JAPONLAR, HANGİ ÜMMETTEN?

Asım UÇAROK

11 Mart 2011 günü, Japonya’da tarihin bilinen en büyük depremlerinden biri yaşandı. Depremin ardından tsunami, ardından nükleer reaktörlerden birinden başlayan radyasyon sızıntısıyla Japonlar; Başbakanlarının deyimiyle, II. Dünya Harbi’nden bu yana tarihlerinin en zorlu günlerini yaşıyorlar.

Ülkemiz de, Japonya kadar dehşetli olmasa da önemli bir fay hattında bulunuyor. 99 depreminden sonra «Deprem Dede»nin bize öğrettiği şu olmuştu:

“Depremle yaşamaya alışacağız.”

Yani ona tedbir alacağız. Misal ise Japonya idi. İleri teknoloji, tedbir, disiplin, dürüstlük… Depremi alt etmiş bir ülke idi Japonya!..

Fakat 2011 Mart’ından sonra bunları söylemek zor. Evet, tedbir ve disiplinleri olmasa belki ülke, bugün yaşadığının yüz katı sıkıntı yaşardı. Fakat deprem alt olmuyordu, hesaplar tutmuyordu. 8 şiddetinde hesaplayıp kurduğun tedbiri; 9 şiddetindeki takdir, kâğıttan kuleler gibi dağıtıyordu.

Japonlar; belki kadîm düşmanımız Çin’in düşmanı olduklarından, bize dost ve sıcak gelirler. İşin aslı bunda, şarklılığın yanında hayli uzağımızda olmalarının da katkısı olsa gerek. Zaman Gazetesi’nden Kerim BALCI’nın da yazdığı gibi; Japonya, örf ve âdetlerini, geleneklerini terk etmeksizin batının teknolojisini, gelişmesini almanın timsaliydi. Mehmed Âkif, Safahât’ında; Japonları İslâm’ın ahlâkını yaşayan, bir eksiği tevhid kalmış bulunan bir millet olarak tavsif ediyordu.1

Fakat zaman onları da bozdu. Japonlar, bugün batı kültürünün hegemonyasında erimiş vaziyetteler. II. Dünya Harbi’nin mağlûpları arasındaki bu millet, İbn-i Haldun’un tespit ettiği kanunun dışında kalamadı:

“Mağlûplar, galipleri taklit eder.”

Bizim, Japonlara olan muhabbetimiz; dar günlerinde onlara yardım götürmek, onlar için üzülmek noktasında da tezâhür etti.

Bu minvalde 15 Mart 2011 tarihli Yeni Şafak gazetesinde, Prof. Dr. Osman ÖZSOY imzalı bir makale yayımlandı. Yazı; yazarın depremi takip eden Cuma namazında, hutbe veya vaazda Japonlar için bir duâ cümlesi beklediği, fakat hayal kırıklığına uğradığı ile başlıyordu. Sonra duânın gayrimüslimlere de edilebileceği, müslümanın şefkat boyutu vurgulandıktan sonra yazar; görüşlerini desteklemek için garip bir misal veriyordu: Salli-bârik duâları…

Yazara göre bu duânın meâli şöyle idi:

“Allâh’ım! Muhammed’e ve Muhammed’in ümmetine rahmet eyle; şerefini yücelt. İbrahim’e ve İbrahim’in ümmetine rahmet ettiğin gibi.”

Arkasından şöyle de bir yorum eklemiş yazar:

“Hazret-i İbrahim’in Mûsevîlik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık gibi üç semâvî dînin atası olduğu düşünülürse; namazda yaptığımız bu duâda, diğer din mensupları için de rahmet dilediğimiz görülür.”

Birincisi, duâya verilen meal yanlış. O duâda Efendimiz ve âline duâ ediyoruz; ümmetine değil. Âl, aile demektir ve Peygamber Efendimiz’in âli, ehl-i beyti ve onlara takvâ ile tâbî olanlardır. Yani kan bağı ve hakikî inanç bağı ile «âl» olunur. Ümmetin «âl» içine dâhil olacağı düşünülse bile, bu sadece muttakî olanları ihâta eder.

İkincisi, Hazret-i İbrahim’e ve ümmetine duâ etmiyoruz. Hazret-i İbrahim ve âlini misal gösteriyoruz. Tarihte Hazret-i İbrahim ve zürriyetinin; nübüvvet, ilim, hikmet ve hizmet yolunda Allâh’ın seçtiği, seçkin bir zümre oldukları görülür. Buna atıfta bulunarak, Efendimiz ve âli için böyle bir rahmet ve bereket tecellîsi niyaz ediyoruz.

Üçüncüsü, yazarın ümmet kavramı konusunda kafası karışık görünüyor:

Önce, Hazret-i İbrahim’in soyundan gelen herkesi onun ümmeti yapıyor. Etmediğimiz duâya, katmadığımız birçok grubu katıyor:

Bugünkü Hıristiyanlar; Hazret-i İbrahim’in mi, Hazret-i İsa’nın mı yoksa Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mi ümmetidir?

Yahudilik ve Hıristiyanlığı, Hazret-i İbrahim ile alâkalandırmak Kur’ân-ı Kerim tarafından tenkit edilen bir husustur:

“Ey ehl-i kitap! İbrahim hakkında niçin çekişirsiniz? Hâlbuki Tevrat ve İncil, kesinlikle ondan sonra indirildi. Siz hiç düşünmez misiniz?” (Âl-i İmrân, 65)

“İbrahim, ne yahudi, ne de hıristiyan idi; fakat o, Allâh’ı bir tanıyan dosdoğru bir müslüman idi; müşriklerden de değildi.” (Âl-i İmrân, 67)

Ümmet geniş anlamda, bir peygamberin gönderildiği kavim. Dar anlamda da o peygamberin davetine icâbet eden, mü’minler… Din bozulduktan, neshedildikten, başka bir peygamber geldikten sonra hâlâ, hatalı takipçilerini o peygamberin ümmeti görmek doğru mu?

Efendimiz, bütün insanlığa gönderildi. Bugün iki milyara yakın müslüman, Efendimiz’in dar mânâda ümmeti ise, asr-ı saâdetten kıyâmete kadar bütün insanlık da Efendimiz’in geniş mânâda ümmetidir.

Aslında sayın Özsoy’un derdi, Japonların içinde bulundukları felâketten kurtulmaları için bizim de duâ edebileceğimiz konusunu temellendirmek imiş; fakat yanlış misal, yanlış anlayışları beraberinde getirmiş. Meselâ şu ifadeler:

“Hepimiz Allâh’ın kullarıyız. Yok ayrımız gayrımız.”

Salli-bârik duâlarından önce okunan tahiyyatta, Efendimiz’in selâmı, sadece sâlih kullar adına aldığına dikkat edelim. Salli-bârik duâlarından sonra okunan duâlarda da, mağfiret niyazının, «mü’minler» ile kayıtlı olduğunu görebiliriz. Demek ki ayrımız gayrımız var. Duâda bile…

Çünkü duâ da çeşit çeşit…

Eğer dünyada meydana gelen bir felâketten kurtulmaları söz konusuysa, elbette inançsız kişilere de duâ edilebilir. Yaradan’ın nazarıyla yaratılmışa şefkat nazarı bunu gerektirir.

Fakat felâket uhrevî ise duâ ikiye ayrılır:

Hidâyetlerine duâ ederek, nihayetinde bizler gibi olmalarını arzu etmek. Bunda da bir sıkıntı yok.

Fakat mevcut dinlerinde kaldıkları ve inançsız olarak öldükleri hâlde, uhrevî kurtuluşlarına niyaz etmek doğru değil… Allâh’ın önüne geçmeye kalkmak doğru değil…

“Cehennem ehli oldukları açıkça kendilerine belli olduktan sonra, -yakınları da olsalar- Allâh’a ortak koşanlar için af dilemek ne Peygamber’e yaraşır, ne de mü’minlere.” (et-Tevbe, 113)

Bu, kalpte «hubb fillâh ve buğz fillâh» ayarlarının oturması için gerekli… Hazret-i İbrahim bu konuda da bize misal:

“İbrahim’in babası için af dilemesi, sadece ona verdiği sözden dolayı idi. Ne var ki; onun Allâh’ın düşmanı olduğu kendisine belli olunca, ondan uzaklaştı. Şüphesiz ki İbrahim çok yumuşak huylu ve pek sabırlı idi.” (et-Tevbe, 114)

Ümmet kavramının dar mânâsında, bu şuuru kazandırmak gizli… «Bizlik» şuurunu saf dışı edemeyiz. Zaten hidâyet duâsıyla herkesi «biz»e katılmaya davet ediyoruz. Fakat «biz» olmayanlara şefkat besleyelim derken; muhabbet besleyip, kalbimizin ayarlarını bozmamalıyız.

Unutmayalım ki, namaz gibi Allâh’a mülâkat olan bir ibâdet; sırf güneşe tapınanlara benzememek için güneşin doğuş, zeval ve batış saatlerinde mekruh bir davranış hâline gelmektedir.

Son olarak, bir diyalog propagandasından ibaret olan İbrahimî dinler tabirine bir alternatif sunalım da Japonlar da dışarıda kalmasın. Madem kardeşlik lâzım, «Yok birbirimizden farkımız» diyeceğiz. O zaman, bütün insanlığı Âdemî dinler havuzunda bir ve beraber görebiliriz (!).

Neyse ertesi hafta Diyanet İşleri Başkanlığı, Cuma hutbesinin sonunda, deprem felâketinden alınacak ders ve ibretlerin zikredildiği, Japon halkının acısının paylaşıldığını bildiren bir başsağlığı notu ekledi. Notta tek duâ şu son cümle idi:

“Mevlâ’mızın tüm insanlığı bu tür felâketlerden korumasını niyaz ediyoruz.”

Âmîn…

Rabbimiz, ümmet-i Muhammed’in gayr-i icâbet tarafında kalan bütün insanlığa hidâyet nasip eylesin. Asıl felâket olan, âhiret bedbahtlığından, Fahr-i Kâinât Efendimiz’e ittibâ ile muhafaza buyursun.
___________________________

1 Kerim Balcı, “Ey ateş Japonlarımıza soğuk ve selametli ol!” Zaman Gazetesi,18 Mart 2011.