YÜCELERDE BİR BARDAK ÇAY…

YAZAR : Ahmet ZİYLAN

Hac veya umre ibâdetini edâ etmek maksadıyla, mübârek topraklara gitmek; mü’minlerin en büyük arzularından biri… Zamanımızda hamdolsun, bu iştiyak öyle arttı ki; insanlar hacca gidebilmek için yıllarca kur’â bekleyebiliyor.

Ramazan ve sâir mevsimlerde de Harameyn beldeleri Türk umrecilerle dopdolu…

Buna hamdetmek, şükretmek lâzım…

Gerek yokluktan, gerek eğitimsizlikten, gerekse başka sebeplerden geçmiş yıllarda bu rağbet yoktu. İlk kez hac nasip olduğunda, kırk beş yaşındaydım. Buna rağmen birçok hacı, bizi gösterip;

“Buralara böyle genç iken gelmek lâzımmış!” diye gıpta ederlerdi. Kırk beş yaşı çok genç bulurlardı, çünkü gidenlerin yaş ortalaması ekseriyetle, altmışın üstüydü.

Şimdi ise Allâh’a şükür, çocuk yaşlardan itibaren her yaştan hac ve umre yolcusu mübârek toprakları ziyaret ediyor.

O beldeler ve o mukaddes mekânlarda yapılan ibâdetler, insana çok şey kazandırır. Tekrar tekrar gidildiğinde de kazanılan kıymetleri muhafaza etmeye, tazelemeye yardım eder.

Her şey gibi ibâdet de gençlikte bir başka. Vücut sıhhat dolu, dinç… İstifade daha yüksek… Yaş ilerledikçe fânîlik îcabı, türlü türlü hastalıklar, ârızalar ortaya çıkmaya başlıyor.

Mübârek topraklar denince, sıhhat üzerine hâtıralar ve kıssalar gözümün önüne gelir.

İlk kez hacca gideceğiz…

Dedik ya kırk beş yaşındayız… Sıhhatimiz yerinde…

Ancak o günlerde hanım dizlerinden biraz rahatsız…

Dedim ki:

“–Sen rahatsızsın. Sen bu sene evde otur, ben hacca gidip geleyim. Oranın yolunu, yordamını öğreneyim. İkinci sefere seni de götüreyim. İkimiz birden acemî… Zor olur!..”

“–Yok, ben giderim.” dedi.

“–Yahu sen 100 metre gidemiyorsun, azıcık yürüsen şikâyete başlıyorsun?..”

“–Yok, giderim Allâh’ın izniyle.”

“–Şimdi böyle diyorsun ama; orada rahatsızlanacaksın, benim ayağıma bağ olacaksın…”

“–Allah yardım eder inşâallah. Ben gideyim.”

Baktık ikna edemiyoruz. Kırılmasın diye birlikte gittik.

Oraya vardık. Uçakla gittiğimizden, hac günlerine yakın, Mekke-i Mükerreme’nin en kalabalık günlerinde gelmiştik. Otele yerleşmemiz de bir hayli sürdü. Başımızdaki grup hocası acemî. İlk kez hacca geliyor. Tuttu, öğle namazına bir saat kala bizi tavafa soktu.

O saatte kafile hâlinde tavafa girilir mi? Güneşin en şiddetli sıcağı… Öğle namazının kalabalığı zirvede… Daha birinci şavtta kafile dağıldı.

Hanımla kaldık ikimiz. Dedik nasıl olsa biliyoruz, yedi kere döneceğiz. Devam ettik. Yedinci şavtımızı tamamlamamıza az kalmıştı. Rükn-i Yemânî ile Hacerü’l-esved arasındayız. Az daha gitsek, tavaf bitecek… Hanım dedi ki:

“‒Ben dayanamıyorum, bittim.”

Bayıldı. Yere yığıldı. Ben ne yapacağımı şaşırdım. Birisi; «Hemen su getir!» diye bağırdı.

1980 yılı… Mescid-i Haram’da şimdiki gibi, soğuk sular dolu termoslar, yanında plâstik bardaklar yok… Herkes yanında, alüminyumdan; kulplu, pembeli, yeşilli bardaklar taşırdı. Zemzem, revakların kenarında elli metrede bir dizilmiş, altında musluk olan bidonlarda bulunurdu.

Benim yanımda bardağım var. Koştum bidonlara… Fakat her birinin başında 15-20 kişi… Alabilirsen al!.. Derdimi anlatamıyorum;

“Hanım bayıldı, âcil su götürmem lâzım!” diyemiyorum ki…

Ben telâş ettikçe; «Sabır, hacı sabır!» diye beni sakinleştirmeye çalışıyorlar, âdeta ayıplıyorlar.

Bir başka bidona koşuyorum. Aynı vaziyet.

Nihayet baktım musluğun başına bir adam diz çöktü oturdu. Şöyle yüzüme baktı, elimdeki bardağı gördü;

“Bardağı ver.” der gibi işaret etti. Düşündüm ki, adam telâşımı anladı. Hele şükür bir ehl-i insafa rast geldik, bardağı alıp su dolduracak. Uzattım. Aldı, doldurdu, kendi içti. Sonra da bardağı bir başkasına verdi, çekti gitti!

Düştük mü bir de bardak derdine! Şimdi gel de anlat, o bardak benim, ona ben vermiştim vesaire…

Nihayet beş-on dakika uğraşın sonunda tere battım, fakat suyu aldım.

Elimde tam da dolduramadığım bir bardak su, hanımı baygın hâlde bıraktığım yere geldim.

İkinci bir şok!..

Hanım yok!

Şaşkınlıkla sağa sola bakıyorum. Çaresizim. Ne yapacağım şimdi, nereden bulacağım? Bu izdihamda, ne tanıdık biri var, ne soracak biri… O perişan hâlde etrafa koştururken, baktım ki, arkadaki revakların altında iki-üç genç, bana el sallıyor.

Hemen yaklaştım. Bana;

«Merak etme, hacı burada oturuyor. Sen şimdi buraya gelemezsin, namazı orada kıl! Sonra buluşursunuz.» dediler. Gençler Mekke’de inşaatta çalışan Türk işçilerindenmiş. Suyu bulmuş, gerekeni yapmışlar. Allah râzı olsun…

Biz sağlığımızdan, sıhhatimizden emin bir şekilde; kendi gençliğimize, dinçliğimize güvenip hanımı küçümsemiştik. Ama o, bu küçük rahatsızlıktan sonra iyileşti bir daha rahatsız olmadı;

Ben ise ihramlı, başım açık, öğle güneşinin altında, o telâş içinde şifâyı kapmışım. Şiddetli bir şekilde hasta oldum. Kırk derece ateşle alev alev yanarken, bana hanım baktı. Başımda üç gün bekledi. İtiraf ettim:

“–Yahu hanım, ne ibretli bir hâl oldu! «Sen hastasın, ayağıma dolaşırsın» demiştim ya, o söze Cenâb-ı Allah râzı olmadı demek ki, ben hastalandım, senin bakımına muhtaç oldum.”

O hâdisede anladım ki, insan âciz… Sıhhatine güvenmeyecek. İddialı sözler söylemeyecek.

Sağlık ve afiyet de Allâh’ın ikramı… Hep O’ndan isteyecek, O’na tevekkül edecek. Büyük konuşmayacak. Kimseyi küçük görmeyecek. Yoksa Allah;

“Sen misin sıhhatine güvenen, ona buna; sen hastasın, ben sağlamım diyen, gel bakalım, kim hasta kim sıhhatli bir gör!” deyiveriyor.

Hakikaten hanım da, İstanbul’da ayağı tutmazken, yürümekte zorlanırken, orada Allah sıhhat verdi, ibâdetleri rahat rahat yerine getirdi. Hattâ;

“–Nur Dağı’na da çıkacağım.” dedi. Benim yine dilim durmadı:

“–Sen; yürüyemezsin, çıkamazsın. Sen şurada gölgede otur da biz çıkalım, tekrar inelim.”

“–Yok, ben de çıkacağım.” dedi.

“–Yahu, ben çıkmaya cesaret edemiyorum. Sen nasıl çıkacaksın?”

“–Çıkacağım Allâh’ın izniyle…” dedi.

Nihayet dedim ki:

“–Eğer çıkabilirsen söz, sana bir hediye vereceğim, bir ikramda bulunacağım!..”

Hediye işin esprisi… Kur’ân’ın ilk kez nâzil olduğu o mekânı görme aşkı olunca, Allah tâkat veriyor. Bir de baktım ki, benden önde gidiyor. Nihayet yukarı çıktık…

Baktım en tepede; çardaklar yapmışlar, çay satıyorlar. Hanım oturdu, ben hemen gittim bir çay aldım, getirdim:

“–Buyur! Sözümü hemen tutuyorum, sana ânında hediyemi veriyorum.”

“–Hediyen bu mu, çay mı?”

“–Nur Dağı’nın tepesinde sana çay ikram ediyorum, daha ne istiyorsun?”

O hâtıra bizim hep andığımız bir nükte oldu. Birisi; olmayacak, çok zor bir şeyi yaparım dediğinde, yapmaya teşebbüs ettiğinde;

“–Sen bunu yaparsan, sana bir bardak çay içiririm.” derim.

Muhatabım şaşırır:

“–Sadece çay mı? Çayı her zaman içiyoruz zaten…”

Ben de arkasından açıklarım:

“–Çay içiririm, ama nerede? Nur Dağı’nın tepesinde…”

O zaman büyük bir mükâfat olduğu anlaşılır.

Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı var, derler. Bizim de, Nur Dağı’nın zirvesinde unutulmaz bir çay ikramı hâtıramız var.

Kuluz, âciziz… Acziyetimizi unutmadan, muradımızı her şeyin sahibi ve hâkimi olan Cenâb-ı Allah’tan istersek; hasta olsak sıhhat verir, düşkün olsak dinçlik verir, yoksul olsak imkân verir. O’nun her şeye gücü yeter!..

Fakat acziyetimizi bir an için unutur, ben yaparım, benim gücüm, benim imkânım dersek; bununla imtihan ediliriz. Sağ-salim iken, hastalanıveririz; varımız yok oluverir. Peygamber Efendimiz, duâ ediyor:

“Tâkatsizlikten Sana sığınırım yâ Rabbî!” buyuruyor.

Sıhhat nimet olduğu gibi, hastalık da bizim için bir ders, bir fırsat… Başta sıhhati anlamamız için bir ders… Sonra şifâyı anlamamız için bir vesile… Acziyetimizi fark etmemiz, şımarmamamız, Hakk’a yalvarmamız için bir fırsat…

Yine bir mübârek seferde bir rahatsızlık hâtıramız daha var…

Umreye gitmeye niyetlenmiştik. Yolculuğa on gün kadar vardı. Bir Cuma günü… «Namazı Sultanahmet’te kılayım.» dedim. Camide indim, şoföre de dedim ki:

“Buralarda park işi zor. Sen git, uygun bir yerde namazını kıl. Oradan işyerine geçersin. Ben namazdan sonra da Avukat Mehmet ÇAKIRCA’yı ziyaret edeceğim. Oturacağız, ne zamandır davet ediyordu. Akşam da beni eve bırakır. Senin beklemene gerek yok…”

Şoför gitti. Ben camiye girdim. Daha caminin ortasına gelmiştim ki; vücudumun her tarafında bir ağrıdır, başladı. Olduğum yere oturup kaldım. Öyle bir ağrı ki, farz için ayağa kalkamadım. Oturduğum yerde kılabildim. Sanki vücudumdaki bütün kaslara kramp girdi. Müthiş bir ağrı. O zamanlar cep telefonu yok. Kimseyi çağırma imkânım yok.

Düşünmeye başladım.

Cemaatten bir-iki kişiye rica ederim; koluma girerler. Dışarıda da bir taksi çeviririz. Oradan çocukların yanına veya bir hastahâneye geçeriz.

Böyle düşünürken, tesbihat bitti, bir de baktım buluşacağımız Çakırca başucumda dikiliyor.

“–Aman Mehmet Bey, ben de seni nasıl bulsam diyordum, kardeşim…”

“–Ne oldu, ne hayır?”

“–Hele şu koluma gir, beni kaldır da…”

Koluma girip beni kaldırdı. Bin bir güçlükle, adım adım yürüyüp dışarı çıktık. Dışarıda koluma bir arkadaş daha girdi. Bir eczaneye girdik. Ağrı kesici, spazm çözücü ilâçlar aldık. Bir arabaya bindik doğru doktora…

Yusufpaşa’da Haseki’nin karşısında Çakırca’nın bir doktor arkadaşı varmış, oraya gittik. Beni yatırdılar; kolumu oynatıyorlar, ayağımı oynatıyorlar, boynumu oynatıyorlar, vesaire… Belki yarım saat-kırk beş dakika böyle hareketler yaptırdılar.

Soyadını unuttum, Doktor Mehmet Bey;

“–Ben, ortopedistim. Bir de Hindistan’da akupunktur tahsili gördüm. Bu işin uzmanıyım. Fakat, kırk beş dakika uğraştığım hâlde, kaslarda bir değişiklik meydana gelmedi. Bir çözülme olmadı. Vücudunuzun her yeri kireç bağlamış.” dedi.

“–Yahu, nasıl olur?”

“–Aslında kireçlenme sizin anlattığınız gibi birden bire olmaz. Nasıl olduğunu anlayamadık. Bunu çözmek için en az otuz seans lâzım ki, birkaç hareket yaptırabilelim. Her seans da en az bir saat sürer.”

Ben dedim ki:

“–Siz öyle diyorsunuz ama doktor bey, ben on gün sonra umreye gideceğim. Biletimiz alındı, her şey hazır…”

Doktor inançlı bir adammış:

“–Madem gideceksin, en iyi yere gidiyorsun. Orada iklim sıcak; zemzemi de besmeleyi çekip şifâ niyetine iç. İnşâallah sana şifâ olur.” dedi.

Günler geçti. Ağrılarda, kasılmalarda fazla bir değişme olmadı. Umre yolculuğunun vakti geldi. Ulaştık, yerleştik.

Ramazan umresi…

Teravih namazı kılmak istiyorum. Müthiş bir zorlukla karşı karşıya kalıyorum. Rükûya varıyorum, aman doğrulsam; secdeye varıyorum, aman kalkabilsem. Ayakta duramıyorum, oturuyorum; oturamıyorum… Ne yapsam olmuyor; bir yer değil her tarafımda dayanılmayacak şekilde ağrı…

Mübârek topraklara gelmişiz, tabiî bir yandan da yalvarıyorum:

“Yâ Rabbî! Ben buraya Sen’in dâvetin icabet ederek geldim. İbâdet etmeye geldim. Bu ıstırabıma şifâ ver! Şifâ Sen’dendir yâ Rabbî… Görevlerimizi yapalım. Rahatça, huzurla bir umre yapalım…” Her gün biraz biraz hafif hafif iyiye doğru gidiş var fakat tam bir iyileşme yok. Henüz ayakta namaz kılacak durumda değilim…

Aradan beş-altı gün geçti. Yine hiç hâlim yok. Bir gün öğle ile ikindi arası ağır ağır adımlarla, üst kata çıktım. Harem-i şerifte, Safâ-Merve tarafı… Baktım ki, halı sımsıcak; güneş iyice vurmuş, ısıtmış ve gitmiş… «Şu sıcak halının üzerine bir yatayım.» dedim. Öylece uzandım. Sıcak iyi de geldi. İçim geçmiş, uyumuşum. Herhâlde yarım saat, kırk dakika kadar uyudum. Bir uyandım ki;

“Aman yâ Rabbî! Bu nasıl iş?!.”

Vücudumda hiçbir ağrı kalmamış. O, Sultanahmet’e girmeden evvelki sıhhatli hâlim geri döndü… Doktorun otuz seansta ancak düzelir dediği o hâl, geldiği gibi bir anda gitti.

Öyle…

Sıhhatine güvenme, hastalık var… Hastalıktan dolayı yeise düşme, Rabbim’in şifâsı var…

Mescid-i Haram’da böyle bir şifâ nasip oldu.

O beldeler, mübârek… O beldelerin tozu-toprağı şifâ ve devâ… O mukaddes mekânlar, duâların reddedilmediği yerler… Fakat zamanlaması Rabbim’in iznine bağlı…

İyi olayım diye yatsan iyileşemezsin.

O’na sığınacak, duâ edeceksin. İsteyeceksin…

Ancak O murad edince olur…

Olmadı sabredeceksin, «Bu daha hayırlıdır.» diyeceksin… «Vakti gelmemiş.» diyeceksin. Daha fazla lâyık olmaya çalışacaksın. Hepsi ayrı birer imtihan…

Âdil Hoca’nın babasının anlattığı bir îtikâf hâtırası var ki, teberrük ve şifâya kavuşma gibi hususlarda, güzel bir misal…

Antep’te Şeyh Camii vardır. Âdil Hoca’nın babasının da aralarında bulunduğu beş-on arkadaş orada îtikâfa girmişler. İçlerinden biri ciddî derecede hasta imiş…

“–Yahu sen ayakta duramıyorsun. Öleceksin neredeyse… Özrün olduğu hâlde bir de oruç tutuyorsun, kalktın bir de îtikâfa girdin. Senin bu hâlin ne olacak?” deseler de o dinlemiyormuş. Arkadaşları onunla ilgileniyor, bir yandan ibâdetlerine devam ediyorlarmış. Bir gün kalkmışlar ki, o hasta adam kendilerinden daha diri:

“–Yahu, sen hastaydın, ne oldu sana?”

“–Ne olduğunu ben de bilmiyorum. Gece rüyamda birisi geldi. Beni iyice sıvazladı. Bana da bir su verdi, içtim. Kalktım ki hiçbir şeyim kalmamış.”

İçlerinden birinin ufak tefek birtakım rahatsızlıkları varmış. Bu işi duyunca başlamış ayrıntıları sormaya:

“–Sen nerede yattıydın?”

“–Şurada…”

“–Başını nereye koydun?”

“–İşte şuraya…”

“–Ayağını nereye uzattın?”

“–İşte şuraya…”

O da yatmış, kalkmış. Tabiî ne rüyâ, ne devâ, ne şifâ… Bir şey olduğu yok…

“–Yahu, bana bir şey olmadı. Gelen giden yok. Senin iş nasıl oldu?”

“–İyi ama sen, şifâ bulmak için; yani şifâyı camiden, o gelen zâttan bulmak için yattın. Ben ise yatarken Mevlâ’dan istemiştim. Ben yatarken, birisi gelsin, bana böyle bir şey yapsın; demedim ki!..”

Evet, şifâyı veren Allah… İster doktor, ilâç, tedavi, ameliyat; ister duâ, hacamat, zemzem, okutma… Hepsi ancak vesile…

Bu sebeple sözlerimize dikkat etmek lâzım…

“Şu ilâcı içtim, iyileştim…”

“Şu doktor beni iyileştirdi…”

Böyle söylemek yerine; «vesile oldu» demekte fayda var.

Tıpkı;

“Ben şöyle sağlamımdır, şöyle dayanıklıyımdır…”

“Hiç hasta olmam…” gibi iddialı, büyük lâflar etmemek lâzım geldiği gibi…

Bu şifâ bulma hâtıralarını zikrediyoruz, diye; «Doktora gitmeye gerek yok!» demiş olmuyoruz. Doktora gitmek, tedavi olmak Efendimiz’in tavsiyesi… Demek istediğimiz; şifâyı, afiyeti ararken, bir yandan Allâh’a sığınmak lâzım.

İlâç içerken de… Ameliyat masasına yatarken de…

O’na sığınmak en büyük şifâ, en büyük dayanak…

Çünkü herkes bilir ki, aynı doktora birçok hasta gider; biri şifâ bulur, biri bulamaz. Aynı ameliyatı niceleri olur, herkesinki aynı başarıyla neticelenmez.

Gençliğimde dizlerimde böyle bir türlü iyileşmeyen bir ağrı olmuştu.

Doktora gidiyorum, ilâç veriyor, kullanıyorum, fakat hiç kâr etmiyor. Bir türlü geçmek bilmiyor. Bir gün evde yemek yiyoruz. Yer sofrasının üzerinden geçeyim derken, sofradaki çaydanlığa ayağım çarptı, öbür ayağımın üzerine çaydanlıktaki kaynar su döküldü. Ânında haşlandı, kabardı, kalktı. Olur hâli yok.

“–Kaç günde iyi olur?”

“–On beş-yirmi günde…”

Fakat bir türlü iyi olmuyor. Sulanıp sulanıp geliyor. Hulâsa bir buçuk ay sürdü. Sonunda ayak iyileşti. Bir de baktım, benim ağrıyan dizim de onunla beraber iyileşmiş.

İnsan, hakkında hayırlı olanı bilemez dedik ya. Ayağımız yandı, fakat; belki de dizimizin şifâsını orada bulduk.

Bir başka tarafı da şu: Yanığın derdine düşünce, diz gündemimizden çıktı… Üzerine düştükçe iyileşmeyen ağrı, göz ardı edilince kayboldu. Bu da bir başka tecellî…

Hep Yaratan’a sığınırsak, kafayı ve kalbi bozmazsak; hastalıklar Allâh’ın izniyle şifâ bulur. Cenâb-ı Allah; vücudu öyle yaratmış ki, kendi kendini tamir ediyor.

Kafa ve kalbi bozmamak… Huzur, inanç, sevgi, güven içinde bir hayat…

İşin sırrı, şifâyı vereni bilmekte ve hastalığın hikmetini idrak etmekte…

Değerli Ahmed Muhtar BÜYÜKÇINAR Hocaefendi’yi ziyarete gittim. 90 yaşlarına merdiven dayamış bir âlim. Yürüyecek dermanı yok. Kulağına eğildim:

“‒Hocam, nasılsın? Kendi ihtiyacını kendin görebiliyor musun?” dedim.

O da:

“‒Şu gördüğün dört ayaklı tutacakla zorlanarak yürüyorum. Rabbime hamd, şükür ve sabır ediyorum. Rabbim; «Kullarım, kendi amelleri ile cennetteki hamd köşkünü kazanamazlarsa; onları hastalıkla imtihan eder, hamd köşkünü kazanmalarını sağlarım.» diyor. İnşallah biz de hamd eder, o köşkü kazanırız.” dedi.

Mutlu bir tebessüm ve kısık bir ses ile sözü bitirdi.

İnsan hastalık vesilesiyle acziyetini anlar… Bencilliğini, kendini beğenmişliğini yenme fırsatı bulur… Şifâsı bulunamamış hastaları, ilâç bulamayan yoksulları, yatağa mahkûm felçlileri, özürlüleri, engellileri düşünür… Varlıklıysa onlara imkânlarıyla yardımcı olmayı, hiç değilse hizmet etmeyi arzu eder…

Rabbimiz; hac yolundaki kardeşlerimizin ibâdetlerini, sağlık ve âfiyet içerisinde îfâ edip, günahlarından arınmış, tertemiz bir şekilde memlekete dönmelerini nasip eylesin…

Cümlemize sıhhat ve âfiyet, hastalarımıza da şifâ versin…