendislerimi buraya göndereyim. Bir proje çizsinler. Bizim çizdiğimiz proje üzerine yaparız. Siz kendi kafanızdan bir şey yapmayın.” diye ekledi.

Hac arkadaşım mühendis Sayın Metin ÖZKARSLI görevi üstlendi. Proje çizildi, dernek başkanı ve meyilliler mescidi yapmak için kenetlendiler.

Ben dükkânı mescid yapma niyetimden dönmedim. Dedim ki:

“–Ben dükkânı satıyorum, parasını başlangıç olarak bu projeye veriyorum.”

Hemen bir müşteri çıktı. Dükkânı sattık. Parayı Metin ÖZKARSLI’nın eline verdik: diğer masrafları da site sakinleri karşıladılar.

“–Buyur kardeşim, besmele parası bu. Hemen şu mescidi yap.”

Mescid yapıldı. Aradan bir sene geçti.

Başlangıçta gelebilecek yedinci bir kişiyi bulamadığımız o mescide cemaat sığmamaya başladı. Kalktılar yanlardan bir misli büyüttüler.

Bir sene sonra oraya da sığmamaya başladılar. Bir misli daha büyüttüler. Yer vardı önünde, devam ettiler. Yine sığmamaya başladılar. Sitede neredeyse namaz kılmayan adam kalmadı.

Bir gün Gaziantep’ten bir arkadaşım telefon etti:

“–Ahmet Usta sana müjde, sitede namaz kılmayan bir arkadaş vardı; o da namaza başladı, sitede namaz kılmayan kalmadı.”

Nasıl olmuştu bu iş?

Bir kere bunların hepsi müslüman evlâdı. Hepsinin sadrında îman var elhamdülillâh… Yanlışa alıştırılmışlar, güçlü, tesirli bir ikaz da işitmemişler. Orada ezan «Allâhu ekber» diye okunmaya başlayınca hepsi bir silkiniyorlar. İmam var. Davet var. Hatırlatma var. İşin özü, güzel, etkili bir komşuluk var.

«Gel kardeşim bırak şunu!» diyen bir komşu var.

«Gel kardeşim, namaza gidelim.» diyen bir dost var.

Mescid, içkiyi nasıl kovdu. Onu da anlattılar.

İçeride bir büfe vardı. Tost ve benzeri yiyecekler satan büfeci, müşterisi çok olduğu için şarap da satıyormuş. Mescid kurulup, ezanlar okunmaya başlayınca gidip ona demişler ki:

“–Kardeşim, burada ezan okunuyor. Sen şarap satıyorsun. Hiç olur mu?!.”

O da demiş ki:

“–Yahu, ben burada ekmek paramı kazanıyorum. Kimseye zorla satmıyorum ki, isteyene satıyorum.”

“–Yok satmamalısın. Yoksa esnaf bunu dîne saygısızlık sayar, senden alışveriş etmez. Sen başka malzemeler getir. Biz onları alırız. Sen de helâlinden kazanmış olursun ekmeğini…” demişler.

“–Benim param yok!” deyince;

“–Biz, sana biraz da para yardımı yaparız. Sonra sen bize kazandıkça ödersin.” demişler. Böylece sitenin ortasında içki satışı da ortadan kalkmış. Hattâ o şarap satan büfeci de camiye cemaat olmuş.

Bir cami ile neler olmaz ki!

Bir okul neleri dönüştürür…

Bir dernek, bir mahalleyi cennete çevirir.

Küçük görmemek lâzım bunları…

İşte ayakkabıcı esnafı kenetlendi, dünyasını kurtardı. Bir daha kenetlendi, inşâallah âhiretini de kurtardı. Bir araya gelinmezse, birlik olunmazsa, bir mescid, bir okul, bir dernek ekseninde faaliyet gösterilmezse, insanlar kendi hâllerine terk edilirlerse; bütün bu güzelliklerden mahrum kalınır. Kötü âdetler; kökleşir, silinmez. Yeni yeni hastalıklar türer. Zorla yasaklasan kimse dinlemez.

Başlangıcında fikriyle, teşebbüsüyle, ortaklığıyla katkıda bulunduğumuz o sitenin böyle bir hikâyesi var. Âcizane söyleyelim ki, bütün bu katkıları, İstanbul’da hayli faal bir işimiz-gücümüz varken yapmak nasip oldu. Yani memleketimizle, eski meslektaşlarımızla irtibatı kesmedik. Onların dünyasıyla, âhiretiyle ilgilenmeye devam ettik. Asıl takdir, Cenâb-ı Hakk’ın hoşnutluğudur. İnşâallah Cenâb-ı Allah katında makbul olur.

Ayakkabıcılar sonra o siteye de sığmadılar. Komple şehir dışında başka bir site yaptırdılar.

Eski siteyi de bir başka esnaf grubu aynı şekilde kullanıyor.

Bu yaşanmış hikâyelere bakıp, çevremizde, gözümüzün önünde sürüp giden maddî-mânevî sefâletlere çare üretmeyi öğrenmemiz lâzım. Her şeyi gelip devlet iradesi yapmaz. Sivil toplum kuruluşu deniyor bugün. Basın-yayın, dernekler, vakıflar, geçmişte ahîlik, lonca teşkilâtı, bugün odalar, birlikler… Hayır için birleşmek, kenetlenmek lâzım.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- İslâm’a davet ederken, kaç tanesi de Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- aracılığıyla müslüman oluyor. Medine’de ilk ensar, Mus‘ab bin Umeyr -radıyallâhu anh-’ın güzel davetiyle müslüman oluyor. Herkes kendi çevresine, o da kendi çevresine derken, vücuttaki damarların o kandaki gıdayı vücudun her köşesine, her hücresine taşıdığı gibi, güzel ahlâk, ibâdet gibi hususlar da her tarafa yayılmış oluyor.

Sıla-i rahim yapılmazsa, komşuluğun gereği yerine getirilmezse, kimse kimseyi düzeltmeye, ona faydalı olmaya çalışmazsa, damarlar tıkanmış demektir. O bünyede çok geçmez, mânevî krizler patlak verir. Sonunda ölüm gelir.

Sonra biz doğru, güzel bildiğimiz hususlarda birleşmesek de, eğriyi doğru zanneden, çirkini güzel zanneden birçokları birleşiyor. Farkında olarak veya olmayarak şerri yayıyor, kötülüğe hizmet ediyor. Meselâ içkiye, kumara, yanlışa alıştırıyor.

O sebeple sadece bâtıl tarafından işgal edilmemek için de olsa; hak ile meşgul olmak, komşumuzu, yakınımızı, çevremizi de hak ile meşgul etmek çabasında olmak mecburiyetindeyiz.

Cenâb-ı Allah, bizleri toplumun damarlarını açan, her köşeye; bilhassa çaresiz, kimsesiz, maddî-mânevî mânâda yoksul kimselere şifâ dağıtan, rahmet götüren kullarından eylesin.

Âmîn…