DÜRÜSTLÜĞÜN GERÇEK MİHENGİ

Ahmet ZİYLAN

İnsan, zor zamanda belli olur…

Bir kişi gerçekten sabırlı mı, cömert mi, dürüst mü, güvenilir mi, iyi niyetli mi? Normal şartlar altında buna karar vermek güçtür. Ancak dengeler değiştiğinde, şartlar ağırlaştığında, şahsiyetin sarsıntılara dayanıklı olup olmadığı anlaşılır.

O sarsıntılar; gazaptır, menfaattir, kıskançlıktır, ekonomik veya siyasî bir krizdir.

Bu sarsıntılardan sonra ayakta kalana bakmalı… Öyle karar vermeli… Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- da öyle buyuruyor:

Bir kimse hakkında iyidir, sağlamdır, dürüsttür, diyebilmek için, o kişiyle yolculuk yapmış olmak lâzım, bir alışveriş yapmış olmak lâzım, bir hısım-akrabalık kurmak lâzım…

Çünkü bu uzun boylu işler esnasında, illâ ki bir yerde muhatabının, gazaplı hâlini görürsün… Menfaatine dokunulduğunda nasıl davrandığına şahit olursun… Bir darboğazda şahsiyetinin yalpalayıp yalpalamadığını tespit edersin.

Ticarî hayatta da dürüstlüğün gerçek mihengi olan bir nokta vardır.

Bir iş sahibinin yaptığı işe göre, hammaddecilerle, malzemecilerle bağlantıları olur. Bir yandan alır, bir yandan öder… Alışveriş genellikle piyasa şartlarına göre veresiye yürür. Çünkü adam alacak, işleyecek, satacak, kazanacak ki ödesin… Bunun için bir vâde konulması makul görülür.

İşler bozulunca, adam zarar ettiği için dükkânı kapatmaya karar verince yahut kepengi indirmek mecburiyetinde kalınca bu borçlar ne olur?

Genellikle ödenmez! Neredeyse âdet hâline gelmiştir. Malzemeciler, hammaddeciler de alışmıştır bu duruma… İşlerin bozulduğunu fark ettikleri anda; «Ne kurtarabilirsek kâr!» düşüncesiyle gelip, duruyorsa kendi malzemelerini, yoksa; mamul, yarı mamul ne bulurlarsa alırlar. Sattıklarının parasını tahsil etmekten ümitleri yoktur. Çünkü muhatapları;

“Zaten ölmüşüm, bitmişim, bir de siz mi vuracaksınız! Üstüme gelmeyin, borçları silin!” derler.

Bazısı, bunu bir dolandırma fırsatı olarak da kullanır. Daha önce, bir misalini ve hazin âkıbetini yazmıştık. İflâsa doğru gittiği hâlde, belli etmeden geçmiş kredisiyle, mal yığar, saklar, sonra da iflâs ettik derler. Allah korusun, hırsızlığın, dolandırıcılığın çirkin bir çeşidi…

Fakat neticesi hüsran…

Sanki; “İflâs edince, her şey serbest!” diye bir fetvâ, bir kanun varmış gibi hareket edenler; «Battı balık yan gider!» rahatlığı içinde bir sürü vebâle girerler.

Hâlbuki, bunlar tam da insanın sınanacağı noktalardır. Bir insanın dürüstlüğü de ancak böyle bir imtihanla denenince belli olur. Durduk yerde elbette dürüst olacak, borcunu ödeyecek, işini düzgün yapacak… Ya zora düştüğünde?

Biz de ticarî hayatımız boyunca iki kez dükkân kapatmak mecburiyetinde kaldık. Kazanamadığımız için kapattık. Fakat hamdolsun, ikisinde de borçlarımızı kuruşu kuruşuna ödedik. Kimseyi mağdur etmedik.

Sonrasında Cenâb-ı Hakk’ın lutfettiği muvaffakıyetlerin, biraz da bu iyi niyet ve dürüstlüğün semeresi olduğuna inanıyorum. Çünkü piyasada hâkim olan anlayışa uyup, biz de ödemeyebilirdik. «Zaten batmışız!» diyebilirdik. Fakat öyle demedik; «Hak haktır, borç borçtur.» dedik, hamdolsun ödedik.

Bu titizliğin, başarının anahtarı olduğunu gördüğümüzden herkesle paylaşalım istiyoruz. Maksadımız güzel bir misal olabilmek…

İnsanın iş hayatında inişler, çıkışlar, düzler, yokuşlar elbette olacaktır. Düşe kalka yol alacaktır. Düşse de yılmayacaktır. Önemli olan, prensiplerine her şartta sahip çıkmak…

Bu yokuşta, bazı prensipler ağır geldi, atalım dersen, sen de yuvarlanırsın… O prensipler, sana yük değildir. Netice itibariyle görsen, o ağırlık gibi görünen ölçüler sana en büyük destektir.

O düşüşlerde adam gibi düşmeyi başarırsan, yeniden doğrulduğun zaman, yere daha bir sağlam basarsın… Hem kendine güvenin, kalbî huzurun tam olur, hem de insanların sana itimadı tam olur.

Bizim ilk iki iş tecrübemizde çalıştığımız bir malzemecimizle aramızda geçen bir güven dostluğumuz var.

Vedat ÖZKESECİ isminde, benden birkaç yaş büyük, bir malzemeci… Sözünü dobra dobra söyleyen bir kişi…

İlk dükkân açtığımda gidip;

“–Şu şu malzemeler lâzım!” dediğimde, merdivene çıktı, malzemeleri indirirken, paketlerin üstünden bağırdı:

“–İstediklerini indiriyorum ama eğer sen bunları veresiye istiyorsan boşuna indirmeyeyim. Veresiye veremem, seni tanımıyorum.”

Ben de;

“–Veresiye almayacağım.” dedim.

“–O zaman, olur.” dedi.

Adamın yaptığı ağırıma gitti. İçimden;

“Ne tatsız adam! Aşağıdayken sorsa neyse de daha yukarıdayken soruyor bana…” diye geçirdim.

O gün peşin aldım fakat sermayem de çok az. Daha yeni dükkân açmışım. Sürekli peşin almaya güç yetmez. Çünkü malzemenin nakde dönüşmesi uzun bir süreç…

Akşam evde babamla aramızda şöyle bir konuşma geçti:

“–Baba, sermaye az geliyor. Gittim, malzemeci de soğuk bir şekilde; «Seni tanımıyorum, veresiye vermem» dedi. Bana çok dokundu.”

“–O Bakır Han’ın köşesindeki malzemeci değil mi?”

“–Evet.”

“–Bakır Han’ın içinde benim Halepli Ali diye bir arkadaşım var. Tekstil ticareti yapar. Zengin bir adam. Ben gitsem malzemeciler, beni tanımaz. Fakat ben söyleteyim de Halepli Ali sana kefil olsun.”

“–Olur.”

Babam, söylemiş arkadaşına… Halepli Ali de, malzemeci Vedat’a demiş ki:

“–Ahmet ZİYLAN adında biri gelecek, ben ona kefilim, sen de güvenebilirsin. Bunlar çok dürüst insanlar…”

Ben de malzemeciye gittim:

“–Size Halepli Ali geldi mi?”

“–Evet, seni ve babanı methetti. Hattâ; «Ne isterse verin!» dedi.”

Biz de böylece Malzemeci Vedat ile çalışmaya başladık. Paramız olursa götürüp veriyoruz, paramız olmazsa veresiye alıyoruz, vâdesinde ödüyoruz. Sonrasında, dükkânı kapattık. Fakat hiçbir şeyi bahane etmedik. Borcumuzu yavaş yavaş da olsa ödedik.

Aradan bir müddet geçti. İkinci dükkânımızı açtık. Bu sefer, Halepli Ali kefâletine ihtiyaç duymadan, malzeme almaya başladık. Bizi de tanımışlardı zaten. Bu iş de bir buçuk sene sürdü. Bu kez dükkân sahibi yüzünden, kapatmak mecburiyetinde kaldık. Yine elhamdülillâh kimseye borç takmadık.

Aradan üç-dört ay geçti. Ben bir yerlerde çalışıyorum, geçici bir şeyler yapıyorum. Aynı zamanda da arayış içerisindeyim.

Bir gün bu Vedat ÖZKESECİ’yle yolda karşılaştık. Hoş-beşten sonra dedi ki:

“–Ahmetciğim, sen niye bir iş kurmuyorsun, boş mu geziyorsun?”

Dedim ki:

“–Vedat Bey, benim sermayem yetersiz. Onun için dükkân açmıyorum. Sermayesiz bu işler olmuyor.”

Tanıştığımız gün, «Ne tatsız adam!» dediğimiz bu kişi, ne dedi biliyor musunuz? Aynen şöyle dedi:

“–Yahu derdin sermaye mi? Biz ne güne duruyoruz! Sen dükkânını aç, ne kadar sermaye lâzımsa ben vereceğim. Ben temin edeceğim.”

Ne büyük bir destek, ne büyük bir cesaret…

Böyle açık çek vermek, böyle teşvik etmek, herkesin harcı değil.

Biz tekrar ayakkabı dükkânı açmadık. Freze tezgâhı getirdik, Malzemeci Vedat Beye hiç ihtiyacımız da olmadı. Talebimiz de olmadı. Ancak o bize çok daha fazla ihtiyaç duyduğumuz bir şeyi verdi:

Güven ve cesaret…

Moralimizi düzeltti.

Demek ki; halka, piyasaya güven telkin etmişiz. Sevilmişiz, kredimiz olmuş. Bizim kalkınmamızı isteyen, bunun için, «Ne istersen al!» diyen bir iş çevremiz olmuş.

Bu, insana çalışma azmi veriyor. Daha önce; «Seni tanımıyorum, veresiye vermem!» dediğinde nasıl moralimiz bozulduysa, bu sözü işitince de moralimiz düzeldi.

Aradan birkaç sene geçmişti. Vedat Beyle, İstanbul’da karşılaştık. O zamanlar, İstanbul ile Antep arasında trenle gidip geliyoruz. Yol uzun, zaman çok. Vedat Beyle aynı kompartımanda yolculuk yapmak için beraber bilet aldık. Yol boyunca sohbet ettik.

Hâdiselerin izini sürmeyi severim. O, cesaret ve moral aşılayan sözünü hatırlattım ve sordum:

“–Sen bana o gün çok cesaret ve moral verdin. Ben çok memnun oldum. Senden ne veresiye malzeme aldım, ne borç para istedim, fakat bu sözlerden parayla ölçülemez mânevî destek aldım. Sen, bu sözleri bana niye söylemiştin?”

Dedi ki:

“–Bak Ahmet Bey, biz birisinin dükkân kapattığını duyduğumuzda hemen kardeşimle beraber gideriz. Dükkânda alacağımız paraya karşılık, ayakkabı mı, kösele mi, deri mi, ne bulursak, ne alabilirsek alırız. Çünkü biliriz ki, o fırsatı kaçırırsak bunları da alamayız.

Senin, birinci dükkânı kapatacağını duyduğumuzda, kardeşimle istişâre ettik:

«Gidelim mi gitmeyelim mi? Biz bu genci henüz tanımıyoruz ama kefili Halepli Ali… Dükkânına gidersek, ona ayıp olur…»

Böylece açıkçası Halepli’nin hatırına sana gelmedik. Ama sen borç senetlerinin günü geldiğinde hiç aksatmadan borcunu ödedin. Ne kendine acı bir söz söylettin, ne de Halepli’yi üzdün.

Tekrar dükkân açtın. Biz, yine seninle çalışmaya başladık. Aradan iki sene geçmişti. Yine aynı durum oldu. Kardeşim bana dedi ki:

«–Bak, geçen sefer Halepli kefildi. Bu, onun hatırına borcunu kapattı. Biliyorsun, dükkân kapatanlar borçlarını ödemezler. Dükkânına gidelim, ne bulursak alalım, ne kurtarsak kâr. Gelenek böyle.»

Ben dedim ki;

«–Yok, o adam kötü huylu olsaydı, o zaman da yapacağını yapardı. Göreceksin bu sefer de yapmayacaktır.»

«–Yapar!»

«–Yapmaz!»

Böyle tartıştık fakat sonunda;

«Bu adam yapmaz.» diye karar verdik. Sen de gerçekten borçlarını getirdin gününde ödedin. Bu güzel davranışın sebebiyle sana karşı muhabbetimiz oldu. Bu muhabbetle sana yardım etmek istedik. Sermayesizlikten işinden, gücünden kalmasın istedik.

O söylediğim sözler; bu intibâların, bu fikirlerin neticesiydi. Yani iyi davranışı, kendin hak ettin. Sen, eğer bize kötü davranmış olsaydın, borçlarını ödememiş olsaydın, sana o sözleri söyleyebilir miydik?”

Kıssadan hisse şu:

Ne ekersen, onu biçersin.

İyi niyet tohumu, dürüstlük tohumunu ekersen, er geç meyvesiyle karşılaşırsın… Muhabbet meyvesi gelir, cesaret meyvesi gelir, moral meyvesi gelir…

İhanet ekersen, dolandırıcılık ekersen, biçeceğin zarar olur, nefret olur, itimatsızlık olur.

İnsanlar bilsin diye değil, Allah bilsin diye… Allah bilir ve haberdar eder… Mükâfatını verir.

Bu kıssadan bir hisse de cesaret ve morale olan ihtiyaç…

Hep anlatırım.

Gürpınar’a kurs yapmak için ilk gittiğimizde;

“–Şu araziye şunu yaparız, duvar çeviririz, şöyle yaparız…” diye müzakere ederken bir adam geldi. Dedi ki:

“–Duydum ki, buraya bir Kur’ân kursu yapılıyormuş. Kim ilgileniyor?”

Bazı yerlerde camiye, kursa muhalefet eden bedbahtlar oluyor ya; doğrusu önce bu öyle biri mi diye çekindik…

“–Buyurun, biz ilgileniyoruz. Ne var, hayır mı şer mi?”

“–Hayır elbette, buraya Kur’ân kursu yapılıyormuş. Duydum, çok sevindim.”

“–Elhamdülillâh…”

“–Ben şu ileride benzinciyim. Bana düşen bir şey olursa gelin. Ben hazırım, bana düşeni de ben yaparım.”

Adamın yanına yaklaştım. Boynuna sarıldım, alnından öptüm. Dedim ki:

“Biz; «Buraya bir şeyler yapacağız, acaba sahip çıkan olur mu?» diyorduk. Sen daha kazmayı vurmadan bize cesaret verdin. Allah, senden râzı olsun!”

Evet, bu mânevî destek bize yetti.

İnsan ihtiyaç duyuyor. Bir destek cümlesine, bir moral takviyesine muhtacız.

Maddiyattan daha ziyade; mânevî desteğe, güvene, itimada muhtacız…

Bilhassa zor zamanlarda, başlangıçlarda, yokuşların başında;

“Sen bu yokuşu çıkarsın!” sözüne muhtacız.

Bunu temin edebilmek için de, geride bıraktığımız her yerde ve zamanda; iyi niyet tohumlarını, dürüstlük, fedâkârlık ve cömertlik tohumlarını ekmemiz gerek…

Zor zamanları, meşakkatleri, sıkıntıları taviz vermeye bahane etmeden…

Bilâkis, «Dürüstlüğün, fedâkârlığın ve iyi niyetin tam ispat zamanı!» diyerek…