Musîbetten Rahmete İBRET ALMAK

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Günümüzün teknoloji devlerinden, dünyanın üçüncü büyük ekonomisine sahip Japonya, uğradığı deprem felâketi ile gündemde. Dokuz şiddetindeki deprem, fevkalâde ağır bir fatura çıkardı bu ülkeye. Tsunami dalgaları altüst etti şehirleri; nükleer tehlike dünyayı da tehdit eder hâle geldi…

Hâlbuki; Japonya bu tip tabiî âfetlere karşı en tecrübeli ve tedbirli ülke olarak bilinir. Yaşananlar gösterdi ki; gerçekten de öyledir. On beş sene kadar önce meydana gelen depremde de; bu ölçekte olmasa da, yine buna yakın bir âkıbete dûçâr kalınmıştı. Ancak, bu ülkeye mahsus takdirle müşâhede edilen bir içtimâî hâl var ki; o da, her kesimden halkın hâdiseleri sükûnetle karşılamaları, kargaşaya meydan vermeden, fevrî hareketlere kapılmadan, bir intizam ve dayanışma içerisinde hareket etmeleridir.

Haber programlarında aksettirilen; bir toplu mekânda sakince kitap okuyan; zarûrî ihtiyaç kuyruklarında itişip-kakışmadan hakkına râzı olan; müşterek sıkıntıları, tek-vücut bir ruh hâletiyle paylaşan insan manzaraları bunun örnekleri. Cemiyetin disiplinli, geleneklerine bağlı, uyumlu, idareye itâatkâr, çalışkan olma gibi güzel vasıflarla bezenmiş kültüründen kaynaklanan bu içtimâî davranışın; Japon kalkınmasındaki sırrın esasını teşkil ettiği, kabul gören bir husus. Zaman zaman Amerika da, diğer güçlü ülkeler de kasırgalar ve seller sebebiyle, buna benzer vahim sonuçlarla karşılaşabiliyor. Bu demek değildir ki; araştırmalar ve ilmî çalışmalar sonunda elde edilen yeni sonuçlara göre alınacak tedbirleri de geliştirmenin bir faydası yoktur.

Bilâkis; kul olarak, gerekli bütün tedbirleri aldıktan sonra Allah Teâlâ -celle celâlühû-’ya sığınmak, yüce dînimizin buyruğudur. «Tevekkül» denilen altın kaide de budur. Nitekim; bu tedbirlerin yeterince alınmadığı bilinen pek çok ülkenin, aynı ölçüdeki âfetler karşısında muhtemelen daha vahim sonuçlarla karşılaşabileceği de, umumî bir kanaattir.

Ancak; başardığı ilmî ve teknolojik gelişmelerle âdeta şımaran, haddini aşan ve kâinata meydan okumaya kalkan insanoğlunun unuttuğu husus; tefekkür etmesi, haddini bilmesi, kendisini gerçeğin aynasında sîgaya çekmesidir. Bunun için de ilk iş; buyurulduğu gibi, «kendini bilmesi»dir. Kendini bilmek de, asıl maksat olan «Rabbini bilme» neticesine götürecektir. Kendini bu kadar ilim ve teknolojide ilerlemiş kabul eden günümüz insanı, saâdet ufuklarına koşarken, seraplarla aldanıyor; hüsran girdaplarında nevri dönüyor.

Pozitivist felsefenin aklı putlaştırmasıyla, insan; rûhî dengesini, ölçüsünü kaybetti. Hâdiseleri firâset ve basîret süzgecinden geçirme melekesi dumûra uğradı. Yeryüzüne halîfe olarak tayin buyurulduğu hâlde; mülkün sahibi adına emâneti adâletle ve barış içerisinde idare edeceğine, kendini mülkün sahibi zannetme hamâkatine düştü. Tasarrufuna verilen sonsuz miktardaki serveti, fânîliğini hiç de aklına getirmeden, paylaşmak yerine zimmetine geçirmek bencilliğini irtikâp etti; tabiatla uyum içinde yaşamak varken, onu iliklerine kadar sömürmeye, istismar etmeye kalktı; bu uğurda bütün dünyayı kan ve ateşe verdi; ilâhî bir sanat hârikası olarak aldığı mekânı gittikçe bir enkaz ve çöp deryası hâline getiriyor; “küresel ısınma” gelecek için ufukları karartıyor; gücü eline geçirenler, kendi avenesinden başkasına hayat hakkı tanımamacasına zıvanadan çıktılar…

Bu zulmün şahitlerinden Kırgız yazar Cengiz AYTMATOV, dünyanın bu gidişâtını şöyle resmediyor:

“… günümüzde halklar arasında düşmanlık çıkarma çabaları, silâhlanma yarışı uğruna maddî kaynakların ve beyin enerjisinin akılsızca harcanması, insanlık âlemine karşı işlenen suçların en canavarcasıdır. Eğer insanlar yeryüzünde yaşamayı öğrenemezlerse yok olur giderler.”*

“Göğü yükseltti ve mîzânı koydu.” (er-Rahmân, 6) buyuruluyor yüce kitabımızda; kâinattaki muazzam dengenin sırrına işaret sadedinde. Ancak bu sonsuz ilâhî ilmin yanında hiçbir şey ifade etmeyen kendi ilmiyle mağrur olan insan, muhakemeden âciz olduğu bu esrârengiz sistemi, tesadüfe bağlayabilecek kadar da iz‘an mahrumu olabiliyor ne yazık ki…

Meşhur misaldir; yoldaki bir ayak izinde birikmiş suya düşen bir sinek, bir saman çöpüne tutunur da, esen rüzgârla sallandıkça kendini kaptan-ı derya zannedermiş.

Kâinattaki sonsuz kudret tecellîleri göz önüne alındığında, insanın ilmî seviyesinin hükmü ne olabilir ki? Deprem sonunda Japonya’nın yetmiş santimetre gömüldüğü, iki metreden fazla kaydığı belirtiliyor. Bu şiddetle dünyanın dahî ekseninin oynadığı; nükleer reaktörlerden vukû bulan sızıntının diğer ülkeleri de tehdit ettiği açıklanıyor. Peki bu âfet birkaç derece daha şiddetli olsa idi, ne olurdu bu ülkenin ve dünyanın âkıbeti? Böyle bir felâketin meydana gelmeyeceği söylenebilir mi? Ve hangi ilimle, ne yapılabilir bu durumda?..

“Bir musibet, bin nasihatten hayırlıdır.” der atalar sözü; ibret alınacak hâdiseleri kast ederek. Yüce kitabımızda; «yeryüzünde yok olmuş kavimlerin izlerine bakılarak ibret alınması, düşünülmesi» sık sık beyan buyurulur. «Tefekkür etmek»; insanın kendini ve kâinatı anlaması, davranışlarında ölçüyü tutturabilmesi, hikmetleri görebilmesi ve doğru istikameti bulabilmesi bakımından defaatle emredilir. Heyhât ki; buyurulduğu gibi; «Ne kadar da az düşünülüyor!»…

Âhiretle irtibatı kesen, dünyevî (seküler) cereyanlar yeryüzünü gittikçe yaşanamaz hâle getiriyor. «Hevâsını ilâh edinen», kendinden başkasını tanımayan, ölçüden mahrum, tahammülsüz insanların çevreyi ne hâle getirdikleri ortada. Yozlaşmış cemiyetlere bir rahmet esintisi gerekiyor; ki kurak iklimlerde kavrulan ruhlar, bir yaz yağmuru ile dirilsin, gönüller bahar meltemleriyle ferahlasın. İnsanlık kendisine emânet buyurulan dünyayı, kâinatı onda hakkı olanlarla paylaşsın; adâlet herkesin sığınağı olsun. Böyle mesut devirler yaşanmamış değil. Gönüller fethine giden ordunun, yavrularını emzirmekte olan köpeği rahatsız etmemek için yolunu değiştirdiği; savaşta eli silâh tutmayan çocuklara, kadınlara, yaşlılara silâh çekilmemesi ve çevreye zarar verilmemesinin emredildiği; devlet başkanının, sırtında bakıma muhtaç fakirlere çuval çuval erzak taşıdığı; bir gayr-i müslime verilen cezanın diyeti olarak, cihan padişahının elinin kesilmesine hükmedildiği… gibi sayısız örneklerle parlayan altın devirlere şahit oldu tarih.

Şimdi gelişmiş ülkelerde bütçe imkânları çerçevesinde, sosyal devlet olmanın icapları yerine getirilmeye çalışılıyor. Hâlbuki fertlerin bu fazîlete sahip olmamaları durumunda, devletin bahis mevzûu gayretleri her hâlükârda yetersiz kalacaktır. Bu meselenin hâlledildiği geçmişteki şanlı medeniyetimizde fertlerin sosyalleşmeleri ile; sosyal yapının bütün zayıf noktalarının güçlendirilmesinin yanı sıra, sokak kedi ve köpekleri, uçamayan göçmen kuşlar ve dağlardaki aç kurtlara kadar hayvanlara dahî, bu merhamet dalgaları hâle hâle yayılmıştı bilindiği üzere.

Allah Teâlâ -celle celâlühû-; «hüsrandan kurtulanların; îman edenler, sâlih amel işleyenler, hakkı ve sabrı tavsiye edenler…» (el-Asr, 1-3) olduğunu beyan buyuruyor. Zararın neresinden dönülse kârdır. Gözü dönmüş insanlığa, ne yapıp edip kendisini muhâkemeye sevk edecek, istikametini düzeltecek bir değerler manzûmesini sunma, tanıtma fırsatı bulunmalıdır; çorak gönüller ilâhî rahmet pınarı ile kanmalıdır.

_____________________

* Cengiz AYTMATOV, Gün Uzar Yüzyıl Olur, Cem Yay., İst. 2006, s. 6.