CİĞER SATMADAN OLMAZ!..

Ahmet ZİYLAN

Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’nin mâneviyat yolculuğunu hemen herkes bilir… Menkıbeleri anlatılır… Radyo tiyatroları ve filmleri de vardır.

Özetle;

Bursa’nın anlı şanlı kadısı Mahmud; bir hâdise üzerine kapısına vardığı Üftâde Hazretleri’nin feyiz ve rûhâniyetinin tesiri altında kalarak, kendisini mânâ yoluna adamaya, bu büyük zâtın mürîdi olmaya karar verir. Fakat Üftâde Hazretleri, ağır şartlar koşar Kadı Mahmud’a:

O büyük ve itibarlı makamından ayrılacak, sırtında kaftanıyla çarşı-pazar dolaşarak ciğer satacaktır!

Düne kadar önünden hürmetle geçenler şimdi belki dudak bükecek, belki gülecek, alay edeceklerdir:

“Koskoca kadıya bak! Ne hâllere düşmüş!” diyeceklerdir. Fakat mâneviyat yolunda mesafe kat edebilmek için bu fedâkârlığı yapmak, nefsini ayaklar altına almak, gönlünde zâhirî ilim ve makamdan gelebilecek kendini beğenme duygusundan bir zerre bile bırakmamak mecburiyeti vardır.

Kadı Mahmud Efendi, bütün şöhret ve itibarını ayaklar altına alır; süslü-püslü kadı kaftanıyla, çarşı-pazar dolaşıp ciğerleri satar. Fakat gün gelir, Aziz Mahmud Hüdâyî olur… Padişahların hürmet ettiği, önünde eğilip, abdest suyu döktükleri bir dereceye ulaşır… Nâil olduğu mânevî mertebeleri ise bizim sözlerimiz anlatamaz…

Biz bu menkıbeyi, mâneviyat yolunun bir vecîbesi olarak okur, dinleriz. Fakat ben bu ciğer satma meselesini, sadece mâneviyatta değil, maddî-mânevî her işte başarının bir sırrı olarak görüyorum. Çözülmesi, açılması gereken bir kilit, daha doğrusu, insandaki bir kilidin anahtarı olarak görüyor ve ifade ediyorum.

Misallerle daha iyi anlatabiliriz.

Bir akrabamızın damadı vardı. Ayakkabıcılık yapıyordu. Dükkânda iş yapamadığından şikâyet ettiler. Satamıyormuş. Dedim ki:

“–O ayakkabıları sepetlere doldursun, camilerin önünde, çarşıda, pazarda hareketli yerlerde satsın.”

Ne demek istediğimi anlamadılar. Tekrar sordular, aynı şeyi söyledim. İtiraz ediyorlar:

“–Nasıl satsın?”

“–Ben satsın, diyorum, satsın… Ucuz satsın, pahalı satsın, hele bir satsın bakalım.”

Aradan iki-üç ay geçti. Bizim tavsiyemizi tutmadılar. Yine talepte bulunuyorlar:

“–Bu, satamıyor, buna yardımcı olsana!..”

Baktık, meseleyi idrak edemiyorlar;

“–Yardımcı olmamız mümkün değil.” deyip, kestik. Çünkü ben asıl yardımı yapıyorum. İşin sırrını söylüyorum.

Hüdâyî Hazretleri gibi kadı kaftanıyla, ciğer de satmayacak. Kendi malını satacak. Neticede kendi dükkânının ayakkabılarını satacak. Fakat bir işportacı gibi sokaklarda satış yapmak ağırına gidiyor. Öyle olunca da nasip kapısı açılıvermiyor.

Cenâb-ı Hak, gayret istiyor. Kul, talep etsin istiyor. Helâlinden istemek, çalışmak, satmaya çalışmak… Bunlar ayıp değil, insanı küçülten şeyler değil…

Hayâ, utanma duygusu güzel bir haslet… Fakat adresi, başka… Başkasına minnet etmekten utan, başkasının malına, kazancına göz dikmekten utan… Hakkın olmayan bir şeyi talep etmekten hayâ et…

İnsan ne zaman nefsini yener, rızkını kazanma yolunda niçin utanayım, neden çekineyim, der; cami köşesinde, caddede, pazarda sepeti eline alıp, malını satabilirse; işte o zaman o bir yere gelebilir. O zaman bir şeyler kırılır, cesaret artar. İçinde kendi ayağına çelme takan çekingenlik, menfî utanç ve olumsuz tutukluk dağılır. Doğru yönde medenî cesaret artar. Müsbet yöndeki ben yapabiliyorum duygusu insanın şevkini artırır. Dönüp baktığında, niye yanlış şekilde utanıyormuşum ki diye kendisine güler… Fakat o açılım, o kırılma olması lâzım…

Açılmak diyorlar ya, yırtılmadan bir açılma… Kırılma noktası…

Ticarette ortaya atılmak, ürününü arz etmekten çekinmemek şeklinde bu açılım; hocalık, öğretmenlik gibi bazı mesleklerde de toplum önünde konuşmaktan korkmamak şeklini alıyor. Ya takılırsam, ya sürçersem diye korka korka mihraptan, kürsüden kaçarak meslek hayatının sonuna gelen insanlar var. Hâlbuki, bir şekilde takılmayı, sürçmeyi, gerekirse rezil olmayı göze alacak; öne atılacak, şeytanın bacağını kıracak… Ancak o zaman mesleğinin hakkını veren bir hoca, hatip, imam vs. olabilir.

Lisan öğrenmede de öyle diyorlar. Cesaret eden, konuşmaya kendini zorlayan başarıyor. Gerisi kâğıt üzerinde allâme de olsa iki lâfı bir araya getiremiyor. Derdini anlatamıyor.

İşin sırrı cesaret… Küçük düşmeyi, reddedilmeyi göze alıp öne atılmak… Gayret etmek…

Tasavvufî tabirle ciğer satmak…

Kur’ânî tabirle, «ayıplayanın ayıplamasına aldırmamak…»

Hazret-i Peygamber’e «yalancı» dediler, «deli» dediler, «şair» dediler, «kâhin» dediler, «cinlenmiş» dediler, «büyülenmiş» dediler. «Hani mûcizen?» dediler. Gösterdi, «büyü» dediler. «Sen kimsin ki!» dediler. «Bir yetime mi kalmış Allâh’ın elçiliği!..» dediler. Daha ne hakaretler… O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- lâflara aldırmadı. Panayır panayır, şehir şehir, şahıs şahıs dolaştı. Anlattı anlattı… Yılmadı. Mekke dönemi 13 sene… Dile kolay…

Dinde, tasavvufta, tebliğde vazife şuuruyla, çekinmeden doğru yolundan gitmek ne ise, iş âleminde de aynı…

Ciğer satmadan olmaz!..

Bu sırrı Ramiz HATAYLI adlı bir tüccardan da dinledim. Ramiz Bey kauçuk ithalatçılığı yapan bir adam. Biz de kendisinden kauçuk alırdık. Ona misafirliğe gittim. O sırada bir hanımla hararetli hararetli konuşuyorlar. O kadar ki, bana;

“–Sen otur bir çay iç, şu mevzuyu bitirelim…” dediler. Ben de böylece ister istemez kulak misafiri oldum.

İşsiz bir gençten bahsediyorlar. Tahminime göre Ramiz HATAYLI’nın yeğeni… Hanım ısrarla;

“–Bu çocuk, bizim çok yakınımız. Bu kadar zenginsin, hâlin-vaktin yerinde, bu delikanlıya niye iş ayarlamıyorsun?” diyor.

Adam Nuh diyor, peygamber demiyor:

“–Ben iş ayarlamam!..»

“–Ya?”

“–O kendi işini, kendi ayarlar.”

“–Neden?”

“–Çünkü benim ayarladığım iş, boşa gider. Ben ne yapsam bir işe yaramaz.”

“–İyi de gitsin ona-buna el mi açsın, ona-buna mağdur mu olsun?”

Kadıncağız böyle deyince Ramiz Bey dedi ki:

“–Ben onun yerinde olsam ne yaparım biliyor musun? Git ona aynen anlat:

Gitsin, bir kova alsın, bir de fırça. İçine suyu doldursun, bir de sabun. Şoförlüğü de var zaten. Bir taksi durağına gelsin:

«–Abi, arabanı yıkayayım mı?»

«–Yok!»

«–Hayır, para istemiyorum, bedava yıkayacağım.»

«–Oğlum, git dedik!»

Bir başka arabaya yönelir:

«–Seninkini yıkayayım abi. Para istemiyorum, bedava çalışacağım.»

Bir denesin. Sonunda biri râzı olur. Arabayı güzelce yıkar, kurular, duraktakilerin hepsi bunu görür:

«–Para?»

«–Para istemiyorum dedim ya abi… İsterseniz sizin arabayı da yıkayayım…»

Artık o da; «Yıka!..» diyecek. Nasıl olsa para vermiyorlar, o da yıkatır, öteki de yıkatır. Her gün, muhabbetle gelip koşturduğunu görünce, baştan para vermek istemeyenler, gönüllü olarak;

«Bu çocuk ne yiyecek, ne içecek? Şunun cebine birkaç kuruş verelim.» derler. O daha kıymetli olur. Böylece cep harçlığı çıkmaya başlar.

Taksi durağında şoförler otururlar, tavla oynarlar, sohbet ederler. Önden bir araba gider. Ötekinin öne çekilmesi lâzım. O zaman delikanlı desin ki:

«–Abi, arabanı ben çekeyim istersen?»

«–Çekebilir misin?»

«–Çekerim ya.»

«–Çek bakalım.»

Adam gibi çekerse, şoförler görür, anlarlar: Çocuk işin erbabı… Diğerleri de çektirmeye başladı mı, oldu, gitti artık oranın kâhyası… Güvenilirliğiyle, yanlış yapmamasıyla kendini iyice sevdirir.

Aradan bir müddet daha geçer. Şoförlerin muhabbeti koyulttuğu sırada bir iş çıkar. O yine dalar:

«–Abi istersen bu sefere ben gidip geleyim.»

Sefere gidip gelir, kazancı adama verir. İçinde maddî bir beklenti, fırsatçılık yok. Diğerleri de yollarlar:

«–Benimkine git, benimkine git.»

Oranın adamı olmuştur. Güven telkin etmiştir. Fazla zaman geçmez, taksi durağından birisi işinden usanmıştır veya ihtiyarlamıştır:

«–Oğlum, sen iyi, güvenilir bir adamsın, işini güzel yapan bir adamsın. Gel şu arabada biraz şoförlük et.» der. O da şoförlüğe başlar. Ötekinin emin bir adama daha fazla ihtiyacı vardır:

«–Sen oradan ayrıl gel, sana bir tekerin kazancını vereyim.» der.”

Hataylı, böyle tatlı tatlı anlattıktan sonra, konuştuğu hanıma son noktayı koydu:

“–İşte o zaman benim yanıma gelsin!..»

Adam farkında olmadan tasavvuftaki o sırrı, o çileyi tavsiye ediyor; «Ciğer satsın.» diyor. Âdeta;

“Ciğer satmadan, nefsini ezmeden, insanlara kendini sevdirmeden, hizmete alışmadan, çile çekmeden gelirse, ben ona araba versem, üç gün sonra; «Nasıl olsa benim amcam/dayım araba verdi. Bir araba daha verir!..» diye düşünür. Har vurup-harman savurur. Kendi parasıyla kazansın ki kıymet bilsin.” diyor.

Ramiz HATAYLI’nın bu tasviri çok hoşuma gitmişti. Çünkü içinde kendimi buldum. Herkes taksi durağına gidecek değil… O bir misal… Herkes kendi fıtratına, kabiliyetlerine, bilgi ve tecrübe birikimine göre bir yere yaklaşacak… Fakat mütevâzı bir şekilde… En alt kademeye râzı olarak… Menfaat değil hizmet şuuruyla…

Ciğer satmayı tavsiye ediyorum, hattâ başarmanın şartı görüyorum, çünkü ben de o zorlukları çektim, o terbiyeden geçtim, o açılımları yaşadım.

İlk dükkân tecrübelerimizi geride bırakmıştık. Çeşitli sebeplerle, üçüncü dükkânı da kapattık. Boş gezecek hâlimiz yok. Bir arkadaşımız var: Abdülcebbar DEMİRKAN. Hasan çavuşun oğlu. Cadde üzerinde dükkânı var. Bana dedi ki:

«–Yahu boş geziyorsun. Boş gezeceğine gel de, şurada kalfalık et. İki defa dükkân açmışsın, ustalık etmişsin ama kalfalık edersen, üç-beş kuruş cebine para girer.»

Doğru söylüyor. Fakat ustalık ettikten, kendi dükkânını işlettikten sonra başka bir dükkâna girip kalfalık etmek, el-âleme bu vaziyette görünmek nefse ağır geliyor. Bu sebeple ona dedim ki:

«–Çalışırım ama, bana şu üst ranza var ya…»

«–Eee…»

«–O üst ranzada en dipte bir yer verirsen, orada çalışırım.»

Maksadım dükkâna gelen-giden beni görmesin. Görürse nefis meselesi olacak… Damarımıza dokunacak…

Arkadaş o dipte yer verdi. Oraya geçtik, öyle çalışıyoruz. Daracık da bir dükkânı var Mütercim Âsım Caddesi’nde…

Daha bir-iki hafta geçmemişti ki benim en çok utanacağım, bana «usta» diye hürmet eden birisi aşağı geldi.

Aşağıda usta yok. Yukarıdan da çekiç sesi geliyor. Çıkayım da hele sorayım, usta neredeymiş, diye başını bir uzatıyor, beni görüyor.

Nereye saklanırsan saklan! Gûyâ tedbir alıp en dibi istedim. Ama görünmemek ne mümkün!

“–Ooo Ahmet usta, sen burada mısın yahu, ne yapıyorsun burada?”

“–Kalfalık ediyorum.”

Dayanamadım. O dükkândan da çıktım. İstanbul’a gittim. İstanbul’da bizi gören olmaz nasıl olsa diye… Orada iş aradım.

Fakat sonunda nefsi ve anlamsız gururunu ezdik.

Geçenlerde bizim İsmail KARADUMAN’ın dükkânına girdim, oradan çıktık, yukarıya doğru gidiyoruz. Rıza Paşa Yokuşu’na doğru. Bir tane dükkânın önünde durdum.

“–Niye duruyorsun.” dedi.

“–Şurada bir dakika duracağım. Şu dükkân var ya, ben seneler önce geldim bu dükkândan 24 tane şemsiye aldım. 12 tanesi erkek, 12 tanesi kadın şemsiyesi… Mahmutpaşa’nın kalabalığında, kendimi yenmek için sattım. Yağmur bir yağıyor, bir duruyordu. Şemsiyeleri beşe aldım. 10’a 15’e satıyorum.”

Benim için aynen ciğer satmak… Bir tanıdık rastlarsa diye ödüm kopuyor. Fakat bir yandan da alışıyorsun… Nefsini yeniyorsun…

Oradan sonra Antep’e gittim. Antep’te tekrar Mütercim Âsım Caddesi’nde dükkân açtım. Ayakkabı yapıyoruz, satıyoruz. O civarda ambalâj sandığının fiyatı 10 lira… Öğlenleri yemek yemek için eve gidiyorum. Bu sandıkların ucuz olarak satıldığı Gaziler Caddesi’nden de geçiyorum. Orada sordum, sandık 5 lira. Arada 5 lira fark var. 5 lira da bereket versin iyi para…

Fakat, oradan aldığın sandığı adam tutup götürmeye kalksan, en az 5 liraya götürürler. Ne yapıyordum? Tam nefsi ezme fırsatı! Bu sandığı omzuma alırım, aralardan da geçmem. Bizzat hususî dükkânların önünden geçerim. Meydan okurcasına!

«Ben, helâl rızık için, alın terim için her şeyi yaparım arkadaş, omzumda sandık da taşırım.» dercesine…

Aslında bana bir şey dedikleri yok. Ben bunu kendi kendime yapıyorum. Böyle böyle alıştım. Nefsi böyle böyle ezdim:

“Ben, sandık da taşırım, oraya-buraya kaçmam. Ekmeğim için çalışıyorum. Kimseye müdânâm yok. Kimsenin ayıplamasına, lâfına-sözüne de aldırışım yok!”

Böyle gurur ezilince, tevâzu hâli hâkim olunca; ondan sonra çözülmeye başladı her şey. Takdir Allah’tan elbet… Fakat gayret ve talep istiyor… Çalışmak ve kapıyı çalmak…

İnce bir sır…

Bir tarafta tevâzu ağır basarak, nefsin gururu eziliyor; öbür tarafta mükâfat olarak cesaret gelişiyor, başarmanın iftiharı imdada yetişiyor.

Orada yine tevâzu imtihanı…

Neticede gelen başarıyla da övünmeden, yine tevâzu, yine hiçlik… Yine kendinden değil, Allah’tan bilmek…

Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’nden, ahîlikten, Yesevî dervişlerinden gelen bilgelik…

Dergâhtan tezgâha, tekkeden dükkâna yansıyan hayat notları…