SÖYLETEN ALLAH… İMTİHAN EDEN ALLAH…

Ahmet ZİYLAN

Kafayı ve kalbi huzurlu, sükûnet ve selâmet içinde tutmak…

İnsanın sıhhati ve saâdeti bu…

Fakat çoğunlukla günlük hayatın hayhuyu içerisinde değmeyecek şeyler için geriliyoruz, sinirleniyoruz, kafamızın ve kalbimizin huzurunu kaçırıyoruz. Trafikte; «O geçti, ben geçecektim…» gibi basit çekişmeler, aile hayatında, iş hayatında; «O şöyle dedi, bu böyle yaptı…» türünden anlamsız tartışmalar…

Bunlar için insanın kalp ve kafa selâmetini bozduğuna değer mi?

Değmez elbette…

Günümüzde imkânlar ilerlemiş… Makineler, motorlar, bilgisayarlar çağındayız. İnsan büyük bir kudrete hükmedebiliyor. Fakat insan aynı insan… Hattâ düne göre daha çok insan var… Daha kalabalık şehirler… Daha yoğun trafik, daha girift münasebetler…

İnsanların olduğu yerde daha tahammüllü, daha sabırlı olmazsak sürekli; yaygın tabirle strese, yani sinir gerilimine maruz kalırız.

Her derdimize çare gösteren, bizi olgun insanlar hâline getirmek isteyen Cenâb-ı Allah; bu konuda da bize eğitim fırsatları vermiş. Hac hâtıraları çerçevesinde en çok bunu gördüm. Cenâb-ı Hak; hac adlı o büyük organizasyonda, o dev buluşmada insana çeşit çeşit tecrübeler yaşatıyor.

Mâneviyat dolu bir yerdesin… En mukaddes yerler… Sen de hazırsın. İbâdet arzusu ve şuuruyla dopdolusun. Doğduğun gün gibi günahsız olma fırsatıyla; mebrûr, makbul bir hac edâ edebilmek istiyorsun.

Ancak seninle birlikte yüz binlerce insan daha var. Seninle aynı hedefe giden, aynı sokaklarda yürüyen, aynı ibâdet mahallerinde bulunan… Yüz binlerce… Hepsi senin kültüründen de değil…

Kimisi Arap, kimisi Acem, kimisi Afrikalı, kimisi Endonezyalı, kimisi Mısırlı…

Kimisi köylü, kimisi şehirli…

Kimisi ilk defa köyünden çıkmış. Yol yordam bilmiyor. Kimisi nahif, nazik…

Kimisi cahil… Kimisi âlim…

Huylar, tabiatlar, alışkanlıklar…

İster istemez karşı karşıya geliyorsun. O, ayağına basıyor; bu, tavafta omuz vuruyor; beriki, servis otobüsünde itekliyor; öteki, olmadık yerde sıkışıklığa sebebiyet veriyor.

Sabretmekten başka çare yok…

Cenâb-ı Allah, büyük bir harman yeri hazırlamış… Aynı tarihler içerisinde, bugün milyonlara varan insan mahdut mekânlarda bulunacak… Kimseye; «Niye geldin?» diyemezsin… Hiçbir yer sana ait değil… Sen de Rahmân’ın misafirisin, kardeşlerin de…

Sabretmekten başka çare yok…

Kızacak çok şeyle karşılaşabilirsin. O pistir, şu kabadır, beriki düşüncesiz… Fakat senin bırak bunlara kızıp müdahale etmeyi, bunları aklından geçirmen bile doğru değil!.. Sen ya ihramlısın, ya mukaddes beldede haccı beklemektesin yahut haccını edâ etmiş dönüş hazırlığındasın. Her hâlükârda kazanmakla birlikte kaybetmemek imtihanı da veriyorsun. Kızamazsın. Öfkeyle ağzından bir kötü söz çıksa, sevaplar gibi o kötülük de yüz binle çarpılacak… Haccın makbul olmazsa çektiğin onca zahmet de boşa gidecek…

Sabretmekten başka çare yok…

Sabrı öğrenmekten başka çare yok…

Haccı ve meşakkatlerini böyle görmek lâzım. Haccı bize farz kılan Cenâb-ı Allah; orada o izdihamı yaşatarak, bize mahşeri düşündürüyor, acziyeti tattırıyor, tevâzuu yaşatıyor ve sabrı öğretiyor.

Hac ve umre yolculuğunda bu sırdan dolayı mutlaka meşakkatler olur. Hattâ hocalarımız dikkatimizi çekiyor. Hazret-i Peygamber, başka ibâdetlerden farklı olarak hac ve umrede;

“Yâ Rabbî bana haccı / umreyi kolaylaştır. Benden kabul eyle.” buyurmuş. Zorlukları olduğu için ilâhî yardımın ibâdetimizi müyesser kılmasını niyaz ediyoruz.

Bundan dolayı hac boyunca, herkes birbirine sabır tavsiye eder.

«Niye bu böyle oluyor?»

«Niye şu şöyle oluyor?»

Bunlarla, hele o mübârek ve mukaddes yerlerde gönlü ve sinirleri yormanın hiç mânâsı yok. Çünkü o soruların cevabı belli:

İmtihan için…

O aksaklık, problem, terslik, aksilik gibi görünen ve hep birilerinin suçuymuş gibi nefsimize yansıyan şeylerin Mutlak Fâili belli:

Cenâb-ı Allah!..

Kâinatta, hâdisatta hiç tesadüf yok, hepsinde bin bir hikmet gizli… Fakat hac ve umrede bu hakikat çok daha belirgin…

Bu hakikati çok iyi anladığım ve hissettiğim bir hac hâtırası:

İmam-Hatip Lisesi müdürü Mustafa GÖZÜBÜYÜK’le 1991 senesinde hacda birlikteydik. Aynı otelde kalıyor, namazlara birlikte gidip geliyorduk. Mustafa Hoca, koca bir lisenin müdürü… Arapçası var, dînî ilmi var. İlâhiyat Fakültesi mezunu. Fakat hacca ilk defa geliyor.

İdarecilik mesleği; tabiî olarak hükmetmekten, hükmedebilmek de biraz azametli olmaktan geçiyor. Kadrosundaki elliyi bulan öğretmen, onlarca sınıf dolusu yüzlerce öğrenci, artı personel… Bütün bunları koordine içerisinde çalıştırmak, başarıya ulaştırmak, otoriteyi sağlamaktan geçiyor. Bu da biraz çatık kaştan… Biraz heybetli olmaktan… Gördüğü eksiklikleri dile getirecek, açıkçası fırça atacak… Sesini yükseltecek… Mecbur, talimatlar verecek. Sözünü geçirebilmek için de ekseriya sertlik göstermek mecburiyetinde kalacak.

Çoğu idarecide bu sertlik, bu eleştiricilik, bu mükemmeliyetçilik karakter hâline de geliyor. İdarecilik dışındaki hayatında da her şey, istediği gibi olsun istiyor. Normal hayatta da etrafındaki eksikliklere tahammül edemiyor.

Mustafa Bey de bu mânâda mükemmeliyetçi, titiz bir insan…

Bir gün Mescid-i Harâm’ın kapılarından birinden içeri girdik, 15-20 metre gittikten sonra avluda bir safa oturduk. Henüz ortalık sakindi, sağdan-soldan gelenler vardı. Yavaş yavaş doluyordu. Baktım Mustafa Bey; durmadan bir şeyler mırıldanıyor:

«Şunlar niye şöyle?»

«Bunlar niye böyle?»

«Niye düzgün oturmuyorlar?»

Titiz adam… Hep nizam, intizam istiyor. Kötü bir şey istemiyor ama sürekli tenkit hâlinde.

Dedim ki:

Bak, Mustafa Bey; sana bir hikâye anlatayım.

Bizim Antepli bir arkadaşımız vardı. Hemşehrim, meslektaşım Abdülkadir BAYDAR… Onun başından geçen gerçek bir hikâye…

Bir gün Abdülkadir Bey; üzerinde Arap kıyafeti, başında onların örtüsü olduğu hâlde, Mescid-i Haram’da kalabalık bir safta bir yer bulmuş oturmuş. Öyle sıkışık ki, safların arası ancak yarım metre imiş… Eline de bir Kur’ân-ı Kerim almış başlamış okumaya. Hiç kimseyle konuşmamış, tek başına…

O sırada bir adam gelmiş, ön safla arasındaki boşluğa, yani secde edeceği yere oturuvermiş. Bizimki; «Yahu niye oturdun, burada oturacak yer mi var? Nereye secde edeceğiz, ne yapacağız, sen buraya nasıl oturursun?» dememiş. Kur’ân okumaya devam etmiş.

Ancak oturan adam, rahat durmamış. Şöyle bir oturuşunu düzeltmiş, Abdülkadir Beyi dört parmak arkaya itivermiş.

Yine ses yok.

Biraz sonra bir hareket daha… Biraz sonra biraz daha derken, o oturan adam Abdülkadir Beyi saftan çıkarmış, kendisi safa girmiş.

Abdülkadir Bey yine ses etmemiş.

Yerini alan adam da bir Türk hacısıymış. Abdülkadir Bey hiçbir şey dememiş fakat, etrafındaki Türk hacıları sabredememiş ve demişler ki:

“Bak arkadaşım. Şu yaptığın harekete sen râzı olur muydun? Sen bunu bir Türk’e yapsaydın, o, seni kaldırdığı gibi dört saf öteye fırlatırdı! Bu yaptığın iş mi?”

Meğer, kıyafeti sebebiyle Abdülkadir Beyin Türk olduğunu anlamamışlar. Hiç ses çıkarmadığı için anlamaları da mümkün olmamış. Abdülkadir Bey diyor ki:

“Onlar bunu söyledikten sonra ben hiç memleketimi belli etmedim. Hiç sesimi çıkarmadım.”

Ne güzel bir sabır timsâli olmuş. Üstelik yapılandan hiç incinmemiş de…

Bu hâdiseyi anlattıktan sonra Mustafa Beye dedim ki:

“Burada ne yapılırsa yapılsın. Böyle bir haksızlığa bile maruz kalsan, sabretmekten başka çare yok…”

Bu sözleri Cenâb-ı Mevlâ söyletmiş. Çünkü az sonra anlattığımız mevzunun bir benzerini de biz yaşadık…

Etrafımızdaki saflar iyice doldu. Artık yer kalmadı. Namaz saati yaklaştıkça sağdan soldan gelen cemaat çaresizlik içinde bakınıyor, safların ortasına dalıyor. Baktık, bizim memleketten, köylü olduğu hanımının şalvarından belli bir karı-koca daldılar bizim safın ortasına… Bir o tarafa bakınıyorlar, bir bu tarafa… Ne yapacaklarını bilmez hâldeler… Bizim Mustafa Hoca sinirli bir şekilde çıkıştı:

“Hele başkaları yapıyor! Sana ne oluyor, üstelik de Türk’sün! Hanımının elinden tutmuşsun, bir o tarafa gidiyorsun, bir bu tarafa gidiyorsun. Geçip bir kenara otursana!..”

O köylü de döndü dedi ki:

“Bak sen de Türk’sün, bana Türkçe hitap ediyorsun. Bana; «Kardeşim böyle yap, şöyle yap!» diyeceğin yerde, bağırıyorsun. Ben ne yapacağımı şaşırmışım. Bana bir şey tarif et de, ben onu yapayım. «Kardeşim şuraya git, hanımını da şuraya koy. Yakın bir yere otur.» de bana.”

O öyle deyince ben de şöyle durdum.

Bu köylü dediğimiz adam ne güzel bir ders vermişti. Hem de koca İmam Hatip Lisesi müdürüne ders vermişti.

Fakat Mustafa Beyin siniri geçmemişti. Öfkesi yine durmadı.

Namaz saati geldi. Tam kāmet getirilirken, yüz kilonun üzerinde iki tane Mısırlı geldi. Biri Mustafa Beyin, diğeri de yanındakinin önüne oturdular. Secde etmek için bırakılan yer zaten yarım metre. O arayı doldurdular. Ben de diğer tarafındayım, fakat benim önüme oturmadılar. İçimden diyorum, benim önüme otursalar daha iyiydi. Ben bir şekilde idare ederdim. Öyle bir zamanlama ki, münakaşa etmeye bile vakit olmadı. Namaza duruldu. Onlar da durdu, biz de durduk.

Ben hayretler içindeyim. Tam burnundan soluyan, uzağındaki intizamsızlıklara bile sinirlenen, daha biraz önce bir köylü adamla tartışan Mustafa Hocanın önüne bu adamları kim yolladı? Daha az evvel, böyle bir misali konuşmuşken… Sanki durumu bilen bir kişi hususî yolladı… Sanki değil, bilhassa öyle… Hepimizi bilen Cenâb-ı Allah yolladı…

Aklım da takıldı. Namaz bitince ne olacak? O sıkışıklıkta Mustafa Bey, ancak Mısırlı adamın sırtına secde edebildi. Hoca zaten sinirliydi, bu Mısırlılar üstüne biber ekti!

İkindi namazıydı. Dört rekât bitti. Selâm verildi.

Ben kavga mı edecekler, ağız dalaşı mı olacak, diye beklerken, ne oldu biliyor musunuz? Bunlar ayağa kalktılar, birbirlerine bir sarıldılar. Hem o Mısırlı ağlıyor, hem Mustafa Bey ağlıyor… Hüngür hüngür ağlıyorlar.

Sonra sordum:

“–Mustafa Hocam orada ne oldu?”

“–Ne olsun? Hiç sorma! Adama bir kızdım, bir kızdım; «Yahu bula bula benim önümü mü buldun be adam?»

Birinci rekâtta kızgınlığım, harâretim zirveye ulaştı.

İkinci rekâtta düşünmeye başladım.

Üçüncü rekâtta; «Bunlar basit değil sırlı hâdiseler, bana ders oluyor, imtihan ediliyorum.» dedim. Aklım başıma geldi, dördüncü rekâtta adama beni imtihan ederek yola getirdiği için teşekkür etmeye karar verdim.

Namaz bitince adama; «Sana çok teşekkür ederim.» dedim.

Adamcağız da; benim önüme oturduğu, benim namaz kılma şeklimi bozduğu için benden özür dilemek için hazırlanmış;

«Kardeşim, başka yer bulamadım, mecbur kaldım senin önüne oturmaya. Senin namaz kılma şeklini bozdum, hakkını helâl et!» dedi. Ben de;

«Sen bana insan olduğumu hatırlattın. Müdürlük filân ikinci rekâtta bitti, bana insan olduğumu hatırlattın.» diye ağladım.”

Dedik ki orada her şey, her hâdise bambaşka sırlarla dolu… O Mısırlıların gelişi tesadüf olabilir mi? Hoca da bunun bir tesadüf olmadığını anladığı için, böyle duygulandı ve kızacağı yerde adama teşekkür etti. Sonra bana döndü ve dedi ki;

“Sen bana iyi ki, o hikâyeyi anlattın. O hikâyen beni düşündürdü. Kendime gelmeme sebep oldu.”

Bizi de söyleten Mevlâmız…

Her şeyi Rabbimiz’den bilmeli… Sabretmeli, sabretmeli, sabretmeli…

İnsan şöyle bir durup düşünmeli…

Kâbe’ye varmışsın. Beytullâh’a baka baka namaz kılma lutfuna erişmişsin. Ne büyük ikram, ne büyük ziyafet… Bunun şükründen başka hiçbir şey düşünmemek gerekirken; «Şu niye şuraya oturdu, bu niye buraya sokuldu!» diye hiddetlenmek olur mu? Kim, gittiği misafirlikte, kalabalıktan şikâyet edebilir?

Arkadaşının omzuna değil de, yere secde etsen daha mı makbul olacak? O kişiyi kovalasan, çaresiz bıraksan Kâbe’nin sahibi râzı mı olacak?

Sadece o mukaddes yerlerde mi lâzım bu tefekkür?

Trafikte, piyasada, evde, işte, okulda… Her gün sinirlendiğimiz, üzüldüğümüz, gerildiğimiz onca hâdise kızmaya değecek şeyler mi? Çoğu nefsânî, enâniyet dolu çekişmeler…

Nasıl olur da o benim önüme direksiyon kırar!

O kim oluyor da, benim sıramı gasp ediyor!

Filânca ne hakla şunu yapar! Ve sâire…

Hep benlikten kaynaklanan şeyler…

Sabretmeli, her müşkülü sabırla, teenniyle, temkinle hâlletmeli…

Durup düşünmeli…

Öfkeyi, hele nefsin galeyanını işin içine karıştırmamalı…

Meşhur kıssayı bilirsiniz.

Hazret-i Ali -kerramallâhu vechehû-; harp esnasında dövüştüğü bir kâfirin işini tam bitirecekken, adam Hazret-i Ali’nin mübârek yüzüne tükürüvermiş. Bunun Hazret-i Ali; “Ben seninle Allah için vuruşuyordum. Şimdi ise işin içine nefsim girdi!” diyerek adamı bırakmış.

Nefsimiz işin içine girerse her şeyi berbat eder… Yiğitliği, çirkin bir intikam manzarasına çevirir. Haccı da, umreyi de, namazı da, zekâtı da berbat eder, riyâkârlığa, kibre, kendini beğenmişliğe, minnete döndürür…

Nefsi ve benliği bir tarafa bırakıp; «Kardeşim!» diyebildiğimizde ise her şey güzelleşir, her yer mukaddesleşir.

Öfkelenilecek hâller yok mu?

Cahil, kaba-saba, sahtekâr, vurdumduymaz insanlar yok mu?

Var… Fakat kızmaya, sinirlenmeye, öfkeyle kötü sözler söylemeye, yanlışın üstüne yanlışla gitmeye hakkımız yok… Üstelik öfke, başta bize zarar getiriyor. Öfkelendiğimiz kişiye de ne bir zarar verebiliyor, ne de onu yanlışından kurtarabiliyor.

Ne demişler:

Öfkeyle kalkan zararla oturur. Öfkede akıl olmaz.

Öfkeyle hareket etmenin insanı nasıl zarara soktuğuna bir keresinde bizzat şahit oldum.

Seneler önce Antep’te Şıhcan denilen semtin dört yol ağzındayız. Bir kamyon, geri geri gelip sağ taraftaki yola devam edecek. Şoför geri geri geliyor, muavin de; “Gel, gel!..” diye yardımcı olmaya çalışıyor. Fakat muavinin hiç dikkat ettiği yok. Sanki boşa bağırıyor. Öyle ki, kamyon geri geri gelirken neredeyse yoldan geçen bir kamyona vuracaktı. Halk hep beraber; «Hoop! Hop!» diye bağırdılar, şoför ânî bir fren yaptı, durdu. Fakat çok öfkelendi, muavini yanına çağırdı; “Dikkat etsene!” diye başladı, çok ağır küfürler etti. Fena hâlde haşladı.

Şoför sinirli, muavin sinirli… Şoför yine geçti direksiyona… Yine muavin gel, diyor; o geri geri manevra yapmaya çalışıyor. Fakat muavin toparlayamadı, yine şuursuzca; «Gel, gel!» diye seslenmeye devam etti. Bu seferde bir taksiye tam vuracakken, halk yine; «Hop, hop, hoop!» deyip durdurdu.

Bu sefer, şoför indi, muavini yanına çağırdı. Suratına iki tokat indirdi:

“Ulan sen benim başımı belâya mı sokacaksın! Dikkat etsene…” deyip, bu kez ikisinin de öfkesi iki katına çıkmış vaziyette, şoför yine direksiyona geçti. Muavinin aklı zaten başında değildi, o kadar küfürden sonra, bir de tokatları yemiş vaziyette, yine hiç düşünmeden; «Gel, gel!» demeye koyuldu. Yani hiçbir şey değişmedi. Kamyon geri geri geldi. Bu sefer halkın ikaz etmesine de kalmadan, arkadan geçen bir at arabasına bindirdi. At yıkıldı, yaralandı. At arabası paramparça oldu. Şoför öfkesinden saçını-sakalını yoldu; ancak olan olmuştu.

Öfkenin üstüne öfkeyle gidilmez. O an, şeytan sürekli daha da öfkelendirecek şeyler telkin eder. Akıl ortadan kaybolur.

Hâlbuki yapılacak şey; öfkeyi yutmak, elini, dilini tutmak, sakinleşmek… Efendimiz de öyle buyuruyor: “Öfkeli kişi ayaktaysa otursun, oturuyorsa uzansın.” “Abdest alsın.” “O vaziyette karar vermesin, hükmetmesin!”

En başta kişi öfkelenmeyecek. Kendine sabır telkin edecek. Onu yenmenin yolunu arayacak.

Ecdat ne yapmış? Sinirlendiğinde bile zikre sarılmış… «Fesübhânallah!» demiş! Allâh’ın azametine sığınmış, «Lâ havle!» çekmiş, Allâh’ın güç ve kudretine ilticâ etmiş. Yani duâ etmiş… Öfkeyi bile hayırlı bir şekilde değerlendirmiş…

Bir başka hâtıra… Öfkeyi duâ ile hayra yönlendirmek ile ilgili:

Bir gün arkadaşlarla arabada gidiyoruz. Siyah bir otomobil, birden önümüze kırdı. Oldukça tehlikeli bir hareket…

Bir arkadaşımız öfkelendi:

“–Vay namussuz, terbiyesiz, alçak! Adam bizi ezecek yahu!..” dedi.

Ben de dedim ki:

“–Sen benim ağabeyimsin ama bir şey hatırlatayım. Keşke böyle sövüp sayacağına; «Yâ Rabbi, bu adamı akıllandır, aklını başına getir!» deseydin.”

Başımıza gelen bir hâdisede karşımızdaki haksız…

Haksızlık demek zulüm demek… Atalarımız derler ki:

“Zalimin zulmüne bakma, ömrünün kısalığına bak.”

Zalimin ömrü kısa olur. Onun için zalim, bir yerde muhakkak ilâhî adaletin duvarına toslar. Onun için biz o ilâhî adalet tecellîsinin bizim elimizden olmasını istemeyiz. Belâsını bizim vasıtamızla bulmasını arzu etmeyiz. Bu sebeple böyle bir durumda kızacağımıza, bedduâ edeceğimize veya sinirleneceğimize;

“Yâ Rabbî! Bu zalimi ıslah eyle! Bunun aklını vardır, onu akıllandır!” diye duâ etmeliyiz.

İnsanlar çoğu kez; öfkelendiklerinde ferahlamak, sinirlerini boşaltmak için sövüp sayar, veya bedduâ ederler. Hâlbuki bunlar insanın öfkesini daha da artırır.

Duâ etmek ise, insanı gerçekten ferahlatır.

Kızmak, öfkelenmek, sövüp saymakta yanlış olan bir nokta da şu: Hep kendini haklı görmek! Yine benlik… Yine gurur…

Hâlbuki, anlattığımız hâdisedeki Mustafa Hocanın düşündüğü gibi şöyle de tefekkür etmeyi bilmeliyiz:

Belki de biz bu davranışı hak ettik. Kim bilir biz ne yaptık, nasıl bir hâldeydik ki, bize Cenâb-ı Allah böyle bir adamı musallat etti…

Hattâ daha ileri gidelim:

Birisi kalkıp bize bir tokat vursa şöyle düşünmeli:

“Bunda bir hikmet olmalı. Niye bu adam, durup dururken bana tokat vurdu?”

Bu ince bir muhasebe…

Tabiî her şey dengesinde…

Hâdise, zulme boyun eğmek raddesine de gelmeyecek… Bahsettiğimiz sabır ve tahammül ölçüsü; müslümanların, kardeşlerin arasında olacak. Zulme karşı, haksızlığa karşı hakkı tutup kaldıracak irade ve cesaret elbette, yine bir müslümanın boynunun borcu… Sabır diye yücelttiğimiz duygu, cesaretsizlikten gelirse, o sabır değil miskinliktir, acziyettir.

Sesini çıkaramadığın için değil, öfkeni yutma fazîletini gösterdiğin için susarsan o sabırdır.

Cenâb-ı Allah; hac ve umreyi hakkıyla edâ edip, günahlarından tamamen arınan, affedilen ve ömrünün kalanında da, sabırla, tevâzu ile, sâlih amellere devam ile o kıvamı koruyabilen kullarından eylesin!..

Âmîn…