HÜZÜNLÜ TEBESSÜMLER…

Ahmet ZİYLAN

“Büyük lokma ye, fakat büyük konuşma” diye asırların tecrübesi bir atasözümüz vardır. İnsan, bir an «ben» deyip, başarısını, zenginliğini, zekâsını… kendinden bilir, bu cesaretle iddialı bir söz söylerse, demek ki «gayretullâh»a dokunuyor, insan o sözüyle mutlaka imtihan ediliyor.

Bu sebeple mütevâzı olmak lâzım, kendimizden bilmeyip «Allah lutfetti» demek lâzım…

«Ben başarılı ve varlıklıyım, bunları çalışmakla yaptım.» diye böbürleneni Allah tepetaklak eder, insan pişman olur, fakat artık çok geçtir.

Bu zenginlikte de öyle, sıhhatte de öyle, kabiliyette de öyle…

Allah lutfediyor. Dilimizden şu duâ eksik olmamalı:

“Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhi’l-aliyyi’l-azîm!”

“Yüce ve azametli Allâh’ın lutfettiğinden başka ne güç var, ne de kuvvet…”

Her şey O’nun lutfu, ihsanı…

Babam; Boyacı Mahmut diye tanınan, kendisine «Mahmut Efendi» diye hitap edilen, hâli vakti yerinde bir esnaftı. Bir gün o ecdat ikazını aklına getirememiş, evinin geçimini sağlayamayan insanlar hakkında ağzından bir söz kaçırmış;

“Yahu insan, bir ekmek parası kazanmaktan da âciz midir? Bu adamlar kafasız! İnsan ne yapar eder, çarşıya gider gelir, olmadı bir iş tutar, fakat illâ ki bir ekmek parasını kazanır!” demiş.

Mehmed Âkif’in dediği gibi:

Kim kazanmazsa bu dünyâda bir ekmek parası,
Dostunun yüz karası, düşmanının maskarası…

Rızkını kazanmak için çaba sarf etmek gerek ama Allâh’ın takdiri ne ise o olur. Başarısız, fakir olanı kınamamak, kendini başkasından üstün görmemek lazım.

Cenâb-ı Allah, babama âdeta bu iddialı sözlerinin tersini yaşatmış. Kendisi anlatırdı:

O zamana kadar; çarşıya bir gidişinde, bir aylık kazanç elde ediyor. İşi rast gidiyor fakat bu sözden sonra, on gün gidiyor da, bir ekmek parası kazanamıyor. Söylediği söz de aklına geliyor ama, yapacak bir şey yok.

Hâli-vakti yerinde bilinen bir adam. Kılığına, kıyafetine de dikkat eder. İnsanlar hürmet ediyor. İşi bozuldu diye âleme ilân edecek bir tabiatta da değil… Öyle olunca, kimse bilmiyor ailemizin yaşadıklarını…

Dışı seni, içi beni yakar misâli… Evde dokuz baş nüfus, ikisi hasta. Hiç gelir yok, iş yok. Ambardaki kalıntılarla geçimini sağlıyor, dolapta olanlar giyiliyor.

Hattâ hatırladıkça hüzünlü tebessüm ettiren ibretlik hâdiseler yaşanıyor.

Ev ile çarşı arasında gidip gelirken yol kenarında bir bulgur devlibi var (bulgur imalâthanesi). Antep’te bulgur çok yendiği için bulgurcu da çok olur. Bir gün babam, o bulgurcunun yazıhanesinin önünden geçerken adam sesleniyor:

“–Mahmut Efendi, Mahmut Efendi!..”

“–Buyur.”

“–Bir dakika gelir misin?”

“–Hay hay gelelim.”

“–Bir anlaşmazlığımız var, aramızda hakemlik yapar mısın? Geçiyordun, seni gördük de.”

“–Yapabilirsek yaparız.”

“–Şu arkadaş geceleri bizim burada bekçilik yapıyor. Ben de ücret olarak aylık 100 lira veriyorum. Geceleri burada yatıyor, bazen kalkıp dolaşıyor. Gece bekçiliği bundan ibaret. Sabahleyin de çekip gidiyor, başka hiçbir işi yok. Ama tutturmuş 125 lira istiyor. Yani yüzde 25 zam istiyor. Sen ne diyorsun?”

Babam o sıralar sıkıntıda… İşsiz… Elde-avuçta yok… İçinden;

«Bana 80 lira bile verse çalışırım. 80 liraya iş buldum diye de bayram ederim.» diye geçiriyor.

Gerçekten de bekçi için pek ağır bir iş değil… Gece gelip yatacak, ara sıra kontrol edecek. Sabaha kadar uykusuzluk bile gerekmiyor. Sabahleyin çekip gidecek 80 lira alacak. O zamanlar orta seviyeli bir memurun aylığı 125-130 lira. Bu adam sadece gece orada yatmakla 100 lira alıyor. Ona da râzı olmuyor, 125 istiyor.

Bu meselede hakem tutulan babam diyor ki:

“–Kardeşim, sana 100 lira veriyor. Daha ne istiyorsun, daha niye itiraz ediyorsun?”

Kendisi 80 liraya bile râzı ya. İnsan, herkesi kendisi gibi bilir. İş sahibine hak veriyor.

Bunun üzerine bekçi, babama iyi bir çıkışıyor:

“–Siz zenginler yok musunuz? Hep birbirinizi kollarsınız! Bana arka çıkacak hâlin yoktu tabiî… Sen de zenginsin, onun tarafını tutuyorsun!”

Babamın eski durumu ve hâlen devam eden zengin görünüşü, herkeste eski intibâı sürdürüyor. Kimse durumundan haberdar değil…

O böyle çıkışınca, babam diyor ki:

“–Madem öyle diyorsun, sen çalışmazsan ben on lira eksiğine çalışırım.”

Bulgurcu diyor ki:

“–Mahmut Efendi, özür dilerim. Biz seni o gözle nasıl görürüz. Senin söylediğin olacak iş mi?”

Babam öfkelendi de, onun için öyle konuşuyor, meydan okuyor zannediyor. Babam ne kadar;

“–Yok ciddî söylüyorum. Çalışırım…” dediyse de, üç-beş defa tekrarladıysa da bulgurcu babamın hâlini anlayamıyor.

“–Mahmut Efendi, kusura bakma. Bizi mahcup etme. Böyle bir şeyin imkânı mı var, biz sana böyle bir şeyi teklif edebilir miyiz?” diyerek reddediyor.

Adamın görünüşü neyse, herkes onu öyle kabul ediyor.

İntibâ ne kadar önemli…

Hâlini arz etmeyen derman bulamaz. Aç isen, «açım» diyeceksin, derdini açacaksın. Bir de hâlin, dış görünüşün, içinde bulunduğun hâl ile uyumlu olacak. Fakirlik ayıp değil…

O sebeple; Hazret-i Mevlânâ’nın;

“Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol.” sözünü böyle konularda da uygulamalı. Olduğun gibi görünürsen, herkes dışından da iç hâlini bilir.

Bu sözüm, iffetinden, hayâsından, izzet-i nefsinden dolayı insanlara el açmayan, kimseyi üzmemek için derdini bağıra çağıra ilân etmek yerine, içine gömen insanlar için değil… Öyle iffetli fakirleri Kur’ân’da Cenâb-ı Allah da methediyor ve hayır-hasenatta onlara öncelik vermeyi emrediyor:

“(Yapacağınız hayırlar,) kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşamayan fakirler için olsun. Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder. Sen onları sîmâlarından tanırsın. Çünkü onlar yüzsüzlük ederek istemezler. Yaptığınız her hayrı muhakkak Allah bilir.” (el-Bakara, 273)

Hattâ, Cenâb-ı Allah; öyle kendini gizleyenleri arayın bulun diyor. Muhterem Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi, bu âyeti sohbetlerinde çokça okurlar ve bu âyette bir mü’minin, muhtacı sîmâsından tanıyacak, gariplerin hâlini -dilleriyle söylemeseler de- yüzlerinden okuyacak kalp kıvamına gelmesine işaret olduğunu söylerler.

Hâlini gizlemek, kimseye el açmamak, alın teriyle, iktisatla o darlığı aşmaya çalışmak güzel şey… Onun için, duâlarımıza;

“Allah gördüğümüz günümüzü elimizden almasın, durumu iyi iken kötüleşene Allah yardım eylesin!” niyazını da ekleriz. Çünkü onların durumlarını açığa vurması kolay değil.

Fakat diğer yanda; hayatın inişli çıkışlı yollarında, durumu zayıf olduğu hâlde, zengin tavrı sergileyen, gururlu, havalı görünmekten hoşlanan bu kişilerle, babam gibi iffet sahibi insanların hâli aynı değil.

Biri iffetinden, kimseye el açmamak, yüzsuyu dökmemek için hâlini gizliyor…

Diğeri gurur için, gösteriş için geniş imkânları varmış gibi havalar içerisinde… Bunda bir fazîlet yok…

O sıkıntılı dönemi bir-iki sene ailecek yaşadık. Bilhassa annem… Ailecek; el birliği, güç birliği ederek o darboğazdan çıktık. «Hepimiz birimiz için, birimiz hepimiz için.» derler ya, öyle bir el ele verişle aştık. Babamıza yardımcı olduk. Komşumuzda bir yorgancı vardı, o yardımcı oldu yeni açılan otelin yorganlarını yaptık. Masura sardık, kışlık üzüm şırası yaptık, hulâsa helâl ne iş varsa yaptık… Böyle azimli, kuvvetli bir gayretle, ailece çalışma; birlik ve beraberlik ve sabır; sonunda refah getirdi.

Hayatta böyle imtihanlar olur. Bunlar birlik-beraberliği sınamak için ne büyük bir fırsat… Biz güçlenerek çıktık, o imtihandan… Fakat kimi maddiyata dayanan aileler ise kaderin bir fiskesiyle dağılır gider.

Sabri Efendi misâli…

«Efendi» dediysek, aslında iplik fabrikasında işçi olarak çalışan ekmeği bütün bir adamdı. Esprileri ile etrafına öyle bir hava estirirdi ki, bilmeyen zengin sanırdı. Biz de kendisine «zengin ağa» derdik. Bizim oturduğumuz kahveye gelir giderdi. Biraz şakacı, gönlü de zengin… Ara sıra eser gürler:

“–Yahu şu kadar yağ geldi. Dağıttınız mı? Bu sene şu kadar hayır dağıttım. Her şeyi fakirlere dağıtacağım, mahallenin fakirlerini tespit ettiniz mi, dağıtım için hazırlık yaptınız mı?” falan filân.

Bazıları ciddiye alırlar:

“–Adamın beş kuruşu yok, dediğine bak.” derler.

Fakat adamın da kimseden bir ihtiyacı yok. Her nedense böyle davranmaktan keyif alıyor.

Bir gün Sabri Efendi’yi işten çıkarıyorlar. Eve gidiyor.

“İşten çıkışımızı verdiler. 15 gün sonra işsiziz. 3-5 kuruş tazminat parası alacağız. Elimizdeki para bize bir süre yeter ama bir iş bulana kadar, tasarrufa gitmeliyiz. Meselâ; ben kulüp sigarası içiyordum şimdiden sonra Birinci içeceğim. Kulüp sigarası 35 kuruş. Diğeri 25 kuruş. Her türlü alışverişimizde, alışkanlıklarımızda böyle tasarrufa gideceğiz.”

Yani adam; şakayı cakayı bırakmış, yaklaşan tehlikeyi görmüş; «Ailecek iktisat yapalım, şu devreyi atlatalım» diyor.

Fakat hanımı diyor ki:

“Zaten biz bugüne kadar tasarruf etmedik de yola yoğurt mu döktük?..”

Çok taşkın harcama yapana, har vurup harman savurana; «Yola yoğurt mu döküyorsun.» derler. Mahallî bir deyim.

Diyor ki:

“Şimdiye kadar sanki çok iyi yaşadık da, bundan sonra mı tasarruf edeceğiz? Şimdiye kadar ne yaşattın ki, daha ne yaşatacaksın? Ayrandan aşağı katık mı olur? Bundan daha aşağı tasarruf mu olur da sen bunu bize söylüyorsun?”

Adamcağız;

“–Başka çaremiz yok, işten çıkarıldık.” dese de çocuklar anneleriyle birlik oluyorlar:

“–Senin yüzünden oldu. Sen şöyle yaptın, böyle ettin! Senin gibi babanın, senin gibi herifin bize lüzumu yok. Git ne hâlin varsa gör!” deyip adamı kapıya koyuyorlar. Kavga, gürültü… Sonunda adamın sırtına bir yorganla bir minder veriyorlar:

“Git, eve de gelme, ne yaparsan yap!”

Bir de baktık ki adamcağız kahvehaneye geldi. Sırtında bir yük.

“–Yahu bu ne?”

“–Beni sürdüler evden. Çocuklarla anneleri bir oldular. Beni kovdular.”

Herkes gittikten sonra o da kahvehanede yattı. Sonra bir yer buldular. Kahvehanedekiler bir müddet sonra da bir ayakkabı boya sandığı aldılar. Boyacılığa başladı. Karı kocayı barıştıramadılar. Adamcağız, çok geçmedi, kahrından ölüp gitti.

Bir tarafta birliğin faydası, kalkınması… Diğer tarafta, kopmanın, dağılmanın zararı.

Aile için mesele ne ise; millet için, ümmet için de o… Kriz olunca bazı memleketlerde yağma oluyor, intiharlar oluyor, millet maddeten olduğu gibi rûhen de çöküyor, dağılıyor. Fakat inançlı, birlik-beraberliğe riâyet eden milletler; yardımlaşıyor, kenetleniyor, o dönemi atlatıp daha güzel günlere eriyor.

Büyük konuşmamak lâzım dedik ya, O Sabri Efendi dediğimiz adamcağızın da, zengin tavırları mı başına bu işleri açtı kim bilir? Bildiğimiz şu ki Cenâb-ı Hak, mütevâzı kulunu seviyor. İffetli, kendisine tevekkül edip, kimseye el açmayan kulunu seviyor. Dertlerde kenetlenen, refah zamanı da şımarmayan aileleri seviyor.

Millet olarak, ümmet olarak kalkınmanın, huzura erişmenin yolu da böyle aileler kurmaktan geçiyor.

Cenâb-ı Hak, bizleri sevdiği kullarından eylesin… Sevmediği huy ve davranışlardan bizleri, evlâtlarımızı ve cümle ümmet-i Muhammed’i muhafaza buyursun. Âmîn…