İTİMAT MI, TEDBİR Mİ? -2-

Ahmet ZİYLAN

İnsanlara güvenmek de gerekli, tedbirleri almak da…

Öncelikle «İtimat mı, tedbir mi?..» sorusuna;

«Dengeli bir şekilde, her ikisi de…» cevabını veriyoruz.

Dengenin bir unsuru da karşılıklı olması… Aldığımız peşin tahsilâta belge vermiyoruz; ama yaptığımız ön ödemeye hemen evrak istiyorsak, meseleye tek taraflı, kendi menfaatimiz açısından yaklaşıyoruz demektir.

Bunun garip bir misalini yaşadık…

1980 senesinde İstanbul’da bir ev aldık. Antep’te bir evim vardı. Onu iki buçuk milyona sattım, peşinatı ödedim. İki buçuk milyon da borçlandık, beş milyona bir ev aldık.

Evi aldığımız adam düzgün görünüşlü biri. İki buçuk milyonu peşin verdik. Kalan borcumuzu iki yüz biner liralık senetler hâlinde ödüyoruz. Sekiz tane senedi ödedik. Bir milyondan az borcumuz kaldı.

Evi aldığımız müteahhit ile aynı apartmanda oturuyoruz. Kapılarımız karşı karşıya… Her sabah namaza beraber gidiyoruz, beraber geliyoruz. Böyle tatlı bir yaşantısı var. Hoşumuza da gidiyor. Bizi sekiz ayda yakînen tanıdı;

“–Size tapunuzu vereceğim.” dedi.

“–İyi, ver. Sağ ol!” dedik. Tapuyu alırken;

“–Şurayı imzala!” dedi. Baktım:

“–Bu da ne?”

“–Bu, bir milyonluk ipotek.”

“–Bu, ipotek niye?”

“–Bir milyon borcun kalıyor ya…”

“–Doğru bir milyon borcum kalıyor ama, elinizde senetlerim var ya…”

“–Senetler var fakat, yine işi garantiye alalım biz.”

Canım sıkıldı;

“–Yahu kardeşim. Biz sana iki buçuk milyon verdik, bir belge almadık. Bir buçuk milyon daha ödedik; ona da bir teminat, vesâire istemedik. Bunları sana güvendik de verdik. Şurada komşuyuz. Bize niye güvenmedin de bunu yaptın?”

“–Hacı ağabey, bana gücenme. Biz, babamız da olsa işimizi sağlam yaparız. Bu para ödendikten sonra, ben seni rahatsız etmeden ipoteği çözerim.”

“–Çözersin de, ya sen ölürsen…”

“–Yok, rahatsız etmem. Meraklanma.”

Netice borcumuzu ödedik. İpoteğimizi de çözdü. Rahatsız da etmedi.

Şöyle bir geçmişe baktığımızda, evi daha temeldeyken satıp, paraları topladıktan sonra ortadan kaybolan o kadar çok müteahhit var ki… Biz itimat ettik, o bize etmedi.

Şimdi ev satan bu inşaatçı adam da geçen yazımızda anlattığımız Antep’teki halıcının tam tersi… O adam, ta uzaklardaki müşterisinden, dünya kadar borca karşılık teklif ettiği hâlde ipoteği kabul etmiyor. Bu adam, paranın çoğunu hiçbir teminat vermeden aldığı, karşı kapı komşusundan ipoteğe imza atmasını istiyor.

Biri çok kendine güvenmiş… Biri de aşırı tedbirci…

Tedbircilik iyi de, tek taraflı olmamalı. Benim canım ondan dolayı sıkıldı. Bizim ödemelerimize karşılık da bir tedbir sunmuş olsa, adam her işini titiz yapıyor, diyeceğim.

Ama kendi lehine olunca, güven; aleyhine olunca, ipotek…

Böylesi yanlış.

O hâdiseden sonra ister istemez adamla samimiyetimiz merhabadan öteye geçmedi.

Tedbir varsa iki taraflı olur, senet varsa iki taraflı olur. Tek taraflı olmaz. Yazdığın senette, anlaşmada her iki tarafın da hakları yer alır. Şartlar, müeyyideler zikredilir. Böyle olmazsa şöyle olacak, şöyle olmazsa böyle olacak, denilir. Karşılıklı yazılı olarak mutabakat yapılması şarttır. Çünkü ölüm var, yanlış anlama var, kötü niyetli olanı var…,

İnsanların dürüst ve iyi niyetli olup, kendini sevdirmesi lâzım; sevdirecek bir şeyler yapması, sevdirmeyecek hareketlerden kaçınması lâzım. Hem muamelâtı da düzgün olmalı… Dînimiz de böyle istiyor.

Fakat insanlara güvenelim derken de kantarın topuzunu kaçırmamak şart… Bunun da ipuçları var. Bir kere tanımak lâzım, tanışmak lâzım. Tanımadığın birine büyük bir güven duymak yanlış…

Bazı kişilerin, insanlara güven duygusunu yitirmelerinde en büyük faktör, güven duygusunu istismar ederek yaşayan dolandırıcılar, sahtekârlardır.

Acı tecrübelerle söylenmiş, esnaflar arasında hep tekrarlanan bu konuda ikaz edici halk sözleri vardır:

Verme malını veresiye,

Akar gider kara suya,

Baş yarılır, göz çıkar,

Sulh ederler yarısına…

Bir başkası şöyle demiş:

Veresiye veremem…

Arkasından gidemem…

Gitsem de bulamam…

Bulsam da alamam…

Bu sözlerin mesajı şu:

Verirken de alırken de çok dikkat etmek lâzım…

Yoksa, borç vererek, borcun vadesini uzatarak bir kardeşine yardımcı olmak da çok büyük bir hayır işlemektir. Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Alacaklı, borcun süresi içinde bir kat sadaka sevabı alır, ama alma günü geldikten sonra onu ertelerse, o zaman her gün için iki katı sadaka sevabı kazanır.” (Müsned)

Fakat yine dikkat etmek lâzım. Çünkü dolandırılmak insana sevap kazandırmaz. Dürüst ama ihtiyaç sahibi olanı; borcu, ödemek niyetiyle isteyeni, sahtekârdan ayırt etmek her hâlükârda lâzım.

İşte, söylemek istediğimiz, dengeli bir güven ölçüsü; dürüstü sahtekârdan, iyi niyetliyi kötü niyetliden ayırt etmemize yardımcı olmalı… Bunda da mantık ve tecrübenin yeri büyük…

Duyduğum bir hâdise… İşinde, gücünde bir sanayiciye, emlâkçi olduklarını söyleyen birileri gelmiş, demişler ki:

“–Biz emlâk alır-satarız. Çok güzel bir arsa var. Alırsan iki ay sonra yüzde elli kârla satarız.”

“–Nasıl?”

“–Şöyle şöyle…”

“–İyi, alalım.”

Yüz bin liralık bir arsa almışlar. Parasını vermiş. Gerçekten iki ay sonra yüzde elli kârla satmışlar. Yüz elli bin lira olmuş. Kârın yüzde onunu aracılara vermiş. Yüzde kırkı da kendine kalmış. Bir müddet sonra bir daha gelmişler:

“–Beş yüz bin liralık bir arsa var. İki ay sonra rahat 750-800 eder.” demişler.

Adam tatlı kazanca alışmış tabiî. Buna da;

“–Alalım hemen.” demiş. Çıkarmış beş yüz bin lira vermiş. Bir-iki ay sonra da gerçekten 750 bin liraya satmışlar. Yine kazanmışlar. Yine yüzde onunu emlâkçilere vermiş.

Bir müddet sonra tekrar gelmişler:

“–Çok mükemmel bir arsa var ama, paranız varsa…”

“–Nasıl yani?”

“–Bir buçuk milyon lira…”

Adam rakamın büyüklüğüne bakmamış, yine;

“–Alalım.” demiş. Kâr tatlı…

Aracılar;

“–İstersen, senin üstüne bile almayabiliriz. Bana bir isim söyle, onun üzerine alalım. Sana vergi de tahakkuk etmez.” demiş.

Arsayı almışlar. Adam gidip bakmamış bile. Herhâlde vergi filân gelmesin diye para veren adamın gösterdiği bir kişi üzerine almışlar. Eline getirip bir tapu vermişler. İş, gayet inandırıcı. Aradan bir müddet zaman geçmiş, beklemiş, gelen giden yok.

Sanayici kalkmış, emlâkçilerin dükkânımız diye bahsettikleri yere gitmiş. O güne kadar hiç gitmek ihtiyacı hissetmemiş. Dükkâna girmiş, adamı sormuş:

“–Öyle birisi yok.” demişler.

“–Nasıl olur yahu?!.”

“–Yok.”

Adam tapuyu çıkarmış, göstermiş; hâdiseyi anlatmış. Dükkândaki gerçek emlâkçiler:

“–Bu tapu, yüz bin liralık bir arsaya ait. Hattâ yüz bin lira bile etmez. Sen gerçekten bunu bir buçuk milyona mı aldın?” demişler.

Adamın parası gitmiş, dâvâ bile açamıyor. Muhatap bulsa, delil yok. Tapu bile kendi üstüne değil. Bir-iki sefer güven telkin ettikten sonra adamı iyi bir dolandırmışlar, yüz bin liralık arsayı bir buçuk milyona satmışlar.

«Her şey gayet güzel, güven verici şekilde gelişmiş. Adam ne yapsın?» diyeceksiniz. Fakat ortada, kötü niyetin kokusu, yaklaşan dolandırıcılığın ipucu duruyor.

Nedir o?

Süratli kazanç!

Kolay kazanç!

Çok süratli, kolay yoldan para kazanmaların arkasında hep tehlike vardır. Çok hızlı, iyi para kazanıyorsan bil ki, arkasında bir tehlike vardır. Hani bir söz var:

“Bedava peynir yalnızca fare kapanında olur.”

Süratli kazanç hep tehlikedir. Hazır mirasların, piyangodan gelen ikramiyelerin âkıbetini de çok duymuşsunuzdur. Benim de bildiklerim var.

Antep’te benim bildiğim dört ortak, piyango bileti almışlar. 28 milyon kazanmışlar. Bu para öyle tükendi ki, sonunda kendi servetlerini de yok ettiler. Kolay paranın düşmanı çok olur. Kolay para olduğundan, kolay harcanır.

Bir terziye de 15-20 sene evvel beş milyon lira çıktı yine piyangodan. O zaman da beş milyon iyi paraydı. Dilden dile söylendi. Altı ay sonra bir de duyuldu ki terzi, hanımını balkondan aşağıya atmış. Hanımı düşer düşmez ölmüş, adamı da hapse götürmüşler.

Kolay ve hızlı gelen para huzur vermez… Çünkü böyle kazanılan paralar; ekseriyâ temiz de olmaz.

İmâm-ı Âzam Hazretleri’nin bir menkıbesi var. Dükkânda dururken bir kadın, bir elbise getiriyor satmak için. Yüz lira istiyor. İmam ise diyor ki;

“Hayır, bu dört yüz lira eder.” Gerçek kıymetinden alıyor.

Hâlbuki yüze alsa, beş yüze satıp çok yüksek kâr edecek. Hızlı ve kolay yoldan kazanacak. Kadın fiyatı kendi söylemiş, aldanırsa kendi aldanmış olacak. Ama Ebû Hanîfe Hazretleri râzı olmuyor. Hakkı neyse onu ödüyor.

Bu kıssaya; sadece kadına merhamet etmek, müşteriyi mağdur etmemek tarafından bakmıyorum. Mezheb imamımızın kolay ve hızlı kazancın bereketsizliğine de işaret ettiğini düşünüyorum.

Parayı kazanmak için çalışmak lâzım. Biraz terlemek lâzım yani. Yoksa zehir olur, belâ olur… Öyle veya böyle âfet getirir.

İnsanların cebinde çok sayıda kredi kartı var. Günümüzde bunlar çok kolay temin edilebiliyor. Sanki hiç istenmeyecek, hiç ödenmeyecek gibi kolayca para harcanıyor. Fâiz bataklığına düşen insan, ödeme günü geldiğinde ödeyemiyor; çok büyük perişanlıklar oluyor. Burada bunun da tehlikeli bir tuzak olduğunu unutmamak lâzım.

Borca alıştırıyor, fâize alıştırıyor…

Çünkü kazanç ile harcama dengesini bozuyor, çok harcamaya alıştırıyor…

Demek ki denge, anahtar kelime…

Dengeli, mantıklı kazanç…

Dengeli, mantıklı güven duygusu…

Dengeli, mantıklı tedbir alış…

Dengeli, mantıklı harcama…

Huzur ve emniyet içinde yaşamanın yolu…