MUTLULUĞU MADDİYATTA ARAMAK

H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Geçtiğimiz ay, millet olarak Somali’deki korkunç açlık ve yokluk felâketine merhem olmaya koştuk. Bu arada da durup düşünmeden edemedik, dünya bu hâle nasıl geldi?

Dünyada bir milyar insan obeziteden, bir milyar insan da açlıktan ölüyor. Zengin ülkelerde çöpe atılan gıda maddeleriyle fakir ülkelerin halkı iki kez doyabilir. Fakat hâlâ yoksul kıtanın kaynakları zengin kıtaya taşınıyor. Peki, bu böyle daha ne kadar devam edecek?

Tarih felsefecileri; bugün dünyada hâkim olan hayat tarzı ve felsefesine, «tarihin sonu» yani bir başka deyişle kapitalizm ve liberalizmin nihâî zaferi diyorlar. İddialarına göre artık ideolojilerin sonu gelmiştir; artık günümüz insanı, bundan farklı bir dünya görüşü isteyemez…

Görünüşe baktığınız zaman, hak vermek zorunda kalıyorsunuz. Çünkü zamâne insanını güdüp, terbiye eden hâkim eğitim müesseseleri ve medya; tamamen bu dünya nizamına bel bağlamış bulunuyor. Günümüz dünyasında herhangi bir çocuk, yetişkinlik çağına ulaşana kadar sayısız reklâma muhatap oluyor. Televizyon ve sinemada; gençlere sadece reklâmlarda değil, reklâm kuşaklarının arasını dolduran film ve dizilerde de sürekli maddiyatçı bir hayat telkin ediliyor.

Bir iktisatçı; insanın, rasyonel düşünen ve ekonomik faydasını hesaplayan bir varlık (homo economicus) olduğunu ileri sürmüş. Reklâm felsefesi de güya bu teoriden meşrûiyet alıyor. Yani reklâmın bir enformasyon / bilgi paylaşımı olduğu, akılcı bir varlık olan tüketiciye seçim yapmak için seçenek sağladığı savunuluyor. Acaba ne kadar doğru?

Hâlbuki insan hiç de aklî davranan bir varlık değil; öyle hareket etmiyor. İnsanların çoğu eşyaya tıpkı çocuklar gibi bakıyor. Çocukların oyun esnasında nesnelere sembolik değerler yüklemesine benzer şekilde hayalî değerler veriyor.

Nasıl ki çocuklar oyun sırasında; sahip olduğu bir nesne sayesinde; meselâ kulağına taktığı oyuncak stetoskopla doktor oluverir veya silâh ile polis oluverir; bunun gibi yetişkinler de sahip oldukları bir nesne sayesinde önemli insan olduklarını zannediyorlar.

Gençlerin çoğu, toplum içinde faydalı bir insan olarak, kendini gerçekten yetiştirerek hakikî bir itibar kazanma yolunu değil; sahip olunan nesnelerle önemli insan gibi görünme yolunu tercih ediyor. Köşe başlarında âvâre âvâre dikilerek ömür çürüten genç kız ve erkekler; giyim kuşamla, takılarla, sahip oldukları eşyalarla kendilerine hayalî bir değer arıyorlar. Çünkü bu gençler, kendilerine örnek olarak gösterilen modellerden bunu görüp öğreniyorlar. Meselâ hiçbir film kahramanının ibâdet veya duâ ettiğini görmüyorsunuz, çoğunun hayatını nasıl kazandığını dahî anlayamıyorsunuz; ama gayet kendinden emin bir edayla, ustalıkla otomobil, bilgisayar, cep telefonu ve kredi kartı kullandığını seyrediyorsunuz. Bunlar; kibirli bir tavırla üzerlerinde taşıdıkları giyecekleri, bindikleri otomobilleri, yaşadıkları hayat tarzını, hattâ huy ve ahlâklarını çocuklara, gençlere benimsetiyorlar.

Bu kahramanların çoğunun tasarruflu davranmak, para biriktirmek gibi bir kaygıları olmuyor. Bu sebepten de alışverişte herhangi bir şeyin fiyatını sormuyor, pazarlık etmiyor. Böylece -fiyatı ne olursa olsun- istediğin bir şeyi almalısın, fikri telkin ediliyor. Dizilere dikkat ederseniz görüyorsunuz ki, aile fertleri âdeta mutfakta yaşıyor. Çocuklar da yetişkinler de sık sık dolaplardan yiyecek içecek çıkarıp tek başlarına tüketiyorlar. Yine aile fertlerinin sık sık alışverişten elleri kolları dolu olarak döndükleri görülüyor. Hoşça zaman geçirme anlayışı olarak benimsedikleri model:

Alışveriş merkezlerinde yiyip içmek, gösteri izlemek ve yeni çıkan ne varsa almak.

Böylece farkında olalım veya olmayalım zihinlerimize birtakım ölçüler yerleşmiş oluyor. Artık modern bir insan olmanın ölçüsü bellidir:

“Mutluluğu tüketimde aramak.”

Aslında bu durum büyük sermaye sahiplerinin işine geliyor. Çünkü insanlar yarış atları gibi hep daha fazla çalışmaya, daha fazla kazanmaya ve sonunda da daha fazla tüketmeye koştukça ekonomik faaliyetler hızlanıyor. Böylece ekonomi hızla büyüyor, üretim-tüketim çoğalıp, çeşitleniyor. Bu durum devletin bol vergi toplamasını sağlayınca devletler de ekonominin büyümesini istiyor. Böylece günümüzde «insan» denen varlık sadece ekonomik fonksiyona indirgenmiş bulunuyor.

Artık insan; Allâh’ın yarattığı bir varlık ve O’na karşı mes’ul bir kul olmaktan önce; emekçi, tüketici, yatırımcı, vergi mükellefi… hâline geliyor. Fertler de şikâyetçi değil bu durumdan. Bolluk içinde yaşayan, şık giyinen, ileri teknolojiyle üretilmiş cihazlar kullanan ve işlerini çok kolay bir şekilde hâlleden… böylece kibirlenmek için yeterli imkâna sahip olan varlıklara dönüşüyorlar artık onlar:

Modern insan denilen bir nevi «üst-insan!»

Modern insan. Sanki yeni bir canlı türü… Fakat diğer canlıları yok eden bir tür… Sürekli tabiatı işgal eden, başka canlıların yaşama hakkına el koyan veya ancak kendisine hizmet etme karşılığında yaşatan, besleyen bir tür… Sadece bitki ve hayvanları değil, geri kalmış saydıkları insan toplumlarını da ya sömürmeye, ya köleleştirmeye veya vatanlarını işgal edip soykırıma maruz bırakmaya hakları olduğunu zanneden bir tür.

Bütün bu yaptıklarıyla çevrelerine mutsuzluk yayan bu tür, mutlu da değil üstelik. Öyle ki artık mutlu olmayı yeniden öğrenebilmek için okullarda mutluluk dersi okutmaya ihtiyaç duyuyorlar. Neden?

Bugün Amerika’da ortalama bir markette 40 bin çeşit ürün satılıyormuş. Bu ürünlerin reklâmında doğrudan veya dolaylı olarak hep şu telkin ediliyor:

“Bunu tüketirsen mutlu olursun.” Ve insanlar da tüketiyor. Ama mutlu oluyorlar mı?

Neden mutsuz bu insanlar? Haydi siyasî-ekonomik yönden sömürülen ülkelerin halkı mutsuz olmakta haklıdır. Kendi topraklarında ihtiyaç duydukları maddeleri üretip hür bir şekilde yaşamaktan mahrum edilmişlerdir. Avrupalılar en verimli topraklarını işgal etmiş; çay, kahve, kakao, şaraplık üzüm, muz, ananas… yetiştiriyor, onlar ise kurak bölgelerde işbirlikçi hükûmetlerin baskısı altında zulüm görüyorlar. Onların mutsuz olmaları anlaşılır bir durum. Ama efendiler niye mutsuz?

Modern insan da mutsuz, çünkü artık topluma seslenme ve onları yönlendirme gücünü dînî otoritenin elinden alan ekonomik otorite; doğrudan ya da dolaylı reklâmlarıyla sürekli; “Mutlu değilsin, mutlu olmak için daha fazlasını istemelisin!” diye bağırıyor.

Yakın zamana kadar mutsuzluk bir mesele olarak görülmüyordu. Çünkü bu mutsuzluk; ilerlemenin motoru olarak görülen, istenen ve plânlanan bir mutsuzluktu. Ekonomiye canlılık ve yeni iş kolları kazandıran bir ruh hâliydi…

Bugün:

“Kendinizi şımartarak mutlu olun!” felsefesi, sayısız sektörü besliyor. Hattâ hemen bütün sektörlerin kârlılığının en büyük dayanağı bu sözünü ettiğimiz genel mutsuzluk hâli…

“Bakım yaptırın, masaj yaptırın, tatil yapın, lüks tüketimle kendinizi şımartın, böylece mutlu olun.”

“Bunu yiyin, şunu için, onu giyinin, şunları seyredin, mutlu olun!”

“Şu müziği dinleyin, şu filmi seyredin, eğlenin mutlu olun!”

Günümüzde birçok sektörü «mutsuzluk hissi» ayakta tutuyor:

Meselâ tatil ve eğlence sektörü! Eski zamanlarda tatil yapmak bir ihtiyaç olarak görülmezken şimdi görülüyor. Hattâ doktorlar, reçetelerine «tatil» yazıyorlar…

Sonra; basın-yayın, televizyon, internet ve tümüyle medya sektörü, mutsuzluğun hem zehrini hem panzehirini bir arada sunuyor. İnsanın his ve arzuları, aklına hayaline gelmeyen zevk u safa manzaralarıyla uyarılıyor.

“Sosyete ne yiyor, ne içiyor, nasıl yaşıyor?” Son moda kıyafetler, son teknoloji ürünler, en gözde mekânlar, süper lüks arabalar, evler, villâlar, rezidanslar…

Bitmedi; moda, kozmetik, aksesuar sektörünü de mutsuzluk hissi ayakta tutar. Reklâmlarda kadınlara;

“Saçını şu şampuanla yıkarsan baş döndürücü dolgun saçlara sahip olursun.” denilir. Mutlu olmanın yolu erkeklerin başını döndürmektir ya!

Hele hele bazı sektörler tamamen mutsuzluktan kaynaklandığı gibi mutsuzluğu derinleştirirler de… Meselâ keyif verici maddelerin üretimi, satışı, servisi…

Alkollü içecekler, tütün mamülleri ve tabiîsiyle kimyevîsiyle bir sürü uyuşturucu maddeyi neden tüketir insanlar? Aslında keyif verici maddeler bu uyuşturucu ve uyarıcılardan ibaret de değildir. İhtiyaç olmadığı hâlde tüketilen yiyeceklerin çoğunu keyif verici maddelere dâhil edebiliriz. Kola, kahve, çikolata, hattâ bizzat şekerin kendisi psikoaktif maddedir.

Günümüzde insanlar enerji ihtiyaçları için değil, psikolojik durumlarını iyileştirsin diye tatlı yiyecek ve içecekler tüketmekte. Tatlı yediğiniz zaman gerek damağınızdaki tat, gerekse kan şekerinizdeki değişme bir müddet için insana haz verir. İnsanlar da bu hazzın bağımlısı olarak sürekli bu gıdaları tüketmektedirler. Sonra da şişmanlıkla ve çeşitli hastalıklarla boğuşmaktadırlar.

Hemen bütün tüketim faaliyetlerinde mutsuzluğu bastırma gayretinin önemli bir rolü vardır. Hattâ günümüz insanının, eşyaya mantıklı değerinin çok üstünde bir anlam ve değer yüklemesinin temelinde hep aynı mesele vardır:

Mânâsız ve gayesiz bir hayatı oyunla, eğlenceyle geçirerek avunmak…

Başta da söylediğimiz gibi, reklâmcılar istedikleri kadar “akıllı insanlara «bilgi» verdiklerini ve «seçenek» sunduklarını” ileri sürerek kendilerini savunadursunlar, aslında insanlara bildiklerini de unutturuyorlar. Onlar bilgi vermiyor, türlü cambazlıklarla oyaladıkları insanoğluna, tercih edebileceği farklı hayatlar, farklı nizamlar da olabileceğini unutturuyorlar.