BİR ZİYARETİN ARDINDAN…

H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Bayramın dördüncü günüydü, kayınvâlidemlerle birlikte bir akrabalarının oğluna yemeğe gitmeye niyetlendik. Yeni ev almışlar; «Hayırlı olsun, güle güle oturun…» diyeceğiz…

Aslında bu ziyaretle bir taşla birçok kuş vurmak istiyoruz. Evlendiler, çocukları oldu, büyüdü gidemedik. Gidince öğreniyoruz ki kızları beş yaşına basmış.

Büyük şehirlerde akrabalık ilişkileri malûm… Eski zamanlarda akrabalar çoğu zaman aynı bahçe içindeki evlerde yahut aynı sokakta, birbirine yakın adreslerde otururlarmış. Hâlen Anadolu’da öyledir. Hattâ Anadolu’dan İstanbul’a göç ettikten sonra da bir zaman bu âdet devam ettirilmiştir. Anne-baba ve kardeşler; aile apartmanının birer katında otururlar. Çocuklar beraber büyütülür, yaşlı anne-babaya beraberce bakılır. İşler yardımlaşarak yapılır. Aileden bir kızın çeyizi mi hazırlanacak, elbirliği yapılır. Bir delikanlı okula mı yazıldı yahut askere mi gidecek, büyükleri cebine harçlığını koyar…

Bu âdetler sadece akraba olan komşular arasında değil, akraba olmayan komşular arasında da cârîdir. Hâlâ bu âdetleri sürdüren az sayıda mahalle vardır. Buralarda hayatın acı-tatlı her yönü paylaşılır. Dünyaya bir bebek geldi mi herkes başına toplanır. Lohusaya bakılır, işlerine yardım edilir. Hassas olduğu bu günlerde yalnız bırakılmaz, mânevî takviye yapılır. Acemiyse yol yordam öğretilir. Üzüntüsü varsa teselli edilir, mutluluk ve ümit aşılanır.

Evinde engelli veya yatalak hastası olanın yanına gidilir. Hastasının yıkanmasına, yatağının yorganının değişmesine, evirilip çevrilmesine yardım edilir. Eve bağlanıp kalmış, çıkıp gezemeyen hasta yakını yalnız bırakılmaz. Hem hastayla hem hastaya bakanla sohbet edilir, mânevî destek verilir. Hiçbir yardım yapılamasa bile hiç değilse yalnız bırakılmaz, şenlendirilir.

Bu işler sırayladır. Bugün sana, yarın bana…

Böyle birlik beraberlik içinde yaşanılan yerlerde aileden birinin maddî sıkıntısı olsa, hissedilmez bile. Zor günler atlatılıncaya kadar birinin hanımı, çocuğu; diğerinin sofrasında yer, içer…

İşte o gün ziyaretine gittiğimiz akrabalarıyla ilişkileri aynen böyleymiş kayınvâlidemlerin, İstanbul’daki ilk yıllarında… Yemekleri ekseriyetle kayınvâlidem yaparmış. Kız kardeşi ise beyinin konfeksiyon atölyesinde, hanım çalışanların başında dururmuş. Bayram öncesi gibi yoğun oldukları zamanlarda işleri yetiştirmek için hep birlikte çalıştıkları da olurmuş.

Dikkat ettim de beyim, teyze oğluyla o eski günleri yâd ederken çok mutlu oldu. Sofraya oturduğumuzda hâlâ eski günlerden bahsetmeye doyamamışlardı. Fakat o sırada neşemize gölge düşüren bir şey oldu. Evin beş yaşındaki kızı; annesini mutfağa kapattı, kapının önüne oturdu ağlıyor. Ne annesini dışarıya bırakıyor ne kimseyi içeri alıyor.

Zaten çocuğun hâli, bana ilk gördüğüm anda bir tuhaf gelmişti. Bizi kapıda görür görmez kaçıp odasına kapanmıştı. Yanına gittim, ona götürdüğüm hediyeyi göstermek ve biraz sevmek istedim. Başını öte yana çevirdi. Masanın üzerine bıraktığım hediyeyi merak ettiği hâlde sadece gözünün kuyruğu ile bakıyordu. Ben de üzerine gitmek yerine alışması için biraz zaman vermek istedim. Çünkü bu tip tek çocukların anneden başka kimseyle irtibat kurmak istemediklerini sık sık görüyordum. Çocuğun bakışlarını insanlardan kaçırması, ilgi gösteren bir misafire bile bed çehre takınması, insanlara alışkın olmadığını anlatıyordu.

Tahmin ettiğim gibi çocuk, misafire alışkın değildi. Evlerine tanımadığı kişilerin gelmesi onu tedirgin etmişti. Hele bir de annesinin misafire hazırlanmak için onunla ilgilenememiş olmasına iyice canı sıkılmıştı. İşte şimdi annesini mutfakta alıkoyarak tepkisini gösteriyordu.

Aslında beş yaşındaki bir çocuğun; diğer çocuklarla oynamaya, başkalarıyla konuşmaya, teşekkür etmeye ve benzeri sosyal rollere alışması gerekirdi. Ama tahmin etmekte güçlük çekmeyeceğiniz gibi bu on beş katlı, altmış daireli site apartmanında pek komşuları yoktu. Zaten kayınvâlidesiyle pek resmî bir münasebeti olan genç hanımın, anlaşılan başka pek kimseyle de irtibatı yoktu. Çocuk da annesiyle baş başa yaşamaya alışmış, başkalarıyla bir araya gelmeyi öğrenememişti. Neyse ki küçük kız bir zaman sonra annesini bizimle paylaşmaya râzı oldu. Hattâ kalkmamıza yakın kendisi de yanımıza çıktı, göz ucuyla bizi süzdü. Biz de ürkütmemek için gözlerimizi kaçırdık, bize baktığını görmezden geldik.

Aile, çocuğun probleminin farkındaydı ama bu problemin asıl sebebinin farkında değildi. Anne; çocuğunun davranışlarını psikologlara danıştığından bahsediyor, onun tavsiyesi üzerine anaokuluna göndermeyi denediğini anlatıyordu. Ama tabiî ki küçük yaştan beri akrabayla, komşuyla haşır neşir olmamış bir çocuk birden bire tanımadığı bir sürü insanın arasında kalmaya kolayca alışamıyordu. Şimdi bu zavallı kızcağıza, «problemli çocuk» etiketi yapıştırılacak, yapmacık tavırlarla, programlarla, terapilerle iyileştirilmeye çalışılacaktı. Hâlbuki bu çocuk, bu lüks ama ıssız ve soğuk apartman dairesinde tek çocuk olarak değil de komşuluk bağlarının hâlâ canlı olduğu bir kenar mahallede birkaç çocuklu bir ailenin kızı olarak doğsaydı, farkına bile varmadan insanlarla kaynaşmayı öğrenirdi.

Modern hayat tarzını dayatanlar; bilemiyorum bebekler, çocuklar, yeni yetmeler, engelliler, yatalaklar, yaşlılar için neler düşünürler? Onlar gibi ekonomi çarkında rolü olmayan, ama hayatın gerçeği olan insanları hangi bakımevlerine doldurmayı plânlarlar…

Komşuluğu ayakta tutacak olan kadınların bir kısmı çalışıyor, diğer kısmı da alışveriş merkezlerinde tüketim motoruna yakıt pompalıyor. Zaten evlilik azalıyor, boşanmalar artıyor. Yalnız yaşayanların sayısı her geçen gün çoğalıyor.

Çoğunlukla kapısının önünden bile geçmediğimiz komşularımızın evinde neler olup bitiyor, bilmiyoruz. Bir daireden kavga, gürültü, çığlık duysak sağır numarası yapıyoruz. Her gün farklı kızlarla, oğlanlarla girip çıkanları izleyen ve dedikodusunu yapan yaşlı teyzeler bile kalmadı. Kim kime, dum duma… Bir deprem olsa, kaçımız biliyoruz komşumuzda kaç kişi yaşıyor?

Ne garip bir dünyadır ki binalar kalabalıklaştıkça, insanlar yalnızlaşıyor.

Eskiden merdivenden çıkarken bir komşuyla karşılaşma ihtimaliniz olurdu. Şimdi çoğu zaman farklı asansörlerde inip çıkıyor, birbirimizi görmüyoruz. Hoş, aynı asansörde birkaç saniyeyi gereğinden fazla yakın bir durumda geçirirken, tedirgin bir şekilde başımızı öte yana çevirip bir tebessümü bile esirgediğimiz de oluyor.

Neyse ki «bu karamsar yazının sonunu nasıl bağlayayım?» diye düşünürken kapının zili çalıyor. Komşumu tam da şu anda aşûre tabaklarıyla dolu bir tepsiyle karşımda bulmam, gönlüme biraz da olsa su serpiyor.

Allah -celle celâlühû- iyiliği ve iyileri aramızdan eksik etmesin!