Yapılanları Unutmadık! BERABER YAŞAMAYA MECBURUZ!
Ayla AĞABEGÜM aylaagabegum@hotmail.com
«Yapılanları unutmadık, beraber yaşamaya mecburuz.»
Bosna seyahatim esnasında duyduğum bu cümle, beni çok etkiledi. Hâlâ düşünüyorum…
Savaş öncesi aynı köyü, mahalleyi paylaştığınız, komşuluk yaptığınız Hırvatlar; savaş çıkınca Sırplarla bir olup aynı vahşetin içinde yer almışlardı. Şimdi birçok köyde yine beraber olmak zorundalar. Geçmişi unutmadan, yaşadıkları hayatı kabullenmek biraz zor… İnançlarının gücüyle yaşarken, bir şairin dediği gibi; «sabrın acı meyvesi»ni yemeye devam ediyorlar. Bazı binaları onarmıyorlar, savaşı hatırlamak ve gelecek nesillere anlatmak için.
İstiklâl Savaşı’nı, Çanakkale’yi düşünüyorum. İşgal altındaki bölgeleri… Yaşanan vahşet aynıydı. Oysa biz unutmuştuk, gençlerimize anlatmamıştık. Filmlerimize, hikâyelerimize konu olmamıştı. Yaşadığımız siyasî olaylarda, biz suçlanmaya başlamıştık. Bizim yaptığımız vahşetten, soykırımdan söz ediliyordu. Bazı gazetecilerimiz, hocalarımız, siyasîlerimiz; söylenenleri bilerek veya bilmeyerek hoşgörü adına tasdik ediyorlardı.
Bir yazar olarak, bir eğitim gönüllüsü olarak; her fırsatta tarihî gerçekleri anlatmak, yapılanları unutmamak, dînimizin hoşgörü ve sabır sınırları içinde düşmanca bir tavır içinde olmadan dik durabilmek…
Birkaç yıl önce bir derginin gezisiyle Bosna’ya gitmiş, dönerken; «Tekrar geleyim…» diye duâ etmiştim. Duam kabul olmuş olacak ki Haber Ajanda dergisinin davetlisi olarak yeniden Bosna’ya gitmek nasip oldu. Uçağımızın kalktığı andan bir buçuk saat sonra Bosna semâlarındaydık. Yemyeşil dağlar, yeşilliklerin arasında kümelenmiş köyler bize; «Hoş geldiniz!» diyordu.
Saraybosna’da dolaşırken gördüğümüz tarihî eserler bize İstanbul’u, Edirne’yi hatırlatıyor. Tarihî binalar rahatça görünüyor, yeni yüksek binalarla hapsedilmemiş. İstanbul’u düşünürken, yapılan yüksek binalarla tarihimize olan saygısızlığımızı nasıl ifade edebiliriz? Pişmanlığın ifadesi birkaç damla gözyaşı olmamalıydı…
Eşyalarımızı otele bırakıp, Saraybosna’nın merkezine doğru ilerliyoruz. Şehrin içinden bir nehir boylu boyunca akıyor… Gittiğimiz her bölgede bir nehrin aktığını görüyoruz. Hava kararırken «Kovaçi Şehidliği»ne gitmek için yokuşu tırmanıyoruz. Kafilemizdeki üniversiteyi bitirmiş gençlerin benim kadar yorulduklarını hattâ;
“–Dönelim artık, yorulduk.” dediklerini duyarken;
“–Niçin?” diye sessizce bir soru soruyorum. Cevabını da yine kendim veriyorum.
Çünkü onlar servislerle veya kendi arabalarıyla üniversiteye gittiler. Yürümek yerine bilgisayarlarının başında oynamayı, konuşmayı tercih ettiler. Benim yaşıma geldikleri zamanı düşünmek bile istemiyorum. O gençlerin annelerinin de temiz havada yürümek yerine koşu bandında yürüdüklerine, zayıflamak için yine arabalarla spor merkezlerine gittiklerine, misafirliklerde, lokantalarda bütün zararlı gıdaları tükettiklerine şahit oluyoruz.
Saraybosna’da bütün lokantalarda çok çeşitli yemekler yiyemiyorsunuz. Boşnak böreği, yanında ayran veya o yöreye ait meyve suyu. Bir başka yerde ekmek, içinde köfte… İsraf ve yemek artırmak, onların hayatında yer almıyor. Biz köfte yerken; Boşnak bir karı-koca yarım porsiyon köfte istedi. Bir porsiyonu yemek mümkün değil. Biz, fazla köfteler atılmasın diye gençlerle paylaşıyorduk. Nedense bütün gezilerimde gördüklerimi ülkemde olanlarla mukayese ederim. Türkiye’de dolaşıyorsam, İstanbul’da yaşadığım hayatla karşılaştırır, bu karşılaştırmalardan yeni projeler üretmeye çalışırım.
Yıllarca evin dışında yemek yediğimiz zamanlar; gelen porsiyonların fazlalığı, çeşidi beni hep üzmüştür. Hiç olmazsa belediye tesislerinde bir çare bulunabilir diye yazarken, belediye başkanlarına anlatırken bir sonuca varmam mümkün olamamıştır. Başkanlarımız Saraybosna’yı dolaşırken yeni düşüncelere sahip olarak, çareler bulsunlar isterim. Bosna, yeme-içme konusunda İslâmî duyarlılığı yaşıyor.
Kovaçi Şehidliği’ndeyiz. Vahşete, zulme, haksızlığa direnen bilge insan Aliya İZZETBEGOVİÇ’in kabri de burada. İnce, uzun, beyaz taşlar ve abartısız bir şehidlik. Kabir, bir hilâl ortasında bir yıldız gibi duruyor. Hilâl; şekliyle de ismiyle de bir sembol. Hilâl Arapçada; «he, lâm, elif» harfleriyle yazılır. Allah kelimesini yazarken de aynı harfler kullanılır. Harflerin yerleri değişiktir. Bayrak üzerindeki hilâlin anlamı da bize sembolik olarak Allâh’ı düşündürür.
İkinci gün Armutçuk köyüne gidiyoruz. Rehberimiz, Erzurumlu Abdülhamit Bey. Köyde Boşnaklarla Hırvatlar beraber yaşıyor. Yolun sağında Boşnaklar, solunda da Hırvatlar yaşıyor. Savaş sırasında Sırpların yanında yer almışlar, gelen yardımlara el koyarak ticaret yapmışlar. Bizim gidişimiz köy halkına moral oluyor. Hırvatlara karşı yalnız olmadıklarını hissediyorlar. Arkadaşlar;
“–Köy halkına nasıl yardım ederiz?” diye sordular.
“–Karşılıksız yardımı kabul etmezler. Ancak yaptıkları eşyaların alınması onlara yardım sayılır.” dediler. Yollarda gördüğümüz temiz giyimli, ilkokul çağındaki çocuklar, ellerinde küçük gazeteden külâhlar veya torbalar içinde, yöreyle ilgili bir şeyler satıyorlardı.
Türkçe Armutçuk köyü denilen bu köyde bizi, önce şehidliğe götürdüler. Küçücük köyden 170 şehid verilmişti. Kur’ân-ı Kerim okundu, duâ edildi. Köyde büyükçe bir odayı mescid gibi kullanıyorlar. Biz gidiyoruz diye aceleyle halılar döşemişler. Duvarda şehidlerin resmi… Anneler resimden evlâtlarını gösteriyor. Bazı ailelerden iki şehid verilmiş. Kahve ve yanında lokum ikram ettiler.
Duâ eden çocuğun sesi güzel, ilâhilerini dinledik, CD’lerini aldık. Toplanan para, köy halkına dağıtılırmış.
Travnik’e doğru yol alıyoruz. Travnik Medresesi’ndeyiz. Binanın içine girince sol tarafta Fatih’in Bosnalılara gönderdiği ferman yer alıyor. Medresede kız ve erkek öğrenciler ders yapıyor. Duvardaki panoda, mezun öğrencilerin resimleri yer alıyor. Orman bol olduğu için mobilya sanayiinin gelişmiş olduğunu düşünüyoruz. Savaş sonrası Türkiye ve diğer İslâm ülkeleri, onarım çalışmalarında yardımcı olmuşlar. Ancak fabrikaların, iş alanlarının kurulması istenen seviyede değil.
“Saraybosna’da halk nasıl geçiniyor?” diye sorduğumuzda aldığımız cevap, bizi üzmüştü. Lokantalarda ve Sırpların alışveriş merkezlerinde çalışıyorlarmış.
İşadamlarımızı bir görev bekliyor. Çin’de, Bulgaristan’da her yerde ucuz işçi çalıştırmak için fabrikalar kuruyorlar. Bazı ülkeler;
«Gelin, fabrika kurun. Arazi bedava!» diyormuş. Biz, insanlarımızı çalıştırmayı bilmediğimiz için onları yardımlarla doyuruyoruz. Aç kalmadıkları için çalışmayı denemiyorlar veya yüksek ücret istiyorlar. Bosna öyle değil. Onlar yaşadıkları acıları yalnız müslüman oldukları için yaşamadı. Osmanlı oldukları için de yaşadı. Bizim yerimize acı çeken bu insanların acısını açacağımız iş sahaları ile dindirebiliriz.
Mobilya sanayii, işadamlarımızı bekliyor. Türlü türlü meyveler yetiştirilerek, meyve suyu fabrikaları kurulabilir.
Otelimizde musluktan akan suyu içebiliyorduk. Dünyaya su ihraç edebiliriz. İdarî zorlukları, orada olan arkadaşlarımızın yardımıyla aşabiliriz. Travnik’in ortasında gürül gürül bir nehir akıyor. Köyler bozulmamış, evler bir veya iki katlı, bahçeli. Tabiatı bozmadan yerleşmişler.
Televizyonda deprem sonrası yapılan çok katlı apartmanları gördüm. Yer bol, arazi geniş, tek katlı ve bahçeli evler, hayvan yetiştirmeye, ağaç yetiştirmeye müsaittir. Onları hapishane gibi apartmanda yaşatmaya hakkımız var mı?
«Onlar memnun.» diyenlere; bu binalarda rahat olmayacaklarını anlatabiliriz. Bölgeye göre yetiştirecekleri ağaçların fidanlarını, besleyecekleri hayvanları verebiliriz. Evin tapusunu değil, oturma hakkını vererek, satmalarına da mânî olabiliriz. Bahçelerini, hayvanlarını denetleyebiliriz.
Neretve Nehri kıyısında ilerlerken yemyeşil köyleri, meyve ağaçlarını görüyoruz. Karşımıza bir Osmanlı köyü çıkıyor. Poçitel… Bir masal iklimindeyiz. Nehri, tepeden seyrediyoruz. Kaleye çıkan arkadaşlar, manzaranın güzelliğini anlata anlata bitiremediler.
Sarı Saltık (Blagay) Tekkesi’ndeyiz. Tekke, Buna Nehri’nin kaynağında kurulmuş. Sırtını kayaya dayayan tekke, ahşaptan inşa edilmiş. Tekkenin kapısında «Hû» yazıyor. Tekkenin bir bölümünde öbür âleme göçenler medfun. Nehrin üzerinde alabalık yiyoruz. Küçük hediyelik eşyalar satılıyor.
Mostar yolundayız, hava kararıyor. Mostar Köprüsü’nü bu sefer hava kararırken görüyoruz. Oturup, çay içemesek de seyrine doyamıyoruz. Geçtiğimiz yollar, dükkânlar burada hâlâ Osmanlı’nın yaşadığını hissettiriyor.
Bir başka gün Baş Çarşı’dayız. Caddede gençler yürüyüşe çıkıyor. Kafilemiz; hediyelik eşyalara yöneliyor, bakır tabaklar, cezveler… Ekibi toparlamak zor. Yorulan, Moriça Han’da dinleniyor ve kahve içiyor. Boşnaklar çaydan çok, kahve içiyorlar. Kahveler, tek kişilik ağzı çok dar cezvelerde, yanında lokumla beraber ikram ediliyor. Boşnakların kahve pişirmesi bizden farklı. Önce cezveye su konup kaynatılıyor. Sonra bir kısmı alınarak bir bardakta bekletiliyor. Az suyun içine kahve, şeker atılmadan konuyor ve köpürene kadar bekletiliyor. Ayrılan su, üzerine ilâve edilerek karıştırılıyor. Cezvenin üzerinde oluşan köpükten fincana çok az ilâve ediliyor. En sonunda cezvedeki kahve boşaltılıyor. Bu usûlle Boşnak kahvesi pişiriliyor.
Bosna’da son günümüz… Sabah kahvaltısını acele yapıp çıkıyoruz. Kenarda fakir bir mahalle, iki katlı bir evin kapısında müze yazıyor. Savaşın vahşetini, acımasızlığını DVD’lerden seyrediyoruz. Alev alev yanan binalar, pencerelerden yaprak gibi dökülen insanlar… Kütüphanenin yakılışı, kitap sahifelerinin uçuşması, başbakanlık binası, hastahâneler, hepsi hepsi yanıyor.
Açlıktan ölenler var, bahçedeki otları yemeye mecbur kalan insanlar… Bahçe içinde iki katlı bir ev vardır. Side Nine’nin evi… Tünel, bu evden açılmıştır. BM komutasındaki havaalanının olduğu yerde tünel açılmıştır. Bu tünel sayesinde aylarca yardımlar ulaşmış. Sırplar bunu fark edince, havaalanı BM tarafından aydınlatılmış. Ondan sonra işler zorlaşmıştır.
Vahşete BM ve bütün ülkeler seyirci kalmıştır. Yapılanları yalnız Boşnaklar değil, biz Türkler de unutmamalıyız. Ticaretimizde, toprak satışımızda, projelerimizde hepimiz uyanık olmalıyız. Karar mercîleri Bosna vahşetini unutmamalı.
Ayrılırken tekrar gelmek için duâ ettim. Oraya yapacağımız her ziyaret, onlara yalnızlığını unutturacak; alacağımız her hediyelik eşya, onların hayata bağlılığını artıracaktır. Namaz kıldığımız camilerde genç Boşnak kızlarını görüyorduk. Savaştan sonra İslâmiyet’in kıymetini daha iyi anlamışlardı. Yokluğun içinde temiz giyimleri, kibarlıkları dikkatimizi çekmişti.
Tüneli gezerken, evin sahibi Side Nine’yle beraber olduk. Yaşlanmış, oldukça yorgun. Yalnız Türkler gelince aşağı iniyor. Torunu Türkiye’de askerî okulda okuyup subay olmuş. Şimdi Bosna’da çalışıyor.
Side Nine’yle gözlerimizle konuşmuştuk. Ayrılırken gözyaşlarımızı göstermemeye çalıştık. Bu gözyaşları, bizi göreve çağıran yaşlar olmalıydı.