TATLI SÖZLER…

Ahmet ZİYLAN

Günlük hayatta dilimizden düşmeyen sözler var…

Bunların çoğu örf-âdet hâline gelmiş, kalıp hâlinde sözler… Aynı zamanda, her söyleyişte düşünmesek de, gönül gözüyle bakınca görürüz ki, bunlar hep duâ sözleri…

Kişinin îmanının kemâle ermesi için, kendisi için istediğini kardeşine de istemesini şart koşan dînimizden ilhamla ve kardeşin kardeşe duâsı makbuldür düşüncesiyle asırların tecrübesiyle birikmiş tatlı söz mirasımız…

Karşılaşınca, otururken, kalkarken, hayatın bin bir hâline karşılık yüzlerce tatlı söz…

Yeni nesil bunları unutmaya başladı. Yahut anne-babalar, büyükler gençlerimize âdâb-ı muâşereti öğretmeyi ihmal eder oldular.

Geçenlerde torunumdan bir bardak su istedim. Getirdi içtim. Bardağı aldı götürdü. Baktım birçok eksik var, tekrar çağırdım:

“–Kızım bardağı tekrar getir, bakalım.”

Getirdi. Aldım, geri verdim. Ses yok. Yine istedim, tekrar verdim. Yine ses yok. Dedim ki:

“–Kızım, böyle olmaz. Bilmiyorsan öğren, unuttuysan hatırla… Bir kişiye su getirdiğin zaman, -o kişi kim olursa olsun- bardağı uzatırken;

«–Buyurun efendim…»

«Buyur arkadaşım…»

«Buyurun hocam…» demelisin. Bardağı eline tutuşturup gitmek de olmaz, içinceye kadar beklemelisin. Sonra bardağı alıp;

«–Âfiyet olsun, bir daha arzu eder misiniz? Şifâ olsun…» ve benzeri bir duâ daha etmelisin. O da karşılığında yaşına göre;

«–Allah râzı olsun, teşekkür ederim, su gibi aziz ol, berhudâr ol…» diye duâ edecek. Onun da karşılığı var;

«Teşekkür ederim» dediyse «Bir şey değil…» demelisin…”

Böylece bir su verme işinde, hizmetin yanında karşılıklı kaç kere duâ edilmiş olacak… Şifâ… Devâ… Rızâ…

Duâ yoksa teşekkür, minnet, tevâzu…

Böylece karşılıklı sevgi artacak, saygı artacak… Duygular beslenecek…

Yeni nesillere bunun eğitimini vermek lâzım. Yoksa pek çok şey gibi, öğretilmeyen, hatırlatılmayan, tazelenmeyen nice güzellik gibi kaybolup gidecek… Çocuklarımız televizyonlarda izledikleri yabancı aileler gibi kaba saba, nezaketsiz bir şekilde yetişecek…

Anne-babalar, «Ne yapalım, çocuğumuz soğuk, içinden gelmiyor.» gibi mazeretlere de sığınmamalı… Bazı çocuklar, kendiliğinden meraklı olup, tatlı dilli olup öğretmeye gerek kalmadan kapmış, öğrenmiş olur. Fakat kendiliğinden gelişmemişse, üzerine eğilmeli, eğitmeli…

Eskiden bunun eğitimi üzerinde çok durulurdu. Âdâb-ı muâşeret, oturma-kalkma, insanlarla muâmele âdâbı çok ehemmiyet verilen bir mevzu idi.

Ben altı-yedi yaşlarında iken öğretmenliğimizi yapan Kozanlı mahallesinden Nazife Hocahanım vardı. Çok hanımefendiydi. Bize bu kaideleri öğrettiğini hatırlarım. Hattâ küçük, tatlı bir hâtırası da vardır:

Benim torunuma öğrettiğim gibi, o hocahanım da bize öğretti:

“Çocuklar kapıdan böyle boş boş, bir şey söylemeden girilmez. İçeri giren; «Selâmün aleyküm» der. İçeridekiler de; «Aleyküm selâm» derler.”

Ben ertesi gün, kapıya geldim. Hatırlamaya çalışıyorum:

“Giren hangisini söylüyordu? «Selâmün aleyküm» mü? «Aleyküm selâm» mı?”

«Aleyküm selâm» deyip girdim. Tabiî gülüştüler. Hocahanım da güldü. Doğrusunu tekrar öğretti. Ben o hocama sürekli duâ ediyorum. Namazlarımdan sonra okuduğum Fâtihaları rûhuna bağışlıyorum.

Bunları önemsemek lâzım… Âdâbı hafife almamak lâzım. Bilmiyorsak öğretenlere kulak vermemiz, eksiğimizi düzeltenlere teşekkür etmemiz lâzım…

Çünkü yerinde söylenen bir tatlı söz, nice kırık kalpleri fetheder. Buzları eritir. Muhabbeti artırır.

Çünkü bu sözlerde samimiyet var. Muhatabının hayrını istemek var. Güzel temenniler, hayırlı istekler var. Kalıplaşmış gibi görünse de, bu sözlerin temelinde bu niyetler var.

Sudaki balık gibi, sürekli duyarken, işitirken bunların kıymetini anlamayız. Fakat bir soğuk muamele karşısında; «Bir hoş geldin bile demediler!» deriz. «Allâh’ın selâmını da almadılar!» deriz. Alâkayı kesenler için; «Selâmı, sabahı kesti!» deriz.

Eskiden sadece okulda, mektepte değil, hayatta da sürekli bu tatlı sözlerin talimi vardı. Çocukken sabah ezanı vakti bağa giderdik. Babam bizi götürürdü. Henüz ortalık karanlık… Yolda bağa giden başka kişilerle karşılaşılır.

“–Selâmün aleyküm.”

“–Aleyküm selâm.”

Yetmez… Çünkü yüz yüzü görmüyor. Kimdir, necidir? Muhatabı rahatlatmak, emniyet telkin etmek lâzım…

Bir taraf;

“–Yolun açık olsun.” der. «Kazasız, belâsız gidesin…» anlamında.

Öteki;

“–Allah râzı olsun.”

Yine bu taraf ekler:

“–Uğurlar olsun.”

Cevabı da şöyle:

“–Uğurun hayır olsun.”

«Söylediğin duâ hayırla neticelensin» mânâsında.

Bu sözler, boş sözler değildir; hoş sözlerdir, tatlı sözlerdir. Bir milleti kaynaştıran, muhabbet içinde yoğuran sözlerdir.

Antep’te ve birçok yerde, toplu oturulan bir meclise giren kişiye;

“–Hoş geldin, merhaba!” denir. Yani «Benden emin olabilirsin. Gelişinden rahatsız olmadık.» Öteki de eğer kendisini merhaba ile karşılayan çok kişi varsa şöyle der:

“–Hoş bulduk. Cemaate rahmet!” yani «Herkesin selâmını aldım, hepsini kabul ettim» anlamında.

Bunlar; kalıplaşmış, mânâsı düşünülmeden tekrar edilen, söylenmesi âdet olmuş sözler gibi gelir. Ama söylenmese, adam;

«Niye bir merhaba diyen olmadı? Rahatsız mı ettik? Hoş karşılanmadık mı?» diye tereddüde düşer. O; selâmı almasa, yahut herkesin selâmını tek tek alamadığı için, «Cemaate rahmet!» demese; «Küslük mü var? Neden selâmı almıyor?» diye yorumlanabilir…

Sonra selâm verip almakta âdâbın incelikleri de var.

Karşılaşınca küçük olanın büyüğe, az olan grubun çok olanlara. yürüyenin oturana, binit üzerinde bulunanın yaya olana selam vermesi lâzım… Bir yere girerken selâm verildiği gibi, oradan ayrılırken de selâm verilir.

Yemek yerken, su içerken, herhangi bir harekette; yolda giderken her yerin sözünü, usulünü, davranışını bilmek lâzım…

Tıraş olana, banyo yapmış olana;

«Sıhhatler olsun!»

Abdest alana;

«Hayrını gör!»

Namazdan selâm verene, iftar edene;

«Allah kabul etsin.»

Bir yakınını gurbete yollayana;

«Allah kavuştursun.»

Hastalanana;

«Geçmiş olsun, Allah âcil şifâlar versin.»

Bir yakınını kaybedene;

«Allah rahmet eylesin, Allah mekânını cennet eylesin, başınız sağ olsun.»

Hiçbirini bilmesek, ağzımızı;

«Allah râzı olsun!» demeye alıştırmak lâzım. Bize böyle duâ edenlere de; «Sizden de Allah râzı olsun!» diye mukabelede bulunmamız lâzım.

Hem bu davranışların uhrevî mükâfatı da var:

Hocalarımız söylüyorlar: İki kişi birbirine;

«Allah râzı olsun.» dediği zaman, omuzlarındaki melekler de «Sana da, sana da» diyerek onlara duâ ederler.

Müslüman zarif olmalı, nâzik olmalı; «Ver!» demek yerine, «Verebilir misiniz?» demeli…

Şimdi rastlıyoruz, adam yolda birine yol soruyor: Adam da işini gücünü bırakıp ilgiyle cevap veriyor. Bizimkisi, alacağını aldı ya, çekip gidiyor. Hâlbuki teşekkür lâzım… Gönül almak lâzım…

«Bilmiyorum» bile dese, sana vakit ayırmış, ona da teşekkür etmek lâzım…

Eski İstanbul beyefendileri ve hanımefendileri, bu güzel davranışları çok daha zarif sergiler, bu güzel sözleri çok daha ince, süslü fakat samimî şekilde söylerlerdi:

«İyi sabahlar» ile yetinmez;

«Sabâh-ı şerifleriniz hayrolsun efendim…» derlerdi.

Maalesef şimdi nesillerimiz; filmlerde seyrettikleri batı ve batılılaşmış hayatın sertliğine, kabalığına, soğukluğuna kapılmış gidiyorlar. Bu incelikleri de, unutulmaya mahkûm birer âdet olarak görüyorlar. Kuru lafızlar ve sunî davranışlar zannediyorlar. Kalıplaşmış sözleri tekrarlamak istemiyorlar. Hâlbuki, onlar yüzlerce senenin birikimi…

Hatırlı sözler…

Tatlı sözler…

Kalıplaşmış sözler derken, eskiden mektup yazma alışkanlığı vardı. O da belirli usulde, tatlı cümlelerden oluşurdu. Hatır sormalar, büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öpmeler…

Askerde iken başımdan geçen bir mektup yazma maceram var:

Birisi eline bir kâğıt, bir de kalem almış çaresiz etrafına bakınıyor. Okuma-yazması yokmuş. Birkaç kişiye söylemiş, onlar da yazmamışlar. Yalvarıyor:

“–Ne olur bana bir mektup yazın, ne olur bana bir mektup yazın.”

Ben;

“–Getir yazayım.” dedim. Kâğıdı-kalemi aldım. Başladım yazmaya… Kâğıt yarıya geldi ki asker çıkıştı:

“–Yahu yarıyı geçtin daha bana bir şey sormadın?!.”

“–Daha soracağım, hele girişi bir yazalım.”

“–Yahu bitirdin kâğıdımı, daha ne zaman soracaksın?!”

“–İstersen yazdığımı sana okuyayım.”

“–Oku.”

Asker, mektubunda ne yazacak? Belli:

“Benim sevgili anam, sevgili babam,

Nasılsınız, iyi misiniz? İyi olmanızı Cenâb-ı Allah’tan dilerim. Beni sorarsanız çok iyiyim, her şeyim iyi, sıhhatim iyi… Sağlığınıza duâcıyım. Sizler de inşâallah iyisinizdir…”

Adam bu yazdıklarımı duyunca itiraz etti:

“–Yahu sen bu mektubu nasıl yazdın?”

“–Nasıl yazmışım?”

“–Ben iyi miyim ki, sen oraya; «İyiyim.» yazdın? Yahu ben ölüp ölüp diriliyorum. Sen oraya;

«İyiyim elhâmdülillâh…» yazmışsın!”

“–Ha öyle mi?”

Kâğıdı, kalemi bir kenara bıraktım. Meğer asıl mektubun ona yazılması lâzımmış. Adamın morali çok bozuk. Gurbetin, askerliğin efkârı iyice bastırmış; babasına, anasına bir mektup yazarak derdini boşaltacak.

Dedim ki:

“–Kardeşim, sen kaç aylık askersin?”

“–Şu kadar.”

“–Pekâlâ, sen burada tek misin?”

“–Hayır.”

“–Senin yaptığını başkaları da yapıyor mu?”

“–Evet.”

“–Senin yediğini başkaları da yiyor mu?”

“–Evet.”

“–Senin çalıştığın kadar başkaları da çalışıyor mu?”

“–Evet.”

“–Senin yaptığın askerlik diğerlerininkinden uzun mu?”

“–Yoo.”

“–Ee o zaman senin derdin ne?”

“–Ben dayanamıyorum!”

“–«Ben dayanamıyorum» olur mu? Bunca arkadaşın dayanıyor da bir sen mi dayanamıyorsun?

Hadi diyelim ki, mektubu dertlenerek, şikâyetlenerek yazdın. Annen-baban da okudu. Ne yapabilirler? Burada gelip subaylara;

«Benim oğlumu rahat ettirin, kuştüyü yatakta yatırın, özel yemek yedirin.” diye emir mi verecekler? Hayır. Ne yaparlar? Oğlumuz rahat değilmiş, üzülüyormuş diye üzülürler. Ellerinden başka da bir şey gelmez. Sen anne-babanı sevmiyor musun?”

“–Seviyorum.”

“–E anneni, babanı üzmeye ne hakkın var? Hâlbuki sende bir eksiklik yok. Sende olan herkeste var. Askerlik böyle olur. Sana fazladan bir dert çektiren mi var? Ne bekliyordun ki? Sana kalkıp da filân lokantadan enfes yemekler mi getirsinler? Bütün arkadaşların ne yiyorsa, sen de onu yiyorsun. Başka bir yolu var mı bunun?”

Nasihatı dinleye dinleye, arkadaş yumuşadı, rahatladı. Sonrasında mektuba döndük, biraz daha devam ettirip bitirdik.

O anne baba mektubu alınca ne okuyacak? Aşağı yukarı her mektupta yazan şeyleri… Hâl-hatır sormalar… Şükürler, iyi haberler… Selâmlar… Duâlar…

Tatlı sözler yani…

Mektup almaktan, mektup göndermekten gaye, aslında bu değil mi? Haber göndermek… Sağlığından, iyiliğinden, rahatından bilgilendirmek, merakta koymamak…

Üzmemek… Sevindirmek…

Sözlerimizde, davranışlarımızda prensibimiz bu olmalı:

Sevdiklerimizi, saydıklarımızı üzmemek. Başta kendi arkadaşlarımızdan başlayıp; hocalarımızı, ana-babalarımızı…

O asker arkadaşın dertlenişini, şikâyet edişini anlattım ya, ben de kolay alışmamıştım askerliğin şartlarına…

Askere gittiğimde çok zayıfım. 52 kilo geliyorum. Sipsivri bir adamım. Yemekleri bir türlü yiyemiyorum. Burnuma tuhaf kokuyor. Fasulye pişiriyorlar. Ta elli metreden, yüz metreden kokusu geliyor. Beni tiksindiriyor. Sofraya oturup da kaşığımı uzatamıyorum. İlk gittiğim haftalarda, sadece kuru ekmek yiyebildim, o da boğazımdan geçmiyor. Gıdamı da alamıyorum, hastalanacağım.

Bir gün yemek getirmeye gittik. Oranın alay komutanıydı herhâlde veyahut yardımcısı, tam bilemiyorum. Bir subay. Gözümüzde o zaman çok azametli adamlar. Mutfaktan bir tepsi içinde, asker karavanasından bir tabak yemek getirdiler. Komutan aldı kaşığı iştahla yedi, sonra da;

“Oh, amma güzel olmuş; âfiyet olsun!” dedi.

O anda benim iştahım açıldı. «Koskoca komutan yedikten sonra ben niye yemeyeyim.» diye kendi kendime telkin ettim. Biz o zamana kadar annemizin yemeğinden başkasını pek yememişiz, o sebepten alışamıyoruz. Gördük ki herkes yiyor. Alışmayı öğrendik.

Yemek seçen, zor beğenen, insanlara eziyet eden biri olmamak gerektiğini de öğrendik. Bunun da bir insanlık, incelik olduğunu anladık.

Günümüzde dışarıdan gelen rüzgârlarla, kendi arzularını, kendi beğenilerini, yani nefislerini çok önemseyen insanlara, bu değerleri kabul ettirmek çok zor.

Fakat zora talip olmalı…

Tatlı dil, yılanı bile deliğinden çıkarır demişler. Tatlı dille, tatlı sözlerle yeniden huzurlu, mesut, birbirini seven, birbirine güvenen bir toplum olmaya gayret etmeli.

Böylece Cenâb-ı Hakk’ın, «Güzel söz söyleyin; tatlı, gönül alıcı söz söyleyin; değer verici söz söyleyin!» buyruklarına da uymuş oluruz.

Ne mutlu başarabilene…

Ne mutlu, tatlı diliyle, tatlı sözleriyle, zarif hâl ve tavırlarıyla, İslâm’ın güler yüzünü sergileyebilene…