Âbidevî Bir Şahsiyet MEHMED ÂKİF ERSOY

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

İz bırakan, teveccühe ve hüsn-i kabûle mazhar olmuş zirveler kıratındaki muhteşem eserler; âbidevî şahsiyetlerin mahsulüdür. Bu müstesnâ şahsiyetler; ruhlarında meknuz olan ulvî sıfatları, yüksek gayretleriyle eserlerine yansıtırlar. Eserlerine bakılarak kendileri, kendilerine bakılarak eserleri hakkında kanaat sahibi olunabilir; keyfiyet itibarıyla birbirleriyle uyum içerisindedirler, birbirlerini tamamlarlar. Cüce şahsiyetlerden ise muhteşem eserler çıkmaz; olsa olsa menfîlikte sıralamaya girerler. Zirveler de onlara göre değildir elbette…

Mehmed Âkif ile onun muhteşem eseri olan «İstiklâl Marşı»mız arasında da böyle birbirini tavsif edici bir münasebet mevcuttur. Öyle ki;

“Bu metnin yazarı nasıl bir şahsiyet kıvamına sahip olabilir?” diye sorulsa, muhtemelen tasvir edilecek rûhî yapı, «Büyük Şair»i yansıtacaktır. Veya;

“Mehmed Âkif gibi bir şair, İstiklâl Harbi yapan milleti için nasıl bir marş yazabilirdi?” dense, ana hatlarıyla İstiklâl Marşımız tarif edilebilir ancak. Dostu Mithat Cemal; bu tenâsübü şöyle dile getiriyor:

“İstiklâl Marşı güzeldir; ancak bu şiirden daha güzel bir şey vardır: İstiklâl Marşı’nın, yazana yakışması.” Nitekim İstiklâl Marşımızın ortaya çıkışı ve kabul edilme safahâtı da buna işaret etmektedir.

Anadolu’nun kurtarılması muvâcehesinde; bayrakla beraber millî bir sembole sahip olmak, millî şahlanışı teşkilâtlandırmak, teşvik etmek ve milletin rûhunda meknuz bulunan ulvî hasletleri ateşlemek maksadıyla bir «İstiklâl Marşı» ihtiyacı ortaya çıkmıştı. Bu maksatla Maarif Vekâleti bir yarışma açmıştı. Ancak bu yarışmaya katılan 724 şiir arasında, istenilen evsafta bir eser bulunamamıştı. Böyle muhtevalı bir şiiri yazabileceklerin başında Mehmed Âkif geliyordu. Fakat o da, para mükâfatı konduğu için, yarışmaya katılmamıştı; Ankara’nın kışında giyecek bir paltosu bile olmadığı hâlde… Çünkü milletine yapacağı bir hizmetin karşılığında para almak ona göre değildi. Hele de, mazlum ve mağdur Anadolu’da, herkesin imkânlarını son damlasına kadar birleştirdiği mukaddes bir mücadelenin rûhunu yansıtacak İstiklâl Marşı için… O, bu işi ancak Allah Teâlâ’nın rızâsını kazanmak için yapar; bu saâdeti maddî hiçbir şeyle değişmezdi.

Maârif Vekili Hamdullah Suphi’ye göre, marşı Âkif yazardı. Yalnız ikramiyeli bir işe Âkif’in girmeyeceğini bildiği için, onun bu husustaki endişelerini giderecek fevkalâde nazik bir mektupla onu vazifeye davet etti.

Hakikaten de, milletin hissiyâtını aksettirecek, ruhları galeyana getirecek en mükemmel marşı; yine onun «ruh kökü»ne bağlı, yani tamı tamına ondan biri olan Mehmed Âkif yazabilirdi ancak. O; müktesebâtı ve yaşadığı Kur’ânî hayatın gereği olarak, bu kıratta bir îman şairi idi çünkü. Onun yazdığı şiir ortaya çıkınca, bazı şairler, haddini bilme asaletiyle şiirlerini geri çekerler. O zamanki takvimle 12 Mart 1337; bugünkü takvimle 25 Mart 1921 tarihinde;

«Kahraman Ordumuza» ithaf edilen İstiklâl Marşı, Maarif Vekili Hamdullah Suphi Bey tarafından üç kere okunup ayakta alkışlanarak kabul edilir.

Vaktiyle, «Çanakkale Şehidlerine» şiirini yazdığında;

“Üstad; bu zirvede şiiri bırak.” diyen edib Süleyman Nazif; İstiklâl Marşı’nı görünce;

“Sen zirveyi de aşabilecekmişsin meğer!..” değerlendirmesini yapar.

Mehmed Âkif için «Onun hayatı, eserlerinden de önemlidir.» denilir. Çünkü o; şahsiyet itibarıyla, mensup olduğu milletin müktesebâtındaki ulvî değerler manzûmesini beşerî kudret çerçevesinde mükemmelen temessül etmiş, cemiyet içinde «dört başı mamur bir insan» hüviyeti kazanmıştır.

Yavuz Bülent BAKİLER, bu örnek şahsiyeti şöyle tavsif ediyor:

“Eğer insanların ve milletlerin yaşayışında, doğruluk; samimiyet; ahde vefâ; haksızlık karşısında susmamak; bütün güzel sanatlara ve bütün ilimlere gönülden bağlanmak; merhametli ve metin olmak; gafletten, cehaletten, kinden, nefretten uzak yaşamak bin yıl sonra bile, iki bin yıl sonra bile üstün vasıflar olarak kabul edilecekse; Âkif bin yıl sonra bile, iki bin yıl sonra bile yine âbide şahsiyetlerden biri olarak anılacaktır. Çünkü o; Kur’ân ahlâkıyla ahlâklanan, ışığını Kur’ân’dan alan, mükemmel, müstesnâ şairlerimizden biridir.”

Büyük şairimiz, îmanının muktezâsınca; yapabileceği her işi, en güzel şekliyle yapmayı şiar edinmiştir. Okulundan birincilikle mezun olmuş; Arapça, Farsça ve Fransızcayı edebiyatına vâkıf olacak seviyede öğrenmiş; güreş tutmuş; Boğaz’ın iki yakası arasında yüzebilecek kadar yüzmede ustalaşmış; edebiyatta zirvelere tırmanmış; altı ay gibi kısa bir zamanda Kur’ân hıfzını tamamlamış; dürüst, haysiyetli, vatansever bir insan olmanın fevkalâde güzel örneklerini vermiş; kendisinden hizmet beklenen birçok kişinin ümitsizlik içinde bir köşeye çekildiği veya bazı devletlerin mandasına girmeyi çıkar yol sandığı bir zamanda, yorulmaz bir gayetle milletinin hizmetine koşmuştur. O, «on parmağında on mârifet» misali, kendisine bahşedilen her istîdâdı işletmekten kaçınmamıştır; veterinerdir, devlet memurudur, ilmî heyetlerde üyedir, gazetecidir, mütefekkirdir, edibdir, mûsıkîşinastır, istihbarat teşkilâtı vazifelisidir, sporcudur…

“Mehmed Âkif, ileri sürdüğü düşüncelere uyarak yaşayan gerçek bir karakter adamıdır. Ne sağlığında ne de ölümünden sonra hiç kimse, onun kendi prensiplerine aykırı yaşadığına dair bir misal verememiştir. O ölçüde, özü sözüne uyar insanımız çok değildir.”1

Yakından tanıyanların şahâdetlerine göre; fevkalâde çalışkan, gurur ve kibirden uzak, mütevâzı, mert olmak şartıyla herkese karşı müsamahakâr, dost düşkünü, takvâ ehli, ilme âşık, fikir ve sanata karşı açık kalplidir… Hazırcevap ve nüktedandır. Bu cümleden olarak şöyle bir misal anlatılır:

“Ali Şevki Bey, oldukça kibirli biriymiş. Hele Avrupa’ya gidip döndükten sonra, kibrinden yanına yaklaşılmaz olmuş. Âkif bir toplulukta, Ali Şevki Beyin bu özelliğini çok zarif bir şekilde, yüzüne karşı şöyle dile getirir:

«Siz eskiden insanlara Fatih Camii’nin minaresinden bakardınız; Avrupa’ya gidip döndükten sonra Eyfel Kulesi’nden bakmaya başladınız.»”2

Yine bu cümleden olarak, Avrupa seyahatinden dönünce intibâlarını soranlara verdiği şu kısa cevap meşhurdur:

“İşleri dînimiz gibi; işimiz dinleri gibi.”

«İlmiyle âmil» bir insan olan Mehmed Âkif, temâyüz ettiği fazîletlerden asla taviz vermeden yaşamıştır. Devlet memuru olarak çalışırken, aday bir memura haksızlık yapıldığına şahid olunca hemen istifasını sunar. Çünkü o;

Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim.
Onu dindirmek için, kamçı yerim, çifte yerim.
«Adam aldırma da geç git!» diyemem, aldırırım
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.

mısralarını söyleyen kişidir. Dairenin müdürü, sebebini sorunca; «haksızlık yapılan bir yerde çalışamayacağı»nı beyan eder. Ancak, o memurun mağduriyeti giderilince istifasını geri almaya râzı olur.

Kaderin cilvesi, gün gelir; terfî ederek yüksek bir makama gelen o şahıs, bir Çanakkale zaferi anma gününe katılır. Devrin icabına uyma düşüncesiyle Âkif’i derinden yaralayan şu talihsiz, nankörce sözleri söyledikten sonra «Çanakkale Şehidleri’ne» şiirini okur:

“Bu anma günü için, maalesef örümcek kafalı bir şairin şiirinden daha güzel bir şiir bulamadım.”

Şairimiz her an Kur’ân-ı Kerim’le beraberdir; bir Kur’ân âşığıdır. Öyle ki; bazen izah ettiği şeyler anlaşılmayınca, sanki herkesin kendisi gibi Kur’ân’la hemhâl olduğu zannındaymışçasına;

“Nasıl anlamıyorsunuz? Bu, Kur’ân-ı Kerim’de de şu şekilde geçiyor!” diye çıkıştığı nakledilir.

Diyanet İşleri’nin isteği ile uzun zaman çalışarak bir Kur’ân meali hazırlamış; ancak, neşrinin vebâlini göze alamamıştır. Yeniden bir gözden geçirme fırsatı bulamayınca da; vasiyeti gereğince eser, emanet ettiği dostu tarafından imhâ edilmiştir. Kendisinin, «bu işten niye kaçındığı»na dair sorular üzerine verdiği şu cevap ibretâmizdir:

“Bu işi yapmaya cesaret etmek için, insanın ya çok âlim veya çok cahil olması lâzım.”

Mevlânâ Hazretleri, karakter sapmalarını zemmetmek sadedinde; “Ya olduğun gibi görün; ya göründüğün gibi ol.” buyurur. Bu mânâda; en önemsiz sayılabilecek meselelerde bile, özü sözü bir, şaşmaz bir şahsiyet timsâlidir Mehmed Âkif. Helâl lokma hassâsiyetine sahip olan şairimiz, vazifeli olarak Almanya’ya gittiğinde, lüks bir otelde ağırlanmak istenir. O sıralarda; ordumuz Çanakkale’de, çok zor şartlar altında ölüm-kalım mücadelesi vermektedir. Kendisi; ordu sıkıntılar içinde çırpınırken, bunu kabul edemeyeceğini söyleyerek, mütevâzı bir otele yerleşir. Orada misafir olarak gelen bir Türk talebeye kahve ikram eder. İlgililer kahvenin parasını resmî hesaba dâhil etmek isteseler de, o;

“Gelen, benim hususî misafirimdir.” diyerek, bunu kabul etmez; kendisi öder.

Mehmed Âkif, ikbal endişesiyle her kılığa giren kişilerden değildir. İnanmadığı, doğru bulmadığı meselelerde; «Adam sen de…» diyerek, boyun eğivermez; «Neme lâzım.» diyemez. Bilir ki; “Haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır.” Bu şiarını şöyle ifade ediyor bir şiirinde:

Yumuşak başlı isem kim dedi uysal koyunum,
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum.

Bu cümleden olarak; İttihat ve Terakkî Cemiyeti’ne üye olurken, yemin metninde geçtiği şekilde cemiyetin bütün emirlerine değil, sadece uygun bulduğu maddelerine uyacağına söz veriyor.

Millî mücadelenin kazanılmasından sonra uygulanan siyaset, bu mücadeleye kendini adamış olan Mehmed Âkif’i sukût-ı hayallerle dilhûn eder. Görmek istediklerini görememenin verdiği derin ıstırap ve küskünlüklerle 1925 yılında Mısır’a gider. Orada çileli, yeni bir hayata başlar. Vakur ruh hâli, başkalarından karşılıksız yardım görmesine mânîdir. Hamallık yapmaya râzı iken, Türkçe öğretmenliği teklifi ile bir nebze olsun rahatlar. Mısır hayatı bu velûd şairimiz için bir dönüm noktası olmuş; yüksek istîdâdı âdeta dumura uğramıştır. Kendisi bunu bir dostuna şöyle ifade ediyor:

“Bu hislerimi, düşüncelerimi yazmak isterim, ama zihnim o kadar perişan ki, kendimi bir türlü toparlayamıyorum…”3

Mehmed Âkif; takip ettiği nebevî ahlâk muvâcehesinde, sözünün eri bir şahsiyettir.

Anlatıldığına göre; bir dostuyla buluşmak için sözleşirler. Fakat, vâki olan şiddetli bir hava muhalefeti sebebiyle, dostu onun gelebileceğini tahmin etmemektedir. Ama şairimiz beklenmedik şekilde, tam vaktinde onun kapısını çalar. O şahıs;

“Bu havada nasıl yola çıktın? Boğaz’ı geçip de, tam zamanında nasıl gelebildin?” diyerek hayretle bakarken; Mehmed Âkif’in cevabı, verilen söze sadâkatin ölçüsü mahiyetindedir:

“Sözümde duramamam için ölmem veya kalkamayacak kadar ağır hasta olmam gerekirdi.”

Kâmil bir insan olma vasıflarını şahsında toplayan büyük şair; aynı zamanda hâdiselerin arka plânını görebilen ve olacakları sezebilen bir firâsete de sahiptir.

Milletvekili olduğu dönemde; bir gün Hasan Basri ÇANTAY Hoca ile otururlarken, yanlarına güven duymadıkları, hoca kılıklı birisi gelir:

“Memleketin dînî bir cemiyete ihtiyacı var. Buna önayak olsanız…” diye onların nabzını yoklar. Bunun üzerine Mehmed Âkif dayanamayarak;

“Hoca, Hoca… Sen yeni bir «Otuz Bir Mart Vak’ası» mı çıkarmak istiyorsun?” diye onu susturur.

Mısır’da takrîben on yıl kalan şairimiz, sonunda hastalanır:

Çöz de artık yükümün kördüğüm olmuş bağını,
Bana çok görme İlâhî bir avuç toprağını.

diyerek ifade ettiği bir hâlet-i rûhiye ile yönünü artık «öteler»e çevirir. Vatandan ayrı kalmak endişesiyle 1936 Haziran’ında ülkesine döner. Kısa bir zaman sonra, 27 Aralık 1936’da çilelerle, mihnetlerle dolu hayatı sona erer. Bazı dostlarının ve «Âsım’ın nesli» gençlerin katıldığı merasimle Edirnekapı mezarlığına defnedilir.

2011 yılı, Kültür ve Turizm Bakanlığınca bir vefâ nişanesi olarak, «Mehmed Âkif Yılı» ilân edildi. Cemiyetimizin muhtaç olduğu hasletleri şahsında yaşatan bu mümtaz şahsiyet için, ne yapılsa sezâdır. Milletimizin gönlünde yer bulan «İstiklâl Marşı şairi»mizin aziz rûhuna milyonlarca Fâtihalar…
_____________

1 Ahmet KABAKLI, Türk Edebiyatı-3, Türkiye Yayınevi, İst. 1969, s. 103.
2 A. Vahap AKBAŞ, Mehmed Âkif’ten Nükteler.
3 M. Ertuğrul DÜZDAĞ, Ali Ulvi KURUCU-1, Kaynak Yay., İzmir 2008, s. 377.