YOLLARA DÜŞÜN!

Ahmet ZİYLAN

Geçmiş zamanlarla günümüzü mukayese ettiğimizde görüyoruz ki, en büyük değişim, ulaşımda ve haberleşmede gerçekleşti…

Evvelden bir ayda katedilen mesafeler, şimdi birkaç saatlik uçak yolculuğuyla aşılıyor. Nice zahmetli şartlarda; atlı habercilerle, posta güvercinleriyle uzun zamanlarda ve kısıtlı sağlanabilen haberleşme, şimdi herkesin cebindeki telefonla, internetle çok daha hızlı, çok daha sınırsız…

Ulaşım ve haberleşme çok mühim…

Bunlar olmadan seyahat edemezsin, sanayiini geliştiremezsin; ürettin, satamazsın… Şimdi ise, dünya bir köy; gez, dolaş, sat…

Eskiden bu şartlar çok daha geri olduğu hâlde, ulaşım ve haberleşmenin, yani insanların birbirleriyle buluşmasının, tanışmasının kıymeti çok iyi bilinmiş…

Âlimler rıhle denilen uzun yolculuklar yaparak ilim tahsil etmişler. Tâ Semerkantlara, Buhârâlara, Kahirelere gitmişler, okumuşlar, bilgileri gibi tecrübeleri de gelişmiş.

Ticarette de öyle… Peygamber Efendimiz, hemşehrileri gibi Şam tarafına ticaret kervanı götürüyor. Kur’ân-ı Kerim, Kureyş Sûresi’nde seyahat imkânını, karşılığında şükür ve ibâdet edilmesi gereken bir nimet olarak zikrediyor.

Baharat yolu, İpek yolu… Hanlar, kervansaraylar, ribatlar…

Coğrafî keşifler, Amerika kıtasının vs. bulunması da, Hindistan’a farklı bir ticaret yolu arayışından doğuyor.

İnsanlar hep sefer ediyor, seyahat ediyor; geziyor, görüyor, alıyor, satıyor, tanışıyor, gelişiyor. Kendi mesajını da beraberinde götürüyor.

Maalesef, geçmişte sıkıntılı şartlarda bile seyahatin önemini fark eden bir neslin evlâtları bugün yerimize çakılmış kalmışız.

Geçtiğimiz yıllarda Afrika açılımı başladı. Oraya işadamları, hayırseverler, doktorlar vs. gitti. Ne dedi Afrikalı müslüman kardeşlerimiz?

“Beyaz müslüman da oluyor muymuş?”

Bu ne demektir?

Asırlardır oralara gitmemişiz. Asırlardır oraya giden beyazlar hep gayrimüslimler olmuş. Demek ki sadece varlığımızı duyurmak için bile gitmek lâzım. Seyahat lâzım… Ziyaret lâzım…

Hadîs-i şerifte buyuruluyor:

Sırf müslüman kardeşini ziyaret için seyahat edene Allah bir melek gönderiyor. Cenâb-ı Hak, o kişiyi sevdiğini bildiriyor.

Ben haccın bir hikmetinin de bu olduğu kanaatindeyim. Dünyanın dört bir yanından imkânı olan bütün müslümanları, aynı tarihlerde bir merkeze toplamanın en büyük hikmeti, onları tanıştırmak, kaynaştırmak, buluşturmak olmalı…

Bugün bu hikmete ne kadar hizmet ediyor, orası ayrı… Fakat hikmetlerinden biri bu… Kimisi geliyor, oraya su kanalı hizmeti getiriyor; kimisi bir başka vakıf kuruyor; Osmanlı, surre alayları gönderiyor. Âlimler kitaplarını alıp geliyorlar. Sûfîler mâneviyat için, rûhâniyet için geliyorlar. Orada büyük bir buluşma gerçekleşiyor.

Hac ve umre yolcusu, farkına varsa da varmasa da;

Görüyor, biliyor, tanıyor…

Müslümanların sayısını, çokluğunu görüp seviniyor.

Hâllerini, perişanlıklarını görüyor, üzülüyor. Fakat dertleniyor.

Gitmese bilmeyecek, görmeyecek… Dünyayı kendi köyü, kendi şehri, kendi ülkesi kadar zannedecek…

Hac da umre de bu yönüyle böylesi bir kongre… Böyle bir fuar… Herkes ibâdete geliyor olsa da, bir yandan kültürünü, üretimini, gelişimini sergiliyor.

Oraya giden Türk görüyor ki, kendisinin ürettiği birçok şeyi, müslüman kardeşi çok daha uzaktaki ecnebî memleketlerden ithal ediyor. Uyanıyor. Bakıyor, takkeyi bile Çin’den alıyoruz, fark ediyor, üzülüyor.

Haccı daha iyi değerlendirebilsek, İslâm âlemine nice hayırlar getirir. Her sene bu büyük buluşmada, her millet kendisine nice dersler çıkarır. Kendisine ders çıkarırken, başka milletlere de mesajını ulaştırır.

Tabiî bunun önündeki en büyük engel, lisan bilmemek… Bu problemi de aşınca, çok daha verimli olacak…

Sadece lisan da değil… Giden kişi eğer kendini bilgi, maharet, tecrübe yönünden geliştirememişse, ne verebilir, ne alabilir?!.

İşte yüz binlerce gurbetçimiz, Almanya’ya gitmiş, Fransa’ya, Belçika’ya, Hollanda’ya vesâir ülkelere gitmiş… Fakat pek çoğu maddeten olduğu gibi mânen de bomboş gitmiş, ne Müslümanlığı ne Türklüğü temsil edebilmiş. Aksine müslümanın, Türk’ün imajını zedelemiş.

Geçmişte, Anadolu’da, Balkanlarda, Kafkaslarda nice beldeler; Orta Asya’dan gelen, hattâ Hoca Ahmed Yesevî gibi mürşid-i kâmiller tarafından bizzat gönderilen seyyah dervişler sayesinde İslâmiyet’le müşerref oldu.

Onlar dolu dolu geldiler. Gönülleri mesajlarıyla doldurdular.

Şimdi de tersi oluyor… Komünizm devrinde köklerinden kopan o beldelere, bu topraklardan insanlar gidip onlara değerlerini hatırlatıyor.

Gidilmese, gelinmese vebal olur…

Seyahat şart…

Fakat seyahat risktir. Yolculuk meşakkattir. Gurbet acıdır. Ama bu meşakkati çekmeden, ne ticaret inkişâf eder, ne ilim kazanılır, ne de ufuklar fethedilebilir…

Biz de birçok gezilerle işlerimizi inkişaf ettirdik. Maddî-mânevî hizmet arayışı için de birçok seyahatlerimiz oldu. Orta Asya’daki müslüman soydaşlarımız hürriyetlerine kavuşunca, oralara da gitmiş, riskli görülen bir maceraya atılmıştık.

Doğan GÖKMEN ve rahmetli Sami BOZACIOĞLU ile birlikte, Orta Asya’ya bir gezi gerçekleştirmiştik. Bir başlangıç yapacağız. Bir daire tutalım diyoruz. Gelen, giden olur, çay içerler, sohbet ederler…

Sıfırdan bir hizmet başlangıcı… O kadar ki, acaba 2 odalı mı tutsak diyoruz.

Bu esnada Cenâb-ı Allah karşımıza bir kurs çıkardı…

7-8 bin metrekarelik arsa içinde. Yüksek ağaçların gölgesinde, çiçekler, güller arasında… 20-30 kadar talebesi var. Sudanlılar kiralamışlar, okutuyorlar. Sabah namazından sonra ağaçların altında kuş seslerine Kur’ân seslerinin karıştığı bir ortamda ders yapıyorlar.

Özendik hâllerine…

Fakat yokluklar içindeler… Öyle ki;

Orada bir gece kaldık. Ranzaya minder koymamışlar. Tahtanın üzerinde, battaniyenin yarısını altımıza, yarısını üstümüze serip yattık. Hiçbir şey demedik…

Bir fabrikanın metruk hastahâne kısmını kursa çevirmişler. Bakımsız, metruk hâlde. Tuvaletler perişan, banyolar öyle… Kapılar kırık-dökük… Elektrik yok.

Doğan Bey, gece eline fener alıp bir bakayım demiş, odanın birinden bir adamla bir kadın fırlamış, kaçmış. Meğer bir karı-koca orada kalıyormuş. Adı Kur’ân kursu fakat, bu derece terk edilmiş hâlde…

Biz oradayken bir haber geldi. Kursu satıyorlar. 20 bin dolar istiyorlar. Zaten oranın aylık kirası bin dolar. Yani yirmi aylık kirayı peşin verir gibi satın alacaksınız. Hiçbir şey!..

Biz bir daire tutarak ufak ufak hizmete başlayalım derken, Cenâb-ı Allah; karşımıza böyle hazır bir kurs çıkardı. Çok eksiği var, fakat bizim noktamızdan da çok ileride…

Sudanlılar 20 bin dolar bulamamışlar. Sahipleri bize diyor ki:

“–Bunlar parayı denkleştiremedi. Olduğu gibi siz alın.”

Biz arkadaşlarla müzakere etmeye başladık. Fakat anlaşamıyoruz.

Sami Bey diyor:

“–Kimin üstüne yapacağız? Burada kime güveneceğiz?”

Doğan Bey diyor:

“–Sami Ağabey haklı, para boşa atılır mı?”

Ben ise hararetle;

“–Alalım!” diyorum.

Her şey hazır… Talebesi, hocası… Güvenilir üç tane Türkçe konuşan adam var. Böyle bir işe sıfırdan başlasan bu noktaya ancak altı ayda gelinebilir. Böyle hazır tezgâh 20 bin dolara alınmaz mı? İçinde az çok talebesi olan bir kurs almak, çalışan bir fabrika almak gibi… Çark dönüyor…

Fakat arkadaşlar muhalefet ediyor. Riske girmekten kaçınıyorlar;

“Kime güveneceğiz, parayı kime teslim edeceğiz?” diyorlar.

Ben ısrar ediyorum. Türkçe bilen bu üç adam, burada hizmet ediyor. Biz de bir ev tutacağımıza çok daha iyisini yapmış, bir kurs binası almış oluyoruz. Onlara teslim ederiz. 20 ay nasıl olsa otururlar, kirayı toptan vermiş gibi oluruz. Sonra geri alsalar da, oturduğumuza sayarız. Benim düşüncem böyle…

En sonunda dedim ki:

“–Yahu Doğan, niye muhalefet ediyorsun? Bunun parasını ben vereceğim? Batarsa benim param batacak, vakfın parası batmayacak ki!”

“–Tamam öyleyse!” dedi, benden yana geçti. İki kişi olduk. Sami Ağabey; çok sıkı, çok tedbirli… Vakfın parasına dokunmayacağımız için iki kişi olduk. Her itirazı çözmenin bir yolu var. Birini yanına çekmek…

Böylece aldık. Cenâb-ı Hak, nasip etti. Bir başlangıç oldu.

Aradan 13-14 sene geçti. O endişe edilen şeylerden hiçbiri gerçekleşmedi. Kurs devam ediyor. Elimizden alan, kaçıran yok. Daha da inşâallah devam edecek. Demek ki, gözü kara olmak lâzım… Aramak lâzım, gayret etmek lâzım… Çabalayınca Allah nasib ediyor.

Efendimiz Tâif’e gitti, bedbahtlar tarafından taşlandı. Fakat Medine’ye gitti, gönüllere taht kurdu. Ashab da nice ufuklara gitti. Zahmet çekti, çile çekti… Fakat ufuklara İslâm’ın güler yüzünü ulaştırdı.

Bulunduğu yerde yapabileceklerinin sınırına varmış, mevcut imkânlardan tam istifade etmiş herkese, durgunlaşmamak, donmamak, hayatın akışına yenik düşmemek için diyoruz ki:

“Seyahat edin, yollara düşün!”