BİLEBİLMEK…

Ahmet ZİYLAN

Her sahada muvaffak olmanın yolları arasında mutlaka bilgiyi sayıyoruz.

Bilgi sahibi olmak, ilim ve hüner, ustalık ve mârifet elde etmek işin başı…

Olmazsa olmazı…

Peki, bilgi nerede ve nasıl elde edilir?

Başka bir tabirle, bilgi ve hüner nerede ve nasıl tahsil edilir?

Eğitimin adresi okul… Mektep, lise, üniversite… Teknik okullar, meslek liseleri… Eğitimin, öğretimin yapıldığı yerler. Diplomaların, belgelerin verildiği müesseseler…

Fakat bir de asıl okul var:

Hayat okulu… Halk mektebi… Tecrübe fakültesi…

Biri teorinin, diğeri pratiğin adresi…

Biri; resmî belgelerin, programların, müfredatların, akademinin adresi… Fikirlerin, kâğıt üstünde plânların, projelerin mekânı… Daha çok söz ve yazı…

Diğeri ise bizzat işin yapıldığı ortam… Atölye… Piyasa… Sokak… Hâdisenin ta kendisi…

Bu iki nehrin bilgisini birleştiren muvaffak olur. Sadece teori, sadece diploma gerçek hayatta sınanmadıkça çok bir şey ifade etmez.

Meşhur bir fıkradır. Yılların çiftçisi olan bir adam, oğlunu ziraat fakültesine göndermiş. Oğlu, memleketine geldiği ilk izinde mektepte aldığı bilgilerle heyecanlı bir şekilde babasına anlatmaya başlamış:

–Uygulayacağım modern tekniklerle bu ağaçtan şimdikinin dört katı daha fazla elma alabiliriz, baba!

–Alamazsın evlâdım, demiş babası!

–Alırım!

–Alamazsın!..

–Alırım!

–Alamazsın, oğlum! Çünkü o bir armut ağacı!

Bu fıkra çok iyi özetliyor. Gerçek hayatta, piyasada, iş başa düşünce görülür ki, işler kâğıt üzerinde göründüğü gibi değil. Bilhassa insanın devreye girdiği noktada, okulda öğretilemeyecek bir his, bir meleke, bir tecrübe gerekir. Bu da ancak, ustadan çırağa, iş sahibinden tezgâhtara, doktordan asistana; sınıfta, okulda değil gerçek hayatta aktarılabilir.

Bunu söyleyince, mektep hiçbir şey vermez demiş olmuyoruz. Okulda her hususta olması gerekenler muntazaman öğretilir. Teknik bir altyapı kazandırılır. Okulda okumanın, onca imtihandan geçmenin, tahsilin kazandırdığı bir meleke de vardır elbette…

İş; o melekeyi, gerçek hayattaki tecrübeyle birleştirmekte…

Bunun önündeki en büyük engel;

Diplomalıların, hayat okulunu göz ardı etmesi… Tecrübeyi küçümsemesi… Diplomayla her şeyin bittiğini sanması… Eksikliğini görmemesi…

Askerde bunun güzel bir örneği yaşanır.

Askerliğini uzun dönem olarak yapanlar, yedek subay olarak gelen üniversitelileri görünce; “Yeni acemiler geldi!” derler. Bilhassa tecrübe kazanmış, askeri yönetmeye başlamış çavuşlar, onbaşılar; bu toy, hiçbir şeyden haberi olmayan yedek subayları hafife alırlar. Bir yandan da bu yeni yetmelerin, başlarına asteğmen oluşuna içerlerler.

Bu asteğmenler hakikaten acemidir, toydur. Nerede ne yapacağını, nasıl davranırsa başarılı olacağını gerçekten bilmez. Uygulamadaki birçok ayrıntı ve tecrübeden mahrumdur. Eğer akıllı ise ne yapar biliyor musunuz?

Göreve başlar başlamaz, bir çavuşa sokulur, takıldığı noktaları sorar.

“–Şunu nasıl yapmalı? Şu problemi nasıl aşarız?”

Çavuş zevkten dört köşe olur; kasım kasım kasılır. Arkadaşlarına;

“–Asteğmen bir şey bilmiyor, her şeyi bana soruyor! Bana akıl danışıyor! Bakmayın rütbesine, ben ondan üstünüm!” der.

Hâlbuki o akıllı asteğmen, bir-iki hafta bakıp, sorup-öğrenip uygulamaları anladıktan sonra, okulda öğrendiği teorik bilgisi ve tahsilinin getirdiği melekeyle birleştirir, o çavuş gibi elli tanesini cebinden çıkarır.

Fakat, işte o başlangıç noktasında gurura, bencilliğe kapılmayacak.

“Ben, çavuşa mı soracağım! Çavuştan mı öğreneceğim?!.” diyen asteğmenler, vazifelerinin sonuna kadar üstlerinden fırça yerler, azar işitirler.

Hâlbuki gurur-kibir yapmayanlar, çavuşların arasına dalarak, onları konuşturarak, olan bitenleri, aksamaları vs. öğrenir, ona göre tedbirini alır, en azından bilgi sahibi olur. Çavuşlara yüz vermeyen, onlara soğuk ve tepeden bakan asteğmen ise, her şeyden habersiz kalır.

Böyle bir hâtıram var:

Bir üsteğmenimiz vardı; bölüğün komutanı… Teğmenleri var, asteğmenleri var. Fakat o nöbetçi olduğu gün gelir, «Ahmet çavuş gelsin!» der, beni çağırtır, yanındaki o asteğmenlere benim kadar kıymet vermez. Bana çay ikram ettirir, arkadaşmışız gibi otururuz. Havadan sudan, günlük gidişattan bahsederken, benimle hasret giderir gibi konuşurken, bölükte ne var, ne yok benim ağzımdan çeker.

Ben de olan biteni anlatırım, çünkü değer veriyor, ilgi gösteriyor, soruyor. Bir aksama, bir yanlış varsa elbette dile getirmek gerek… Benim, birilerini ispiyonlamak, onlara zarar vermek gibi bir niyetim yok. Fakat o sorumlu ise, sorumlu olduğu bölük hakkında ne olup bittiğini bilmeye hakkı var. Mademki soruyor, ben de anlatıyorum.

Bir gün teğmenler, asteğmenler toplu hâlde bana geldiler. Dediler ki;

“–Kardeşim biz senin elinden yıldık yahu!”

“–Niye hayrola?”

“–Yahu ne olacak! Komutan geliyor, bize; «Filân at hasta olduydu, n’oldu?» diye soruyor. Bizim o atın hasta olduğundan bile haberimiz yok ki!

Cevap veremeyince başlıyor azarlamaya:

«Siz nasıl teğmensiniz, ne biçim başçavuşsunuz?!. Burada bölükte, atın hasta olduğundan benim haberim oluyor da sizin niye haberiniz olmuyor?..»

Durmadan fırça yiyoruz. Biz de tahkik ettik, bütün bu havâdisi komutana senin söylediğini tespit ettik. Çünkü arada bir görüşüyorsunuz, oturup kalkıyorsunuz.

Tamam kardeşim, ona bildir de; ona söylemeden evvel bize de anlat da neyle karşılaşacağımızı bilelim.”

Bana böyle söylüyorlar, ama aslında söylediğime râzı olmuyorlar. Komutanla görüşebilen birisi olduğum için benden çekiniyorlar. Yoksa; «Ne diye haber veriyorsun?» diye çıkışacaklar. Cesaret edemiyorlar. Dolaylı bir şekilde; «Senin bilgi verdiğini fark ettik, haberin olsun» demeye getiriyorlar.

Ben bu töhmeti de kaldırmak için şöyle cevap verdim:

“–Vallâhi, bölük komutanının yanına ben kimseyi ihbar etmek için gitmiyorum. O da beni, ispiyonculuk yapayım diye çağırmıyor. Biz oturuyoruz, çay içiyoruz arkadaş gibi. Konuşurken de mevzu mevzuyu açıyor. Sırası geldikçe bazı şeyleri tabiî bir şekilde anlatıyorum. Eğer siz de bölükte ne olup bitiyor öğrenmek istiyorsanız, sizle de sık sık sohbet edelim. Otururken, kalkarken, sohbet ederken, size de anlatırım. Yoksa benim başka bir art niyetim yok!..”

Onlar da olur dediler. Bir müessesede konuşmanın, görüşmenin, astlarla üstlerin irtibatının mânâsını anladılar.

Diğer müesseselerde de aynıdır. Alt kademelerle konuştuğunda her şeyden haberdar olursun. Aksi hâlde sadece yakın çevrenin sana aktardıklarıyla yetinmek mecburiyetinde kalırsın. O da sağlıklı bir manzara değildir.

Sadece haberdar olmak meselesi değil. Bu tür görüşmelerle bir irtibat kurulmuş olur. Sevgi ve saygı olur. Peşin hükümler varsa ortadan kalkar. Muhabbet meydana gelir…

Bir firmada, bir bünyede, herhangi bir organizede; çıraklıktan yetişme yani alaylı denilen ustalar vardır. Bir de üniversiteden gelenler, mektepliler vardır. Bunlar arasında sağlıklı bir iletişim kurulmazsa, aralarında olumsuz bakışlar, düşünceler gelişir.

Mektepli der ki:

“Ben koskoca üniversite okumuşum. Tahsilim var. Bunlar ne bilir? Cahil-cühelâ… Bütün bildikleri anam-babam usûlü alışkanlıkları…”

Alaylı olan da der ki:

“Bu mektepli bizi beğenmez ama, haydi, biz alaylılar olmayalım da kendi yürütsün bakalım, kendisinin okuduğu kadar bizim de tecrübemiz var!”

O, bunu beğenmez; bu, onu beğenmez.

Muhabbet yok… Çekişme var…

Güç birliği yok, çelme takma var…

Orada hiçbir şey olmaz. Hiçbir şey yeşermez.

Hangi firmada, hangi ailede, hangi organizasyonda alaylı ile mektepli, diplomalı ile tecrübeli güç birliğine giderse, birinin tecrübesiyle, diğerinin okuduğu ilim birleşirse, birbirlerini hoş görerek, kıymet vererek, saygı ve sevgiyle münasebetler kurulursa orada muvaffakiyet doğar.

İşin özü, nefsi bir tarafa bırakmak…

Kendini beğenmemek…

Herkesi Hızır bilmek. Tıpkı tasavvuftaki gibi:

«Âlem yahşi ben yaman!», yani herkes iyi ben kötü, herkes bilgili ben cahilim diyebilmek…

«Ben şuyum, ben buyum!» diyen kendini tıkar, gelişmesinin önüne engel koymuş olur. Çünkü böyle bir kibir deposu, kendisindeki kusuru da başkasındaki meziyeti de göremez. Kendi sahte şâşaasıyla kör olmuştur. Öyle kişiler, oldukları kadar kalırlar. Hattâ daha da körelirler. Tükenir giderler.

Fakat insan, benliğini unutunca ne olur?

Kendisini teslim eder. Ustasına teslim olur, hocasına teslim olur, kendisini olgunlaştıracak, daha ileri seviyeye getirecek işin erbabının emrine âmâde olur. Onunla benlik yarıştırmaz. Böylece eksiğini görür, kapatır; gelişir, hüneri, bilgisi, mârifeti artar.

İşte asıl tahsil, ne okulda, ne piyasada, ne orada ne burada; ancak bu sırrın anlaşıldığı yerdedir.

Çünkü teslim olmazsa, inanmaz, hocanın / ustanın üstünlüğünü kabul etmez, sevmez. Sevmeyince, kendisini sevdirmeye de gayret etmez. Orası soğuk, boğuk, zorakî bir ortam olur.

Bu toprakların hamuru tasavvufla yoğrulmuş.

Esnaflık, ticaret, sanayi… Bunların özünde de, Ahîlik var… Lonca teşkilâtı var… Dervişlik rûhu var. Ustaya, mürşide bağlanır gibi teslim olma var. Tepeden inmecilik yok. Tevâzu ile çekirdekten yetişme var. Nefsi yerle bir etmek var… Yeri geldiğinde tahsilin zirvesinde de olsan, kanlı kanlı ciğerleri pazar pazar dolaşıp satmak var. Ne kadar mertebe kazansan, kırk yıl dergâha odun taşımak, hiçbir zaman eğri odunu tezgâha koymamak var.

Tasavvuf demek İslâm ahlâkı demek… İslâm ahlâkı ne ise, sanayi ahlâkı da o… Ticaret ahlâkı da o… Bunu yakalayan gayrimüslimler, müslüman olmadıkları hâlde, o ahlâkın dünyevî faydasını görüyor, başarılı oluyorlar.

Gezilerimizde budistler gördük. Organizasyonlarına, Budizm’in; “Benliği aşma, «biz»e ulaşma” prensibini uygulamışlar. O kadar ki; «Sen kazandın, ben kazandım!» demeden, primleri kardeşçe bölüşmeyi başarmışlar.

Biz onlara gıpta ediyoruz. Hâlbuki bizde onlardan daha ilerisi var. «Ben»den geçtiğin gibi, «biz»den de geçmek var.

Çünkü «biz»in içinde de «ben» var. İslâm tasavvufunda Allah’tan başka her şeyi terk etmek var. Terki bile terk etmek var…

O yüksek şuur, bizde misalleriyle tarihî hakikat olarak yaşandı. Mükemmel kardeşlik tablosu sergilendi.

Fakat sonra İslâm ahlâkından taviz verince, o muvaffakiyet elden gitti. Geçtiğimiz iki asırda müslümanları çok meşgul etmiş:

Müslümanlar niye geri kaldı?

Bazı dinsizler; «İslâm geri bıraktı.» demişler.

Hayır! İslâm geri bırakmıyor insanları, ahlâksızlık geri bırakıyor. O ahlâka sarılan, bu dünyada başarılı oluyor. Eğer îman varsa âhirette de inşâallah felâha erenlerden, cenneti kazananlardan oluyor.

Cenâb-ı Hak, iki kanatlı bilgi sahiplerinden eylesin…

Müslümanları iki dünyada mâmur eylesin…

İşin sırrı, nefsini yenebilmekte…

Sevgiyle bakabilmekte…

Tevâzuun, alçakgönüllüğün kıymetini;

Bilebilmekte…