KİMİN KOYDUĞU YASAKLARI ÇİĞNİYORSUN?

Handenur YÜKSEL

Tasavvuf ve kelâm sahasındaki eserleriyle tanınan ünlü mutasavvıf Abdullah Ensârî, 1006’da Herat’ta doğdu. Soyu, sahâbeden Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin oğlu Mett’e kadar ulaşır. Herevî lâkabıyla tanınan Abdullah Ensârî, on dört yaşına geldiğinde vaaz verecek seviyede bilgi sahibiydi. Okumaya düşkünlüğünü anlatırken; gece-gündüz ders çalıştığını, yemek yemeğe bile vakit bulamadığını, kendisini annesinin yedirip içirdiğini söyler. 70 bin beyit Arapça şiir ezberlediği yolundaki rivâyetler, güçlü bir hâfızası olduğuna işaret etmektedir.

Herevî; Herat’taki derslerinde daha ziyade şer‘î ilimlere ağırlık vermiş, özellikle hadis okutmuştu. Kendisini çekemeyenlerin hakkında yaptıkları suçlamalar sebebiyle, zaman zaman sürgünlerde zor günler yaşayan Herevî, düşüncelerinden hiç taviz vermemişti.

1080’de, görme duyusunu kısmen kaybetmesine rağmen, talebelerinin yardımıyla ilmî faaliyetlerini sürdürmeye devam etti. 1089’da, 83 yaşında iken vefat etti. Başladığı Kur’ân tefsîrini tamamlayamamış, ancak Sâd Sûresi’nin 67. âyetine kadar gelebilmişti.

***

Abdullah Ensarî Hazretleri şöyle buyurdular:

“Öyle zaman olur ki, Allah Teâlâ bir kulunu ibâdetleriyle meşgul eder. O ibâdetler, o kulun azıtmasına sebep olur; yani kibir ve ucba kapılmasına yol açar.

Yine öyle zaman olur ki, aynı kulunu bir günaha düşürür. O kul, o günahı sebebiyle öyle üzülür ki, o üzülmesi hidâyetine sebep olur; hâline bakıp gafletten uyanır, tövbe ve istiğfar eder.

İnsan, her iki vaziyette de cür’etkâr olmamalıdır. Allah Teâlâ, cür’etkârlıkla günah işleyip de; «O, bizi affeder!» diyen kullarını sevmez. Günahları küçük görmekten daha zararlı bir şey yoktur. Günahların küçüklüğünü değil, kimin koyduğu yasakları çiğnemekte olduğunu düşünüp, utanmalı, hayâ etmelidir.”

***

“İşlediğin tâat ve ibâdetleri beğenmemelisin. O tâat sana hoş gelmemeli, onda bir lezzet aramamalısın. Tâati beğenmek şirktir. Yalnız Allah Teâlâ’nın emri olduğu için, yani ilmihâl kitaplarında bildirildiği gibi davranmalısın. Tâatini Cenâb-ı Hakk’a ısmarlayıp, kendi beğenmeni şeytanın yüzüne çarpmalısın…”

***

Allah Teâlâ’nın bir kulunu sevmediğinin alâmeti; o kulun kendisine faydası olmayan boş şeylerle meşgul olmasıdır.

HENÜZ TUĞ ZAMANI DEĞİLDİR!

1494’te Trabzon’da dünyaya gelen kudretli Kanunî Sultan Süleyman, 1520’de 26 yaşında iken tahta çıktı. 1521’de Belgrad’ı, 1522’de Rodos’u, 1534’te Bağdat’ı fethetti. 1529’da Viyana’yı kuşatan Kanunî, kanun ve adalet taraflısı bir devlet adamıydı. O devirde İstanbul’a gelen Jean Chesman isimli bir Fransız, şehrin âsâyişiyle ilgili şu tespitlerde bulunmuştu:

“Huzur şehre o kadar hâkimdir ki; görmeyen için inanmak âdeta imkânsızdır. Geceleyin, şehirlerin muhafazası için sokaklarda eli sopalı ve fenerli bir tek kişi dolaşır. Bu tek kişi, kötü niyetli kimselere Paris’teki devriye subayı ile silâhşörlerinin saldığı korkudan daha ziyade korku verir.”

Batı dünyasının «Muhteşem Süleyman» lâkabıyla tanıdıkları Sultan I. Süleyman 7 Eylül 1566’da Avusturya’ya düzenlenen bir sefer esnasında Zigetvar Kalesi önlerinde vefat etti. Türbesi, Süleymaniye Camii’nin kıble tarafındadır.

***

Mohaç ovasında toplanan Ordu-yı Hümâyun, 29 Ağustos 1526 sabahı, namazlarını kıldıktan sonra harekâta başladı. Toplanan harp dîvânında muharebenin esasları ve düşman ordusunun vaziyeti karşısında alınacak tedbirler müzakere edilerek, harekât son haberlere göre plânlandı. Pîşdârlık vazifesi Semendire Beyi Yahya Paşazâde Bâlî Bey’e verilmişti. Savaş başlayınca, eyâlet askerleri taktik bir ric‘at hareketiyle Macar kuvvetlerini topların önüne çekti. 300 top aynı anda ateşlenerek düşman ordusu tamamen sarsıldı ve perişan olarak kaçıştı. Bâlî Bey kumandasındaki Türk kuvvetleri, Macarları tamamen sardı. 150 bin kişi olduğu rivâyet edilen Macar ordusu Karasu bataklığına gömüldü. Yahya Paşazâde Bâlî Bey büyük kahramanlıklar göstererek, savaşın kazanılmasında önemli rol oynamıştı.

Bâlî Bey, savaş sonrası bu hizmetlerine mukabil, padişahtan rütbesinin yükseltilmesini istemiş, Kanunî de kendisine bunun henüz zamanı gelmediğini bildirir bir cevap yazmıştı. Kanunî’nin idarecilikte ve kişileri istihdam etmede ne derece titiz ölçülerle hareket ettiğini gösteren nâmesinde şu satırlar yer alıyordu:

“Yâr-ı gârım ve Lala-yı ihtirâmım Gāzi Bâlî Bey;

Berhudâr olasın, yüzün iki cihanda ak olsun… Bizden tuğ rica eylemişsin. Henüz tuğ zamanı değildir. Sana Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in tuğ-ı pür-fütûhunu verdik. Bu ihsan üzerine iyilik olmaz. Şükrün bilip yerine getiresin. Bilesin ki, bey olmak iki kefeli terazidir. Bir kefesi cennet, bir kefesi cehennemdir. Bir dem adâlet etmek, yetmiş yıllık ibâdetten efdaldir. Âhireti akıldan çıkarmayasın. Serasker olduğun yerlerde ve hükmünün geçtiği mahallerde kimseye zulüm ve taaddî eylemekten bi-gayet ihtiraz üzre olasın. Rûz-ı cezâda bize itâb olunursa senin yakana yapışırım. O vilâyetleri kılıcımla fetheyledim, demiyesin. Mülk, Allah Teâlâ Hazretleri’nindir. Sakınıp nefsine gurur getirmeyesin!

Asâkir-i İslâm’ın ihtiyarlarını baba, ortalarını kardeş ve gençlerini oğul bilesin. Pederlere azim edesin, oğullara şefkat gösteresin. Asker-i İslâm’a hiçbir veçhile müzâyaka çektirmeyesin!”

KISA YAZACAKSAM ON LİRA!

Gazeteci, müellif ve bestekâr Ahmed Rasim 1865’te İstanbul’da doğdu. 1876’da girdiği Darüşşafaka’yı birincilikle bitirdi. Daha sonra, Posta ve Telgraf Nezâretinde memur olarak çalışmaya başladı. Ancak memuriyeti benimsememişti, hayatını yazı telif ederek kazanmak arzusundaydı. Ahmed Mithat Efendi ile tanıştı ve «Tercümân-ı Hakikat» gazetesindeki makaleleriyle yazı hayatına girdi.

Memuriyeti bıraktıktan sonra kendisini tamamen gazeteciliğe vermişti. Pek çok dergi ve gazetede makaleleri, tercümeleri ve şiirleri yayımlandı. «Menâkıb-ı İslâm» isimli eserini telif etmesi üzerine Sultan II. Abdülhamid’den Mecidî nişanı aldı.

Cumhuriyet sonrası İstanbul’dan milletvekili seçilen (1927) Ahmed Rasim, iki dönem milletvekilliği yaptı. Ünlü müellif, 21 Eylül 1932’de Heybeliada’daki evinde vefat etti.

***

Türk Mûsıkîsi’ne büyük hizmetlerde bulunan ve altmıştan fazla eser besteleyen Ahmed Rasim’in yayınlanmış eserleri arasında «Makālât ve Musâhabat», «Şehir Mektupları», «Eşkâl-i Zaman», «Muharrir Bu Ya» ve «Tarih ve Muharrir» önemli yer tutmaktadır.

***

Ahmed Rasim yumuşak başlı, sakin yaratılışlı bir kimseydi. Zaman zaman bağırıp çağırsa da öfkelenip hiddetlenmezdi. O; bütün insanlarla, hattâ kendi ifadesiyle kaldırım taşları ile bile barışıktı. Bir gün yakın bir arkadaşı, ayakkabılarının çabuk eskidiğinden şikâyet ediyordu. Bunun üzerine kendisine;

“–Azîzim, bendeniz bir ayakkabıyı beş sene giyerim.” dedi. Arkadaşı;

“–Bu işin sırrını bize de anlatır mısınız?” diye sorunca şu cevabı verdi:

“–Ortada sır falan yok. Ben, kaldırım taşlarına dostça muamele eder, onlara âdeta okşar gibi basarım. Sizler ise, kaldırım taşlarının üzerinde kavga eder gibi yürüyorsunuz! Bütün mesele, düşmanlığı bırakıp onlarla dost olmanızdadır.”

***

Ünlü yazar, kendisinden yazı isteyen gazete patronuna şöyle sordu:

“Yazılarımın kısa mı, yoksa uzun mu olmasını istiyorsunuz?”

Patron soruyu anlamamış, şaşırmıştı. Kısa yazı yazmanın daha güç olduğunu anlatmak isteyen Ahmed Rasim Bey, tebessüm ederek şöyle devam etti:

“Uzun yazacaksam beş, kısa yazacaksam on lira isterim!”