DÜNYANIN EN CÖMERT AİLESİ…

H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Çocuk sahibi olmak, bilhassa iki dünyada yüz akı, göz aydınlığı olacak bir evlât yetiştirmek çok önemli bir mesele. Arkasında hayırlı bir evlât bırakmanın, amel defterine sürekli sevap yazılmasına vesile olacak bir sadaka-i câriye olduğuna inanan kişiler olarak; bizim için daha da büyük bir ehemmiyeti hâiz.

İyi bir evlât yetiştirmenin sırları hususunda her devirde çeşitli nasihatler yapılmıştır. Hele hele günümüzde bu meselenin her devirdekinden daha büyük bir zorluğu olduğu malûmdur.

Öyleyse bizim için şikâyetçi değil şefâatçi bir evlât sahibi olmanın en mühim sırrı nedir? Bizler nasıl bir insan olmalı, nasıl davranmalıyız ki; çocuklarımız nümûne-i imtisal bir şahsiyete, üstün bir ahlâka sahip olsunlar?

Bu meselenin inceliklerini en iyi şekilde idrak etmek için Allâh’ın üstün ahlâka sahip kullarını nasıl ailelere verdiğine bakmak herhâlde en isabetli yol olur. Çünkü Allah -celle celâlühû-; şahsiyetler yetiştirilen bir tarlaya benzeyen rûy-i zeminde kimi, hangi aileye yerleştireceğini seçerken anne-babaların ahlâkına ve ihlâsına bakmaktadır.

Fetih Sûresi’nin son âyetinde kendisini bir bahçıvana benzeten Rabbimiz Teâlâ Hazretleri; yüksek şahsiyetlere dönüşecek ruhları, onları yeşertmeye elverişli zaman-mekân boyutlarına ekmekte ve bu ruhların ilâhî hidâyet ve terbiye altında serpilip boy atmasını arzu etmektedir. Bu sebeple de henüz dünyaya gelmeden önce, nasıl bir istîdâda sahip olduğunu gayet iyi bildiği ruh tohumlarına, onların nev’ine en münasip köşeyi seçmektedir. Böylece her evlât, doğuştan getirdiği istîdâdı geliştirip olgunlaştırmaya elverişli bir aile içinde terbiye edilerek yaratılış gayesine ulaşmaktadır.

Bu hakikat çoğu zaman peygamberler için de geçerlidir. Meselâ Peygamberimiz, O’nu üstün ahlâk sahibi ve samimî bir kimse olarak yetiştirecek bir aileye yerleştirilmiştir. Peygamberimiz’in ailesini incelediğimiz zaman bunu ayan-beyan görebiliriz.

Peygamberimiz’in dördüncü göbekten dedesi Kusay, Kâbe emîni Huleyl’in damadıydı. Beyt’in anahtarlarını elinde bulunduran Huleyl yaşlanınca oğlu Ebû Gübşan Kâbe hizmetlerini devraldı. Ama bu hizmetini menfaat için kullanmaya kalkıştı. Kusay ise bu duruma karşı çıkıp, kayınpederi Huleyl’e bildirdi. Kayınpederi damadının bu mukaddes vazifeye daha lâyık olduğunu anlayınca vazifeyi ona vasiyet etti. Böylece Kusay, Kâbe hizmetlerini menfaat ummadan yapmaya başladı.

Onun yüklendiği bu vazifeler, ondan sonra çocuklarının en büyüğü olan Abduddâr tarafından yürütülmek istendiyse de; halkın, kardeşi Abdülmenaf’a olan teveccühünün de tesiriyle vazifelerin bir kısmını onunla paylaşmaya râzı oldu. Böylece Kâbe’yi ziyarete gelenlere su ve yemek ikram etme hizmetleri, Efendimiz’in 3. kuşaktan dedesi Hâşim’e düştü.

Asıl adı Amr olan Hâşim, Mekke tüccarlarının öncüsüydü. Tarih kitaplarına geçmiş bir rivâyete göre ona Hâşim isminin verilmesinin sebebi, halka tirit yemeği dağıtmasıydı.

Mekke; tarıma müsait olmayan, yoksul bir bölgede olduğu için gıda bakımından dışa bağımlıydı. Bu sebeple eğer kuraklık yüzünden gıda kıtlığı olursa ilk önce bu bölge etkileniyordu. İşte yine böyle bir dönem yaşanmaktaydı. Orta Doğu’nun her yerinde hüküm süren kıtlık Mekke’de ise dayanılmaz bir noktaya ulaşmıştı. Bu kıtlığı fırsata çevirenler, getirdikleri az miktardaki gıda maddesini yüksek fiyatlara satıyordu. Çoluk çocuk sahibi yoksul evlerden ise acıklı ağlama sesleri yükseliyordu.

İşte bu sırada Peygamberimiz’in atalarından Amr, her zamanki gibi ticaret için Filistin tarafına gitmişti. Ancak Amr’ın maksadı kıtlığı fırsata çevirip zengin olmak değildi. Dünya servetine karşı tamahkâr olmayan bu gönlü zengin şahsiyet, servetinin önemli bir kısmıyla un alıp Mekke’ye getirdi. Herkes onun getirdiği unu satarak bol kazanç elde edeceğini zannederken, o beklenmedik bir şey yaptı. Getirdiği bu unla bolca ekmek yaptırdı. Develerinden birkaçını da kurban ettirerek bol suyla haşladı. Ailecek yaptıkları ekmekleri bizzat kendi eliyle kırıp, üzerine et suyunu dökerek tepsiler dolusu tirit yemeği hazırlattı ve Mekke’deki bütün yoksulara ikram etti. İşte bu cömertliğinin hâtırasına kendisine «ekmek kıran» mânâsında Hâşim denildi.1

Hâşim’in evlâtlarından hayatta kalan tek oğlu Abdulmuttalib’in hikâyesi ise malûmdur. İbn-i İshak ilim ve hikmet kutbu Hazret-i Ali’nin şöyle anlattığını rivâyet ediyor:

“Abdulmuttalib henüz genç bir adamken bir gün, Kâbe’nin yanındaki Hicr’de uyuyordu. Rüyasında biri gelip;

«–Tayyibe’yi kaz!» dedi.

Abdulmuttalib;

«–Tayyibe nedir?» diye sorduysa da cevap alamadı…

Aradan biraz zaman geçti bu sefer de kendisine rüyasında;

«–Berre’yi kaz!»

«–Memnûne’yi kaz!» diye seslenildi.

Abdulmuttalib gördüğü rüyanın bir mânâsı olması gerektiğini hissediyordu ama ne yapması gerektiğini anlayamıyordu. Bu son gördüğü rüya ise çok daha açıktı.

Bu sefer; «Zemzem’i kazması» söyleniyordu. Hem de Zemzem’in ne olduğu ve nerede bulunduğu açıkça bildiriliyordu:

«Zemzem; hiç kesilmez, dibine erişilmez, hacıların su ihtiyacını karşılayacağı bir sudur. O; kurbanların kanları, tersleri dökülen yer arasındadır. Alaca kanatlı bir karga, orayı gagalar, orada karınca yuvası da var! Orayı kaz.»

Bir zamanlar Kâbe’nin civarında, İsmail -aleyhisselâm-’ın mûcizesiyle kaynamış bir pınarın bulunduğunu herkes söylüyordu ama artık o kuyunun yeri kaybolmuştu.

Abdulmuttalib gördüğü rüya üzerine Zemzem kuyusunu bulmak ve halkı onun suyundan faydalandırmak için büyük bir istek duydu. Ertesi gün yeni yetmelik çağındaki oğlu Hâris’i alarak tarif edilen yeri kazmaya başladı.

Elbette Abdulmuttalib’in bir gün ânîden gelip Kâbe’nin çevresinde, herkesin gelip geçtiği bir yeri kazmaya başlaması halkın ilgisini çekti. Mekkeliler etrafında toplanıp ne yaptığını sordular. Önceleri söylemek istemediyse de sonunda defalarca gördüğü bir rüya sebebiyle mutlaka burayı kazmak istediğini çünkü Zemzem kuyusunu bulmak istediğini anlattı. Hattâ bunun, onun için mukaddes bir vazife olduğunu düşünüyordu. Ancak başta amcaoğulları olan Emevîler olmak üzere diğer kabîleler onun maksadını anlayamadılar. Kuyuyu tek başına sahiplenmesine izin vermeyeceklerini söylediler:

“Hazret-i İsmail hepimizin atasıdır, bu kuyuda hepimizin hakkı vardır. İzin ver de biz de kazalım ve sana ortak olalım.” dediler.

Ancak Abdulmuttalib bunu istemiyordu. Muhtemelen akrabalarının ileride kuyuyu sahiplenmesinden ve insanlara suyu parayla satmalarından korkuyordu. O zaman kendisine verilmiş bu mukaddes emâneti, bu yüce görevi yerine getirmemiş olacaktı.

Öte yandan ne yazık ki Abdulmuttalib, diğerleriyle mücadele edebilecek durumda değildi. Çünkü onun çok sayıda erkek kardeşleri ve oğulları yoktu. Babası Hâşim’in çok saygıdeğer bir insan olmasına rağmen, neslinden yalnız kendisinin sağ kalmış olması çok üzücüydü.

Bu yüzden Abdulmuttalib elini açıp Rabbinden kendisine on oğul vermesini istedi. Hattâ; “Şayet on oğlu olursa birini Allah için kurban etmeyi…” adadı.

Sonunda Abdulmuttalib kuyuyu kazmış, kuyuya atılmış olan hazineyi de ortaya çıkarmıştı. Hem o bunları sahiplenmeye de kalkmamış, kuyudan çıkan altın heykelleri Kâbe’ye bağışlayıp, kuyunun suyunu da halka bol bol dağıtmıştı.

Onunla mücadeleye girişen akrabaları ise artık iddialarından vazgeçmişlerdi. Çünkü rivâyete göre aralarındaki bu meseleyi hakeme danışmak için yola çıktıkları sırada başlarına gelen şu hâdise Abdulmuttalib’e olan saygılarını bir kat daha artırmıştı:

Yolculuk için çıkan kervan nedense yolunu şaşırdı ve kayboldu. Üstelik kervanın suyu da bitmişti. Hem insanlar hem de hayvanlar susuzluktan perişan olmuştu. Bu sırada Abdulmuttalib’in ayağına takılan bir taştan ânîden pınar fışkırdı. O, hemen kervandaki akrabalarına;

«–Gelin, sizin için su buldum!» diye seslenmeye başladı. Kervandaki herkes suya kanıncaya kadar kendisi su içmedi. Onun başkalarını kendine tercih etmesi, hele hele kendisini dâvâ etmek için yola çıkan akrabalarına iyilik yapması kervandakileri mahcup etmeye yetmişti.

«–Ey Abdulmuttalib, biz senin fazîletine şahit olduk ve artık sana karşı iddiamızdan vazgeçtik.” dediler ve hakeme gitmekten vazgeçip Mekke’ye geri döndüler.

Bundan sonra Abdulmuttalib, kuyuyu açma ve kuyudan su çekip halka dağıtma işine rahatça devam etti. Bu sırada birbiri ardına yetişip serpilen oğulları da ona yardım ediyordu.

Abdulmuttalib, dedesi İsmail’in vakfı olan Zemzem kuyusunu aynen onun gibi halka vakfetti. Oğullarına da bu mübârek vazifeyi sürdürmelerini vasiyet etti.

Elbette Peygamberimiz’in ceddinin bu hâllerinin kaynağında, Kâbe’ye hizmetin mukaddes bir emânet olduğuna samimiyetle inanmaları vardı. Onlar Kâbe’yi ve halkın ona olan sevgisini istismar eden kişilerden değillerdi. Onlar dünyayı değil âhireti tercih etmişlerdi. İşte bu yüzdendir ki ne zamandan beri kayıp olan Zemzem kuyusunun yeri diğerlerine değil, Abdulmuttalib’e gösterilmişti. Medeniyetimizde önemli bir yere sahip olan sebillerin, aşevlerinin, hayratların, vakıf eserlerin ilk örnekleri böylece hayata geçmiş oluyordu. Onun vefat etmesinden sonra da oğullarından Hazret-i Abbas bu vazifeyi yüklendi.

Vedâ Haccı sırasında Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Zemzem kuyusuna geldi. Hazret-i Abbas’ın ailesi burada hacılara ikram etmek için kuyudan su çekiyorlardı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Ey Abdulmuttaliboğulları çekiniz! Siz sâlih bir amel üzeresiniz!” diye taltif buyurdu. Sonra Rasûlullah;

“–İnsanların örnek almak için başınıza toplanarak işinize mânî olmalarından çekinmeseydim, ben de devemden iner, kuyunun ipini şuraya koyar, sizin gibi su çekerdim.” diyerek mübârek omzuna işaret etti.” (Buhârî, Hac, 75)

Peygamberimiz böyle bir aileden dünyaya geldi. Gerçi Efendimiz, babasını daha doğmadan, annesini de erken yaşlarda kaybetmişti. Sütanne, dede ve amca yanında bulunuşu da kesintilerle doluydu. Cenâb-ı Hak, Efendimiz’i bizzat terbiye ediyor, gelecekte bütün insanlığa hitap edecek bu büyük insanın üzerinde, bir tek şahsın hâkim bir tesir bırakmasına imkân vermiyordu. Efendimiz bu hakikati;

“Beni Rabbim terbiye etti. Edebimi çok güzel verdi.” buyurarak dile getirir.

Ancak Efendimiz’in gerek cibillî olarak, gerek sosyal çevre olarak, «Mukaddesâta hürmet, mahlûkata merhamet» ahlâkıyla yoğrulan bir ailede neşv ü nemâ bulmuş olması önemlidir.

Peygamberimiz kendi sülâlesini methetmekle uğraşmazdı. Ancak onların, herkesçe kabul edilen üstünlüğüne şu şekilde dikkat çekmişti:

“Allah -celle celâlühû- mahlûkatı yaratınca beni de yarattıklarının en hayırlısının (insanlar) içinde kıldı. Sonra soyumu (insanların soyu ne zaman ikiye ayrılsa) o iki fırkanın en hayırlısından kıldı. Sonra kabîleleri seçti, beni en hayırlı kabîlede kıldı. Sonra aileler içinde de beni en iyi ailede (Hâşimoğullarında) kıldı. Böylece ben şahıs olarak en hayırlı bir şahıs, aile olarak da en hayırlı aile oldum.”

Yine bir başka hadîs-i şerifte:

“Allah Teâlâ âdemoğullarından Hazret-i İsmail’i seçti. İsmail’in evlâdından Kinâne’yi, Kinâneoğullarından Kureyş’i seçti. Kureyş’ten Hâşimoğullarını, Hâşimoğullarından da beni seçti ve (bu vazife için) ayırdı.”2

“Allah Teâlâ beni daima tertemiz sulblerden temiz rahimlere aktarmış ve ben, ikiye ayrılan grubun ancak hayırlısı içinde bulunmuşumdur.”3

Bu örnekleri, bir aileyi Allah katında üstün kılan ve üstün şahsiyetteki evlâtların yetişeceği bir ocak olarak seçilmesine vesile olan özelliklerin neler olduğunu görmemiz için zikrediyoruz. Demek ki bir ebeveyn, varlığını Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına vesile olacak hizmetlere vakfederse Allah -celle celâlühû- onun bu hizmetine kat kat semere veriyor ve sevap defterini kıyâmete kadar açık tutacak üstün evlâtlar nasip ediyor.

Kur’ân-ı Kerim’de yer alan Âl-i İmrân Sûresi de, Hazret-i Meryem ve Hazret-i İsa’nın neş’et ettiği İmrân ailesine dikkatimizi çekmekte. Hazret-i Harun’un neslinden gelen İmrân’ın hanımı, doğacak evlâdını mâbede hizmete adar; erkek beklerken kız, yani Hazret-i Meryem doğmuştur. Fakat adağından geri dönmez. Bu kıvamda bir aileden yetişen Hazret-i Meryem, küçük yaşlarda kerâmetlere mazhar olur. Daha sonra, Cenâb-ı Hakk’ın büyük bir sırrına mazhar olarak, babasız olarak Hazret-i İsa’yı dünyaya getirir.

Osmanlı hânedanı da öyle değil midir? Osman Gazi’nin, mürşidi ve kayınpederi olan Şeyh Edebâlî’nin evinde gördüğü rüya; Kur’ân’a hürmeti, halka hizmeti, kardeşliği muhafazayı ve Allah yolunda gazâ etmeyi düstur edinmiş bu samimî aileye; birbiri ardına dehâlar, fatihler nasip edilmesini ne güzel açıklar.

Çağımıza yakın zamanlarda yaşamış Allah dostlarının hayat hikâyelerine ve ailelerine baktığımızda da bu hakikatin misallerini görmemiz mümkün. Hayır-hasenât ile mâruf, ilmi, âlimleri, Kur’ân müesseselerini himaye etmekle temâyüz etmiş asil ailelerden ne büyük şahsiyetler yetişiyor.

Demek ki;

Asalet soyda-sopta değil, fazîlet ve takvâdadır.

Bizler de samimiyetle varlığımızı hizmete ve merhamete vakfedersek, evlâtlarımızın arasından bizleri iki dünyada hayırla yâd ettirecek bir nesil yetişeceğini ümit edebiliriz.

______________________

1 Ebû Câfer Muhammed bin Cerîr et-Taberî, Târîhü’r-Rusül ve’l-Mülûk, nşr. Anneles III, 1088; İbn-i Hişam, es-Sîretü’n-Nebeviyye, I, 107.

2 Tecrid Tercemesi, 10/44.

3 Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, VII, 190.