TABİATA DÖNÜŞ

Aynur TUTKUN aytutkun@gmail.com

Çağımızda yetişkinleri yoğun iş temposu, çocukları ve gençleri de yoğun ders çalışma programları; sonu gözükmeyen bir yarışa doğru sürüklüyor. Herkes kendini sürekli, yoğun ve yorucu bir çalışma temposu içinde buluveriyor. Bu yorgunluğu atmak için de playstation, televizyon, bilgisayar ve internet karşısında vakit geçirmek en güzel ve en kolay erişilebilir rahatlama seçenekleri olarak çağımızın insanının karşısına çıkıyor.

Teknolojik harikalar elbette çağımızın yoğun ve yorgun insanına hayatı kolaylaştırıyor; internetten ödev araştırması yapmak, e-posta aracılığıyla dünyanın bir ucundaki ya da yanı başımızdaki(!) kişilerle haberleşme imkânı elde etmek ve sınırsız kaynaklara erişilebilirlik büyük nimetler… Fakat çocukların ve yetişkinlerin eğlenmek ve dinlenmek için teknolojik harikaların karşısına hapsolmaları ise çok büyük bir trajedi! Çünkü televizyon ve internet, insanı tabiattan ve gerçek sosyal çevreden koparan iki büyük katil olmuş durumda. Bu kopukluk; çağımız insanında stres, gerginlik, kaygı, dikkat ve konsantrasyon eksikliği, mutsuzluk, doyumsuzluk, sosyal ilişkilerden mahrumluk gibi sonuçlar doğuruyor.

MSN, facebook, twitter gibi sosyal paylaşım sitelerinde vakit geçirenlerle yapılan anketlerde bu kişiler kendilerini «yalnız ve mutsuz» olarak tanımlıyorlar. Dikkat eksikliği ve hiperaktivite (DEHB) teşhisi konmuş ve ilâç kullanan çocukların sayısı her geçen gün artıyor. Kaygı bozuklukları ve depresyon, çocuklarda ve yetişkinlerde en çok teşhis edilen psikiyatrik bozukluklar arasında. Neden?

Bir aile terapisti ve The Good Son (Hayırlı Oğul) ve The Wonder of Boys (Erkek Çocuklar Mûcizesi) kitaplarının yazarı olan Michael GURIAN;

“İnsanlar, günümüzün aşırı uyarıcı ortamıyla baş edebilecek sinir donanımına sahip değildir. Beyinlerimiz, beş bin yıl önceki tarıma dayalı, tabiat merkezli hayat tarzına göre yapılanmıştır.” diyor. (Doğadaki Son Çocuk, Richard LOUV, Tübitak Yayınları)

Sokaklarda reklâm panoları, yanıp sönen yüz binlerce ışık, rengârenk insan ve araç kalabalıkları; yanı başımızdaki (varsa) yeşillikleri ve ağaçları, gökyüzünün rengini fark ettirmeyecek kadar çok ve güçlü! Evlerdeki televizyonlardaki uyaranlar (renkler, ışıklar, olaylar ve hareketlerdeki canlılık ve karmaşıklık) ve bilgisayarlardaki uyaranlar o kadar çok ki! Beyin, bunların sadece bir kısmını dikkate almak ve diğerlerini baskılamak durumunda. İşte rekabet hâlindeki uyaranları engellemekten yorulan beynin sahibi insan; sinirlilik, tepkili davranışlar, konsantrasyon ve dikkat eksikliği, kaygı gibi belirtiler ortaya çıkarıyor. Bu nazariyenin (yöneltilen dikkat yorgunluğu) sahibi olan Michigan Üniversitesinde araştırmacı Stephen ve Rachel KAPLAN;

“Dikkatin kendiliğinden harekete geçtiği bir ortam bulunabilirse, yöneltilen dikkatin dinlenmesine imkân sağlanır ki bu ortam da «tabiat»ın kendisidir.” diyorlar.

Kaplan’lar 1993’te özel sektörde ve kamuda bin iki yüz büro çalışanını kapsayan bir tarama yapmışlar. Pencerelerinden ağaçlar, çalılar ya da geniş çimenlik alanlar gören çalışanların diğerlerine göre önemli ölçüde, daha az hoşnutsuzluk yaşadığını ve daha fazla çalışma isteğine sahip olduğunu bulmuşlar.

Yine İsveç’ten uygulamalı psikoloji uzmanı olan Terry HARTING üç ayrı grubu karşılaştırmış. Tabiî alanlarda gezerek dinlenen grubun, metinlerdeki hataları düzeltme performansı yükselirken; şehir alanlarında tatile çıkan ya da evde dergi okuyup, müzik dinleyerek sakin bir şekilde oturanların performansında artış gözlenmemiş. Harting 2001’de tabiatın, insanlardaki olağan psikolojik yıpranmayı giderebileceğini ve aynı zamanda konsantrasyon kapasitesini geliştirebileceğini göstermiştir. (a.g.e)

Bu gün DEHB, kaygı bozukluğu, depresyon teşhisi konmuş birçok çocuk ve yetişkin; tarlada enerjilerini harcayarak; saman balyalayarak; süt sağarak; hayvan güderek; derelerdeki gölcüklerde yüzerek; dut, yemiş, elma, armut toplamak için ağaçlara tırmanarak; tabiatla iç içe yaşanan eski zamanlarda yaşasalardı belki de bu rahatsızlıklarını kolayca kontrol edebileceklerdi. Ya da bu faaliyetleri yapan çocuk ve yetişkinler daha az psikolojik rahatsızlığa yakalanacaklardı.

Çocuklukları küçük bir kasabada ya da köyde geçen biz yetişkinler, çocukluklarımızı bir düşünelim! Evde kardeşler arası çıkan kavgalarda ne olurdu? Birçoğumuzu annemiz eline aldığı terlikle dışarıya kovalardı değil mi? Dışarıda ne yapardık? Ya bir ağaç altına giderdik ya bir ağaç tepesine çıkardık ya kedilerimizi severdik ya toprağı kazardık ya çamurdan bir şeyler yapardık ya da eşeğimiz, kuzularımız varsa onların yanında bulurduk kendimizi. Tabiatın kucağında sakinleşirdik. Tabiat âdeta bizim terapistimiz olurdu. Annelerimiz, babaannelerimiz de çok farklı şeyler yapmazlardı aslında! Karı-koca ya da gelin-kaynana biraz atıştılarsa onlar da kendilerini evin dışında bir yerlerde ama güvenli ve sakinleştirici bir yerlerde buluverirlerdi; tarlada, işlerinin başında.

Masmavi gökyüzünün, yemyeşil ağaçların, kara toprağın dinlendirici, sakinleştirici, tedavi edici bir tarafı vardır. Yetişkiniyle, genciyle ve çocuğuyla günümüz insanının teknolojik harikalardan zaman zaman uzaklaşıp tabiatın kucağına dönme ihtiyacı artık anlaşılmalıdır.