EN İYİSİ İÇİN…

Ahmet ZİYLAN

Ne yaparsan en iyisini yap… En güzelini, en sağlamını yap…

Düstûrumuz bu…

Çoğaltılabilir, geliştirilebilir…

Üretimin en hızlısının, çevreyi en güzel şekilde gözeteninin bulunması, müşteriye en uygun şekilde sunulması, vesâire…

Her meslek için gerekli olan bu kural, her mesleğe göre değiştirilebilir: Öğretmen en iyi öğretme ve eğitme şekil ve yöntemini bulacak; okullar müfredatlar, imkânlar, programlar geliştirecek; sanatkâr usûller, metotlar deneyecek; bilim adamı deneyler yapacak, tezler, kitaplar vesâire…

Bunlar, kişinin kendi imkânlarıyla, kendi aklı, kendi düşüncesi, kendi dünyası, kendi ufku dâhilinde yapabilecekleri…

Fakat unutmamalı ki, akıl akıldan üstündür. Her bilenin üstünde daha iyi bilen biri daha var… Her ne ile meşgulsen, bilmelisin ki, dünyada onu yapan binlerce meslektaşın var.

Onlar bu işi nasıl yapıyor?

Senin de karşılaştığın problemleri onlar nasıl çözüyor?

Senin hiç düşünmediğin, dikkat etmediğin bazı incelikler, ayrıntılar yakalamış olabilirler… kırk yıl düşünsen bulamayacağın çözümler, tecrübeler kırk gün belki dört gün gezmekle elde edilebilir.

İş dünyasında fuarlar bunun için…

İlim dünyasında; paneller, sempozyumlar, seminerler bunun için…

Sanat dünyasında; sergiler, turlar, ortak sergiler bunun için…

İslâmiyet’te Cenâb-ı Hak bu buluşmayı hac ile sağlamış… Geçmişten bugüne nice âlim, hac mevsiminde buluşmuş, hac yolculukları nice âlimlerde ne büyük fütûhatlara, açılımlara vesile olmuş.

Ne zaman ki; diğer mânevî zaaflarla beraber, tembellik, dünyadan habersizlik, anam-babam usûlüne körü körüne bağlanmak hastalığımız kökleşmiş, o zaman dünyadan geri kalmışız.

Bir zamanlar, bir çağı açıp bir çağı kapatan buluşlara imza atıp, surların kalın duvarlarını yıkan toplar dökmeyi biz bulmuş, biz geliştirmişiz. Gemicilik, dokuma, ticaret, mimarî… hangi sahaya el attıysak; en güzel, en iyi, en sağlam bizim yaptıklarımız olmuş…

Fakat gün gelmiş, ele güne muhtaç olmuşuz. Geri kalmışız.

O sebeple, herkese kendi sahasındaki gelişmeleri, gezip görmeyi tavsiye ediyoruz.

Bizim bu hususta tatlı bir hâtıramız oldu.

Malûm, büyük firmalar, güçlerini göstermek için müşterilerine fabrikalarını, tesislerini gezdirirler. Maksat müşteriye güven telkin etmek… Ne kadar büyük ve güçlü olduklarını, hangi çapta bir üretimlerinin olduğunu bizzat göstermek… Çünkü görmeyen ya tahminde bulunur, ya da zanda bulunur. O da olumsuz karara sevk edebilir. Buna mahal vermemek için, iş gezilerinde müşterilere böyle turlar düzenlenir. Adamlar önce güven telkin etmek gerektiğini anlamışlar.

Biz de tefekkür etsek, Allâh’ın peygamberlerini gönderirken, önce el-emîn es-sâdık vasfıyla toplumun güvenini kazandırdığını, sonra o eminlik ve doğruluk içinde peygamberliğe başlattığını görürüz. Bize bundan ders şu: Müşteri, öğrenci, seyirci, seçmen… muhatabımız her kim ise, önce güvenini kazanmak şart…

Biz de Tayvan’a düzenlenen böyle bir iş gezisine, müşteri sıfatıyla katılmıştık. Tayvan’da ilgili firma bizi ayakkabı fabrikasına götürdü. Eğer ayakkabı üreticisi sıfatıyla başvursak, asla fabrikalarını gezdirmezler. Meslek sırlarını vermezler. Fakat müşteri olunca güven telkin etmeye, gücünü göstermeye ihtiyacı var. Meselâ en büyük binalarına götürüyorlar;

“Bu bina bizim diyorlar.” Fabrikaları varsa oraya götürüyorlar. Bu sûretle büyüklüklerini göstermiş oluyorlar.

Gittiğimiz fabrikada yaklaşık 200 metre boyunca dip dibe dizilmiş insanlar, ayakkabı üretiyorlar. Biz de 3-5 kişi beraberce gidiyoruz. Ben 20-30 metre gittikten sonra bir yerde durdum. Öbürleri gidecekler geri dönecekler… Mesafe de kısa 30-40 metre gittiler, oradan dediler ki:

“–Yahu, gelsene, niye gelmiyorsun?”

Ben dedim ki:

“–Siz gidin, benim ayağım ağrıyor. Ben döneceğim.” Hâlbuki pek de ayağımın ağrımasından değil. Ben orada göreceğimi gördüm. Aradığımı buldum. Basit de bir usûl. Fakat daha önce düşünemediğimiz bir şey… Gördüm ve öğrendim…

Türkiye’ye gelince uyguladım. Bir bantta 900 çift ayakkabı üretiyorken, bu öğrendiğim usûlle 1800’e çıktı. Akılla, düşünerek geliştiremedik. Çok basit ama görmezsen olmuyor. Oraya giden herkes de göremedi tabiî… Senin ihtisasın olduğu için hemen görüyorsun.

2-3 ay sonra bize o bantı satan firmanın sahipleri geldiler. Genel müdür ve pazarlama müdürleri, üç kişi geldiler. Yukarı çıkardık. Yemek yedikten sonra ben onlara sordum:

“–Sizin bize sattığınız bantta kaç çift üretiliyor?”

“–Altı yüz, yedi yüz, sekiz yüz, dokuz yüz. Hattâ bin çift bile üretenleri gördük.”

“–Sizin bantta biz 1800 çift üretiyoruz!”

Bunu Tayvan’da gördüğümü kendime sakladım.

“–Olmaz!” dediler.

“–Olur!” dedim.

İnanmadılar.

“Halep oradaysa arşın burada! Çıkalım bakalım.” dedim. Birlikte çıktık, baktılar. Saat tuttular:

“–Doğru!..” dediler.

Aşağıya indiler. Şaşkınlıkla konuşuyorlar:

“Süper, süper, süper… Olmaz böyle bir şey. Bu bir rekor!..”

Makineyi üreten Alman Schön firmasının yetkilileri, kendileri ürettikleri hâlde, bizim aldığımız verim karşısında hayrete düştüler.

Aradan 2-3 ay geçti. Bir haber geldi. Schön firması bizi Almanya’ya davet ediyor. Uçak biletlerimizi göndermişler. Biz de davete icâbet ettik, gittik.

Yeni ürettikleri makinelerin tanıtımını yapıyorlar. Dünyanın her yerinden bütün temsilcilerini davet etmişler. Gelenlere dikkat ettim. Tayvan gibi Uzak Doğu ülkeleri yok. Çünkü Uzak Doğu’dan gelip de oradan makine almıyorlar. Onlar görüyorlar, taklit ediyorlar, hattâ daha da ileri gidiyorlar. Batıya muhtaç olmuyorlar.

Orta Doğu ülkeleri; Irak, İran, Suriye, Ürdün, Ermenistan… Kuzey Afrika ülkeleri, Portekiz, İspanya, İtalya, Batı Avrupa ülkeleri ve Güney Amerika ülkeleri… Belki 50-60 ülkeden adam var. Bizim Türkiye mümessili de var. Tanıtım bittikten sonra dediler ki:

“Size bir haber vereceğiz. Türkiye’de Ziylan diye bir firma var. Yemin etmeye gerek yok. Gittik, gözümüzle gördük. Bizim makinelerimizle günde 1800 çift ayakkabı üretiyorlar. Olmaz böyle bir şey diyorsunuz değil mi?!. Bugüne kadar binden yukarı çıkanı biz de görmemiştik. Ama bu firma şu kadar saatte, 1800 çift üretiyor. Şimdi o firmanın sahibini buraya çağırıp size tanıtacağız…”

Bizi çağırdılar, tanıttılar, bütün dünya ülkelerinin temsilcileri bizi alkışladılar. Çok enteresan bir olay. Merak uyandırıyor. Şeklini, nasıl yaptığımızı söylemiyoruz. Sadece ürettiğimizi söylüyoruz. Tanıtım bitti. Bana söz verdiler. Orada herkesin önünde dedim ki:

“–Avrupa’da böyle bir başarı gösteren, yenilik yapan birilerine mükâfat verilir. Bize burada sadece teşekkür edildi. Bunun dışında hiçbir şey yapılmadı.”

“–Doğru.” dediler. “Peki ne istiyorsun?”

Pazarlık sahnede oluyor, herkes bize bakıyor.

Dedim ki:

“–Bir serî ayakkabı makinesi istiyorum.”

Bir çift makine bir serî oluyor. O zaman Mark vardı. Birisi 110 bin Mark, diğeri 120 bin Mark. Toplam 230 bin Mark tutuyor. Tabiî itiraz ettiler:

“–Ooo bu kadar da büyük hediye istenmez ki! Ne bileyim bir elbise iste, bir başka şey iste. Üç-beş bin Marklık bir hediye iste. Ama sen 230 bin Marklık bir makine istiyorsun.”

Bu sefer ben dedim ki:

“–Ben makineyi kendime istemiyorum. Kendi firmama istemiyorum. Sizin ülkelerinizde ayakkabıcılık okulu kurulalı 100 küsur sene olmuş. Ayakkabıcılık okullarınız var. Henüz Türkiye’de ayakkabıcılık okulu yok. Biz Zeytinburnu Meslek Lisesinde iki tane derslik kurduk, verirseniz makineleri oraya hediye edeceğim. Kendime almayacağım.”

Bu daha duygulu oldu. Onlar da;

“–O zaman bir tanesini verelim. Artık bundan başka bir şey isteme.” dediler. Ben pazarlıkta pes etmedim:

“–Bir tanesi için teşekkür ederim ama bir tanesi ile iş görülmeyeceğini siz de biliyorsunuz, bu makineler birbirinin tamamlayıcısı. Fakat şöyle bir şey yapalım. İkinci makinenin 50 bin Mark’ını ben vereyim. 60 bin Mark’ını siz karşılayın. Olmuşken serî olsun…”

Ben bunları söyledim. Tercüman da tercüme etti. Bunun üzerine o birçok ülkenin temsilcileri bir alkış tufanı kopardılar. Fabrikanın sahipleri de «hayır» diyemediler.

“Bu sizin reklâmınız olacak, tanıtımınız olacak. Bu makinelerde talebeler eğitim görecekler. Sizin avantajınız var, kaybınız yok ki. Reklâma bu kadar para harcıyorsunuz.” dedim.

Kabul ettiler. Makineler geldi. Zeytinburnu Meslek Lisesinde öğrenciler 3-5 sene bu makinelerde eğitim gördüler. Şimdi de Ayakkabıcılık Meslek Okulunda hâlâ o makineler çalışmaya devam ediyor.

Bu anlattıklarım 1992-93-94 yıllarında meydana geldi.

Bu nedir? Bir «görme» hâdisesi…

Memleketin bir okuluna 230.000 Mark değerinde iki tane makine kazandıran bir «görme ve hayata geçirme» hâdisesi…

İşi geliştirmeye, güzelleştirmeye, sağlamlaştırmaya, daha iyi, daha güzel yapmaya yönelik bir ilgi, bir sevgi, bir iştiyak sonunda bilgiyi getiriyor.

Çünkü arayış içerisindesin. Gördüklerini yorumlayıp, değerlendiriyorsun. Bir söz vardır:

Oduncunun gözü omcada,

Dilencinin gözü çömçede…

Herkesin algısı, kendi ilgisi yönünde…

Bugün her iş sahibi, işinin ayrıntılarını biliyor mu? Hayır! Ben de ilgi göstermemiş olsaydım, bant işleyişi, günlük verim gibi meselelere kafa yormamış olsaydım, o fabrika gezisinde hiçbir şey göremeyecektim. Gözlerim bakacaktı, fakat zihnimde; «Buldum!» ışığı yanmayacaktı.

Bu «ilgili, düşünceli bakış» dînimizde de emrediliyor. Yeri, gökleri, suyun gökte rafine edilip yeniden inişini, arının bal üretişini, mahlûkatın karnında sütün meydana gelişini, insanın anne karnında bir damla sudan, mükemmel bir insan şeklini alışını, bütün bunları alelâde hâdiseler olarak karşılamayıp, «nasıl»ını, «niçin»ini, «kim» tarafından ve «hangi maksatla» meydana getirildiklerini «tefekkür» etmemiz emrediliyor.

Demek ki her şeyle az-çok ilgilenmek lâzım. İlgilenince Cenâb-ı Hak da görünmez yerden mükâfatını veriyor. Bugün ortaya koyduklarına bakınca, üzülerek görüyoruz ki inançsız insanlar Kur’ân’ın tefekkür emrini daha iyi yerine getiriyor… Bunun karşılığını da keşifler, icatlar olarak alıyorlar. Keşke mânevî gözleri de açılsa, uhrevî mükâfatlara da erseler…

Sadece ilgi ve bilgi yetmez… Oturduğun yerde ilgi, ilgi, nereye kadar? Gezeceksin, göreceksin, arayacaksın…

Sadece okumayla da olmaz.

Öyle olursa sen dünyayı düşündüğün gibi görüyorsun, hayal ettiğin kadar görüyorsun… Yani aslında hayal kuruyorsun. Gerçek değil, düşüncenden ibaret…

Gezmenin, görmenin bir şekli de araştırmak…

Bununla ilgili de başımızdan geçen bir hâdise var.

Mûsevî Bay Banov vardı.

Spor ayakkabısı üretirken, Halley Yıldızı’nın şeklini hem parlak, hem baskılı bir şekilde, ayakkabıya monte ediyoruz. Bu etiket, ayakkabıya bir hava katıyor, alımlı, görkemli oluyor. Bay Banov bu etiketi üretiyor, kendi geliştirdiği yöntemle… Yani âdeta mûcidi o… Tabiî fiyatını da o belirliyor:

Bir tane yıldız etiketini 1,5 TL’ye yapıyor. Burnundan da kıl aldırmıyor. Havalar içinde. Biz de kızıyoruz ama aldırmıyoruz. Çünkü ihtiyacımız var. Ürün satıyor, para kazanıyoruz. Onun sayesinde iyi satıyoruz.

Başka birileri geldi, bu yıldızı ürettiklerini söylüyorlar. Biz işi karıştırmak istemedik.

“–Yolumuza devam edelim; işimizi yapıyoruz, paramızı kazanıyoruz. Şimdi adamı değiştiririz. Belki yeni adam yetiştiremez. Sıkıntı çıkar. Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmayalım. Mevcut adamla, Banov’la devam edelim.” dedik.

Fakat Banov iki hafta sonra geldi, dedi ki:

“–Her şeye zam geldi, malzemenin fiyatı arttı. Ben de yüzde elli zam yapacağım.” Yani 1,5 TL’ye yaptığı şeyi 2,25 TL’ye yapacak.

Biz dedik ki:

“–Pekâlâ, biz bir araştıralım.”

«Yok» da demedik, «tamam» da.

“Sen, bir hafta sonra gel. Biz, biraz düşünelim.” Biz bu bir hafta zarfında bize daha önce nümûne getiren adamı çağırdık. Dedik ki:

“–Kardeşim, sen bunu bize kaça yaparsın?”

“–Elli kuruşa yaparım.” demesin mi?

“–Yahu kardeş, sen şaka yapmıyorsun, değil mi?”

“–Hayır, eğer devamlı çalışırsak size ikram da yaparım.”

“–Eğer yapacaksan, haydi şu iki-üç günün içinde şu kadar yap da getir, bakalım.”

Daha bir hafta süremiz var. Öbürünün kulağına da bir şey kaçırmıyoruz.

Adam yaptı getirdi. Baktık ki hiç farkı yok, hattâ daha da düzgün. Banov’un bu kadar sürede bu kadar miktarda etiket getirmesinin mümkünâtı yoktu.

Bu adam ise;

“–Siz, ne kadar isterseniz yaparım ben, problem değil.” diyor.

“–Sen bunu nasıl yapıyorsun?”

“–Ben bunu matbaada yapıyorum. Matbaada kesiyorum.”

Mesele çözüldü!

Banov etiketi matbaada bastırıyor. Üstüne jelâtin, selefon tarzı kaplamasını yapıştırıyor. Sonra kenarlarını makasla tek tek kesiyor.

Bu adam ise hem baskıyı, kaplamayı, hem de kesimi matbaada otomatik olarak hâllediyor.

Banov’un işi hem yavaş ilerliyor, hem de kesim elle olduğu için düzgün olmuyor. Üstelik, el emeği olduğu için kurtarmıyor. Fiyata zam istiyor.

Matbaadaki ise kalıpla olduğu için hem muntazam oluyor, hem hızlı, hem de ucuza mâloluyor. Elli kuruşa yapmasına rağmen;

“Eğer miktar çok olursa ikram ederim.” diyor.

Zavallı Banov, bir hafta sonra pahalı bir pastaneden pasta almış, elinde pasta geldi. O kadar kendinden emin ki, zamlı fiyatı kutlayacağız!

“–Bir çay söyleyin de, şu zammı çay-pasta ile kutlayalım.” dedi.

Biz ise çay ile birlikte, yaptırdığımız etiketi önüne koyduk.

“–Bay Banov, kutlayalım neyi kutlayacaksak da; sen, bunu bize bir buçuk liraya satıyorken, iki yirmi beşe vermeye kalkıyorsun. Yahu ses çıkarmasan, itiraz etmesen biz böyle devam edip gidecektik. Fakat sen zam isteyince biz de mecbur araştırmak durumunda kaldık. Bize senin ürettiğinden daha düzgününü 50 kuruşa yapıyorlar!”

Banov küplere bindi!

“–Yapamazlar, imkânı yok. Nasıl olur, sizi kandıracaklar.”

“–Biz de öyle düşünüyorduk ama. Bak ürün meydanda. Sen makasla kesip getirmişsin. O adam, kalıpla kesmiş. Neyle keserse kessin beni enterese etmiyor ki! Adam daha ucuza mâl etmiş, daha kolayını bulmuş. Kaliteyi bozan bir durum yok, aksine daha güzel olmuş…”

“–E, ne yapacağız?”

“–Şimdi sen, eski fiyattan bile yapacak olsan artık biz seninle çalışamayız. Elli kuruşa bulmuşken, 1,5’a sen olsan yaptırır mısın?”

Bu arada pastası da duruyor. Bir lokma alamadı adamcağız. Çünkü bütün kazanç gitti. Adam sanki kurşun yemiş gibi, dondu kaldı.

Onun için de bir ders var. Aldığı para, aslında kurtarıyordu, tamahkârlığı ve teknolojiyi takip edememesi onu kazançsız bıraktı.

“–Buyur, bari pastayı ye!” dedik.

“–Pasta yiyecek hâlim kalmadı ki.” dedi ve çekti gitti.

Kendi düşen ağlamaz! Onun sayesinde biz maliyeti düşürmüş olduk. İyi ki zam istemiş de bizim gözümüzü açmış.

Derler ya, kötü komşu adamı ev sahibi yapar.

Adamın haksız, aşırı bir zam istemesi, görünüşte bir zarar, bir kötülük… Fakat netice, yüzde yetmiş daha ucuza elde etmekle neticeleniyor.

İhtiyaçlar, arayışı körükler… Engeller, daha büyük açılım ve atılımlara vesile olur. Tabiî yılmayan, araştıran, gören için…

İstanbul’un etrafında yüksek ve kalın surlar vardı. Batıdan gelen yardımlar vardı. Haliç’e gerilen zincir vardı. Rum ateşi vardı… Asırlarca kimse aşamadı. Fakat engellerle yılmayan bir Fatih geldi, boğaza hisarı dikti, büyük toplar döktürdü, gemileri karadan yürüttü, Allâh’ın izniyle fethetti.

Biz de bırakın araştırmayı; teklif, ayağımıza gelmişken ilgi göstermedik de; fırsatçı bir şekilde zam istenince gözümüz açıldı. Hâlbuki böyle bir ihtiyaç doğmadan da araştırmak lâzım.

Araştırma geliştirme… AR-GE deniyor bugün…

Görmek, araştırmak, hesaplamak…

Bunun için okumak, gezmek, takip etmek…

Teknolojide daha iyisi varsa, daha güzeli varsa; almak lâzım. Çünkü güzelin daha güzeli vardır. Ne kadar iyi varsa, iyinin daha iyisi var. Ne kadar sağlam varsa, sağlamın daha sağlamı var. Ne kadar akıllı adam varsa, akıllı adamın daha akıllısı var. Ne kadar becerikli adam varsa, beceriklinin daha beceriklisi var…

Benim adım Hıdır, yapacağım budur, anlayışıyla piyasadan, meslektaşlarından, dünyadan habersiz gidersen, çok geçmeden bir de bakarsın herkes almış yürümüş. Senin emeklediğin yerde herkes koşmaya başlamış. Senin iğneyle kuyu kazdığın yerde, adam otomasyona dökmüş…

Hep üretimden misaller verdik, fakat işin pazarlaması, eğitimi, sanatı da böyle…

Bir nokta var dikkat edilmesi gereken: Niyet; daha iyiyi, daha güzeli aramak olacak. Yoksa daha ucuz olsun da varsın daha kaliteli olmasın; daha kolay olsun da varsın daha sağlam olmasın, dersen o zaman işine ihanet etmiş olursun. Oradan elde edilecek kazanç temiz de olmaz, bereketli de olmaz. Kendi elinle kendi markanın, kendi üretiminin kuyusunu kazmış olursun.

Niyet daha iyisini, daha kalitelisini, daha hızlısını, işin özeti; insanlık için daha faydalısını bulmak…

Bunun yolu da; görmek, gezmek, araştırmak, geliştirmek…