ÖMÜR RÜZGÂRINDAN GERİYE KALAN…

Ahmet ZİYLAN

Ömür bir rüzgâr… Eser geçer…

Fakat insan; onu, yavaş çekimde yaşarken, elinden avucundan kayıp gideceğini hissedemez. Çocukken hep çocuk kalacağını, gençken hep dinç kalacağını zanneder.

Ömrün bir dilimi olan askerlik de, ömrün bütününe ne kadar benzer… Hiç bitmeyecek gibi olan askerlik biter, hiç gelmeyecek sanılan tezkere gelir…

Askerdeyken bölükten birinde ciddî bir sağlık problemi tespit ederler. Meselâ kalp romatizması vardır, ciğerinde, beyninde her neyse ileri derecede bir rahatsızlık… Hemen terhis ederler. İster üç aylık asker olsun, ister beş günlük… Arkadaşları, onun öyle erkenden terhis oluşuna özenirler…

Ne garip; ömür boyu çekeceği belki ömrünü kısaltacak bir hastalığı olan bir kişiye, mahdut bir süre az askerlik yaptı diye özenirler, onun yerinde olmayı isterler… Bu hep, kalan sürenin hiç bitmeyecek gibi gelmesindendir.

Son aylarına gelmiştir, asker… Öyle zor geçer ki günler; ocağa yeni gelenlere bakıp;

“Yahu bunlar onca zamanı nasıl geçirecekler. Bu aylar, yıllar nasıl geçecek acaba?” diyerek acır.

Herkes öyledir. Bana da öyle geliyordu.

Ama ömür öyle bir geçer ki, askerlik biter, işe girer, iş kurar, evlenir, çoluk-çocuk sahibi olur, gün gelir evlâdı da asker olur, onun bile terhisi gelir… Akar gider zaman… Eser geçer…

Bir arkadaşımızın Abdülkadir adında bir oğlu vardı. Levent’te askerdi. Yıllar önceki hâdise… Tam otuz sene evvel…

Bana bir mektup göndermiş:

“Ben Abdülkadir SABAHLAR; amca, ben İstanbul Levent’e asker olarak geldim. Moralim çok bozuk, vücudumda da rahatsızlık var, alerji oluyorum hep, ne olur Cumartesi veya Pazar günü beni görmeye gel. Gelirken de İncidal hapı getirebilirsen memnun olurum.”

Yanımıza bir arkadaş bulduk, oraya gittik. Nizamiye’de şöyle altıya altı yahut yediye yedi büyüklüğünde bir oda var. Çay demlemişler. Gelen misafirlere ikram ediyorlar. Askerler de içiyor. Ziyaretine gelen annesiyle, babasıyla, kardeşiyle oturuyorlar.

Biz de geçtik oturduk. Gelip sordular:

“–Amca nerelisin, nereden geldin, kimin için geldin?”

Biz de;

“–Abdülkadir SABAHLAR’ı ziyarete geldik.” dedik. Anons edecekler, çağıracaklar.

Biz Abdülkadir’i beklerken etrafımızda beş-altı askerle oturduk. Başladık sohbet etmeye. Demli bir çay istedim, güzel de bir çay geldi. Başladık askerlikten, sivillikten, dereden, tepeden konuşmaya… Bir müddet geçti, baktım biz Abdülkadir’i beklerken bir başka arkadaşımın oğlu geldi:

“–Ooo, Ahmet Amca, hoş gelmişsin!”

“–Sağ ol, sen de mi buradasın Mehmet? Nereden bildin, benim buraya geldiğimi?”

“–Nereden bileceğim; «Abdülkadir SABAHLAR’ın bir ziyaretçisi geldi. Abdülkadir SABAHLAR, Abdülkadir SABAHLAR…» diye çağırdıklarını duyunca;

«Ziyaretçisi kim, nasıl biri?» diye sordum;

«Kır saçlı, topluca bir amca.» dediler. Ben de Abdülkadir’in arkadaşıyım, kim acaba ziyaretçisi derken, geldim; baktım ki sizmişsiniz.”

Beni tarif eden o kısa ifadeyi duyunca birden ayıldım. Gençlerle sohbete öyle kaptırmışım ki, yıllar öncesine gitmişim, sanki ben de bir askerim. Bu sohbet ettiklerim de benim asker arkadaşlarım…

«Kır saçlı, topluca bir amca!» ifadesini duyunca, ölünün mezara girince ayılması gibi ânîden ayıldım ve gerçek hayata geri döndüm.

Döndüm çocuklara, sordum:

“–Siz kaç doğumlusunuz?”

Cevaplar yakın:

“–Ben 1957 doğumluyum.”

“–Ben 1958 doğumluyum…”

Tebessüm ettim. Az önce kendi arkadaşlarım gibi gördüğüm o gençlerin hepsi, ben askerden döndükten sonra doğmuşlardı.

Biz bir zamanlar askere gelenlere; «Bunlar nasıl bitirecek bu askerliği!..» diye acırken, daha niceleri gelmiş, geçmiş… Biz geldikten sonra doğanlar bile asker olmuş, onlar da bitirecek… Hayat devam edecek…

Bir insan doğuyor, büyüyor, okuyor, tahsil yapıyor, sanat öğreniyor, evleniyor, çoluk-çocuk sahibi oluyor, yaşlanıyor, emekli oluyor, ölüyor…

Üzerinden geçmez sandığı seneler değil asırlar geçiyor… Bir insan hiç olup gidiyor. Torununun çocukları bile bilmiyor adını… Mezarının taşı bile kalmıyor…

Ne kadar hazin değil mi?

İnsan, o mahlûkatın en şereflisi olan varlık, hazmedemiyor böyle silinip gitmeyi…

O hâlde ne yapmalı?

Kalıcı olan ne ise onu aramalı…

Uyanık olmak lâzım. Ne kalıyor geriye? Bir bakalım, geçmiş gitmiş asırların insanından bugünlere ne kalmış?

Evet; eserleri…

Yazdığı bir kitap varsa o kalıyor… Yaptırdığı bir eser, bir hizmet varsa o kalıyor. Yetiştirdiği bir insan varsa, o devralıyor sancağı…

Fânî ne varsa tükeniyor da, bâkî âlem için, âhiret için ne yapmışsa o kalıyor geriye:

Âyet-i kerîmelerde buyurulduğu gibi:

“Sizin yanınızdakiler tükenir, Allah katındakiler ise bâkidir.” (en-Nahl, 96)

“Servet ve oğullar, dünya hayatının süsüdür; ölümsüz olan iyi işler ise Rabbinin nezdinde hem sevapça daha hayırlı, hem de ümit bağlamaya daha lâyıktır.” (el-Kehf, 46)

Geçmiyor sanıyorsak aldanıyoruz. Gitmiyor, kalıyor gibi görünüyorsa gözümüze, o bizim sabırsızlığımızdan, geniş ve uzak bakamayışımızdan… Hani dünya hem ekseni, hem güneşin etrafında döndüğü hâlde, biz onu sabit sanıyoruz ya, tıpkı onun gibi…

Ölüp gidenlere, geriye eserlerini bırakanlara Allah rahmet eylesin. Kalanlara da sıhhat, âfiyet versin, şuur versin Cenâb-ı Allah. Nerede olduğunu, nereye gittiğini bilenlerden eylesin.

Hayır-hasenâta harcanmadıkça, malın-mülkün geçip gittiğini halk irfanı şiirlerle, atasözleriyle hep dile getirmiştir. Meselâ Antep’te dilden dile söylenerek gelmiş:

Sakın meyletme cihâna… / Ne taht kaldı, ne taç Nûşirevân’a… / Nice Süleymanlar, padişahlar geldi geçti cihana; / Ne Kārûn’a kaldı ne Süleymân’a…

Bir başkası şöyle:

Ne ihtimali var cihânın, / Vücudundan çıkınca tatlı cânın / Seni zîr-i zemîne defnederler / Kalır ağyar elinde ehl ü mâlın…

Eser bırakmak demişken, bir hususu da vurgulamak lâzım…

Herkes dünyaya padişahlar gibi dev mâbedler, âlimler gibi her kütüphanede yeri olan vazgeçilmez kitaplar bırakamaz. Herkes yapsa, büyüklüğün, azametin bir esprisi kalmazdı.

Öyleyse insan, amelini küçük görmemeli… Hâlis niyetini, sâlih amelini, düzgün hizmetini bir tohum gibi, saçmalı hayat ırmağına… Balık bilmezse Hâlık bilir onu… Eğer O’nun rızâsına muvâfık olursa, Cenâb-ı Hak, alır o tohumu istîdadını inkişaf ettireceği bir toprağa taşır, yeşertir, dev bir çınar yapar…

Zaten dînimiz de hayır-hasenâtı, hizmeti sadece zenginlerden talep etmiyor. Varlıkta da yoklukta da, genişlikte de darlıkta da infak emrediliyor. «Yarım hurmayla dahî» infak tavsiye ediliyor.

Yarım hurmayla ne olur ki?

Ne işe yarar ki?

Fakat mesele bir işe yaraması değil…

Maksat berekete davet… Ekmeye davet… Ömrün sermayesinden az da olsa bir tohum ekmeye davet… Çalışmaya davet, üretmeye davet…

Ekin ki, bire binler veren başaklar bitsin…

Verin ki, Allah size daha fazlasını versin…

Elinde bir hurma varsa, onu da sadece nefsine tahsis etme, geleceğe yatırım yap. Yarısıyla olsun yatırım yap.

Allah bereket versin o yarım hurmaya, o minicik tohuma…

Öğretmensin, bir çocuğa emek verirsin; sen görmezsin semeresini… Yıllar ve yıllar sonra, o verdiğin eğitim öyle bir yerde, öyle bir meyve verir ki âhiret mîzanını doldurur.

Yazdığın bir cümle, bir kütüphanede, bir sahafta bir gözden bir yaş getirir, bir gönle bir karar aldırır, senin amel defterine de bir muazzam kayıt düşülür…

Ümitsiz ve aceleci olmamak lâzım… Küçük görmemek lâzım.

Allâh’ın nûrunu tamamlayacağına îmânımız tam değil mi?

İstanbul’u fethe gelip boynu büyük geri dönen, ashâb-ı kiramdan Türk akıncılarına, sekiz buçuk asırda nicelerinin mânevî ecri yok mu o fetihte? Fethini görmediler ama inandılar o müjdeye, çalıştılar. Fatih Sultan Mehmed, o gayretlerin son halkası olmakla müşerref oldu…

Bizzat dinlediğim böyle yıllar sonra yeşeren bir tohum misâlini anlatayım sizlere:

Kazakistan’a gittiğimizde bir okulun müdürü bizi davet etti. Okula gittik. Derslerin olmadığı bir gün. Otuz-kırk tane hocayı davet etmiş, iki sıra durmuşlar yirmi kişi bir tarafta, yirmi kişi bir tarafta, biz geleceğiz diye merasim yapıyorlar.

Biz kimiz ki!

Hiçbir şey.

Fakat; «Bunlar Türkiye’den gelmiş.» diye itibar gösteriyorlar.

Okulu gezdik. Gayet güzel, Kur’ân eğitimi…

Müdürle sohbet ederken sordum:

“–Peki, siz sadece beş senedir hürsünüz. Senin yaşın da altmış-altmış beş var… Dînî duyguların gelişmesi için oldukça ileri bir yaş… Sen bu yaştan sonra dînî hissiyatı nereden aldın. Eskiden beri böyle miydin? İslâm’a meyilli, İslâm’ı düşünen, İslâm’ı yaşayan birisi miydin? Yoksa sonradan mı oldu?”

Cevabı, üzerinde çok düşünmemiz gereken ipuçları taşıyordu:

“–Benim Türkiye’de akrabalarım vardı. Türkiye’ye gittim. Niyetim sadece akrabalarımı ziyaretti. Öyle dînimi öğreneyim gibi başka hiçbir maksadım yoktu. Zeytinburnu’nda akrabalarımı buldum. Evlerinde beni misafir ettiler.

Sabah namazı vakti, önce bir yerden «Allâhu Ekber! Allâhu Ekber!» diye bir ses geldi. O bitti başka bir yerden geldi. O bitti başka bir yerden geldi. Belki beş-altı sefer üst üste bu ezan sesleri kafamın içinde yankılandı, kalbimden vurdu beni. İçimdeki tohum açığa çıktı. O yıllardır saklı tohum vasatını buldu ve filizleniverdi.

Ben çocukken pek de anlamıyordum. Fakat babam bana telkin mâhiyetinde namaz sûrelerini, dînî mâlûmatı anlatıyordu. O «Allâhu Ekber!» sadâsı hepsini canlandırıverdi. Çocuklukta hiçbir şey hissetmiyordum. Düşünmüyor, akletmiyordum. Unutmuş gitmiştim… Fakat o sabah ezanıyla aklım başıma gelince, her şeyi tefekküre başladım. Babamın anlattıkları kalbimde yeşerdi. O andan sonra İslâm’ı yaşamaya ve yaşatmaya başladım.”

Evet, komünizmin kasıp kavurduğu bir ortamda, ümidini kaybetmemiş bir baba… Pek oralı görünmese de, evlâdının kalbine yıllar sonra filizlenecek îman tohumlarını atmış…

O çorak ve kıraç ortamda dahî Cenâb-ı Hak, hâlis niyetle yapılan sâlih amelin meyvesini vermiş.

İşte o babanın ömrü, boşa gitmedi… Bedeni toprak, ismi tarih oldu fakat geriye memleketinin mâneviyâtını kalkındırmak için okul açan, dağ gibi bir evlât kaldı…

Evet, bir yel gibi geçip gidiyor ömürler…

Bir nehir gibi akıp gidiyor…

İrfan gözüyle görüp söylemeli:

Gafil olma ey kardeşim sen de yap bir eser… / Eserin olmazsa yerinde yeller eser…

Fakat kalp gözüyle bakılırsa, bir şeyler taşıyor bu akış… Niyetlerimizi, amellerimizi, eserlerimizi…

Cenâb-ı Hak, ömürlerimize bereket ihsan eylesin… Çalışmalarımızı, gayretlerimizi, kalıcı sâlih amellerden eylesin.

Âmîn…