NİYET HAYIR, ÂKIBET HAYIR

Ahmet ZİYLAN

Sene 1962…

Birkaç iş teşebbüsünden sonra, dükkânı kapattık. Önce İstanbul’a gittik. Orada yerleşme, çalışma imkânını araştırdık. Baktık ki İstanbul’da henüz durum bize göre değil. Bir-iki ay kaldıktan sonra tekrar Antep’e döndük.

O zamanlar Antep’te ayakkabıcılıkta dört esnaf var:

Kunduracılar,

Yemeniciler,

Sandalcılar,

Takunyacılar.

O zamanlar biraz işleri iyi giden yemenicilerden birisi, Durdu ÖZKESKİN, kundura yapmaya heveslenmiş, kunduracı usta ve kalfalarını yanına almış, güzel bir de atölye açmış. Bazı yakînen tanıdığımız arkadaşlarımız da onun yanına girmiş çalışıyorlar.

Ben de iş yerini kapattığım için boş duracak hâlim yok. Kalfalık yapmayı düşündüm;

“–Bize de iş verir misin?”

“–Veririm.” dedi.

Ben bu tarihte üç işyeri açmış, kapatmış; birinde sekiz ay, ikincisinde bir buçuk sene, üçüncüsünde iki sene ustalık yapmışım. Yani işveren olarak çalışmışım. Her birinde de birtakım tecrübelerim olmuş. Fakat son durumda, işlerin pek iyi gitmediği dükkândan mal sahibiyle anlaşamayarak çıkmak zorunda kalmışım, işi kapatmışım. Şimdi yeni bir dükkân açmıyorum; «boş duracağıma gideyim şunun yanında kalfalık edeyim.» diyorum.

O adamın yanında benim durumumda olan beş-altı tane daha eski işveren, yeni kalfa var.

Kalfalığa girerken kendimi suçlu hissediyordum. Daha evvel işveren olan birinin, bir başka yere kalfa girmesi kolay değil. Eğer konuşacak, akıl verecek olsam; «Beceriksiz, bir şey bilmez, bir de üstüne konuşur.» diyecekler gibi geliyor. Bu sebeple «Bu adamın yanında konuşmayacağım, kimseye akıl vermeyeceğim.» diye kendime söz verdim.

O zaman kendimi kötü hissetmeme yol açan bir şey daha oluyor. Hepimiz diğer kalfalarla birlikte sabah aynı saatte geliyoruz. Aynı sayıda iş alıyoruz. Akşam hemen hemen hepsi benden evvel bitiriyor. Sanki ben eli ağır bir adammışım gibi her gün yarım saat, bir saat geç bitiriyorum. Bundan da kahroluyorum. Acaba onlar mı işin hakkını vermiyor diye aklımdan geçmiyor değil, fakat başkasının işine bakmak, ilgilenmek de ayıp. İki yönden de kahroluyorum.

Müessesenin sahibi Durdu ÖZKESKİN çok cömert bir adam. Normalde öğle yemeği çalışanlara ait. Ama neredeyse iki güne bir, fırında çok leziz yemekler yaptırır, bize izzet-ikram eder. İştahla yeriz. Yemeğini yiyoruz, ikramını görüyoruz. Benim içimde bir ukde var. Adamın işleriyle ilgili söylemek istediklerim var, kendisine işiyle ilgili bazı uyarılarda bulunmak istiyorum. Ama kendime verdiğim sözüm var;

«Ben, hiçbir şey konuşmayacağım.» dedim, fakat düşündüm:

“Bu adamın nimetini, yemeğini yiyoruz. Şu görüşümü adama söyleyeyim.”

“–Durdu Usta, sana işlerin hakkında bir şeyler söyleyeceğim. Benim bir şey söylememeye ahdim vardı ama senin ikramların, cömertliğin için sözümü çiğneyeceğim, görüşlerimi sana aktaracağım.”

“–Nedir suçum?” dedi.

“–Bak, suçun yok sadece birkaç tane eksiğin var. Bize hürmet ediyorsun sağ ol. Bunun için teşekkür ederiz. Fakat sadece bize hürmet etmiyorsun. Çok sehâvetlisin. Dışarıdan geliyorlar, görüyorum senden 20-25 çift ayakkabı alıyorlar. Benim hesaplarıma göre sen bir ayakkabıdan 2 lira para kazanıyorsun. 25 çift alsalar 2 liradan 50 lira para kazanıyorsun. Sonra müşteri diyor ki sana:

«–Babamın selâmı var. Babam senden ayağına bir çift ayakkabı istiyor.»

«–Canı sağ olsun. Benden selâm söyle. Al şu ayakkabıyı ver.» diyorsun. Verdiğin ayakkabı 30 lira. Senin 50 liranın 30’u gitti. Akşam oluyor. Bir de alıp bunları yemeğe götürüyorsun. 25 de oradan gitti. Sen hep bunu yapıyorsun. Onlar da alışmışlar. Kendi satmaya götürdüğü ayakkabıdan bir çift babasına verse ya? Seni soyuyorlar. Sen para kazanıyorum zannediyorsun, müşteriye hürmet ediyorum zannediyorsun, fakat pek öyle para da kazanmıyorsun. Sattığın fiyatı biliyorum, boşa çalışmış oluyorsun.

Biz paramızı alıyoruz. Bunu söylemek bana düşmez. Ben de söylemeyecektim ama senin bu yaptığın hürmetten dolayı seni uyarmak istedim.”

Düşündü:

“–Yok, senin de bilmediğin şeyler var.” dedi.

“–Nedir bilmediğim şey?”

“–Ben derileri çift kullanıyorum. Senin o gördüğün güzel deri var ya, o derinin arkasına başka deri alıyorum. Arka tarafa başka, ön tarafa başka deriden kestiriyorum. O yüzden senin hesapladığından bir lira fazla kazanıyorum. Allah bereket versin, bir şeyler kalıyor.” dedi.
Ben dedim ki:

“–Ben o yoldan çok geçtim. Sen öyle sanırsın. O derinin güzel yerlerini kesince kalan parçalarını ne yapıyorsun? Atıyor musun? Mecburen yine keseceksin. Sen oradan kazanıyorum zannediyorsun. Ama çıkmaz. Sen nasıl istersen öyle yap. Ben söyledim, benden vebal gitti. Eğer gelecekte bir şey olursa söylemediğim için kahrolmam.”

“–Yok, sağ ol!” dedi. Teşekkür etti. Lâfı bitirdik.

Bunu şunun için anlattım. İçimizde teşebbüs rûhu var. Şimdi girişimcilik diyorlar ya. Ben de müteşebbis/girişimci bir insanım. «Salla başını, al maaşını!» diyemiyorum. Eksikleri görüyorum, düzeltmek istiyorum. Haksızlıklara dayanamıyorum. Daha iyi, daha verimli, daha düzgün olsun istiyorum.

Bir süre sonra kendi işimizi kurmak üzere, Durdu Bey’in yanından ayrıldık. Ayrılırken âdettir, helâllik istedik. Baktım o da bana ısrarla; «Hakkını helâl et!» ediyor. Sordum:

“–Helâl olsun da, ben çalıştım paramı aldım. Hiçbir alacağım da kalmadı. Böyleyken niye içten bir şekilde; «Hakkını helâl et!» dedin, merak ettim?”

“–Yok” dedi, “Senin bildiğin gibi değil! Ben her sabah size yapacağınız sayaları (ayakkabı yüzlerini) veriyordum. Akşam da yaptığınız işlere bakıyordum. Arkadaşlarına kötü saya verirsem, iş de kötü geliyordu. Sana ise sayanın kötüsünü de versem iyisini de versem, sen ne yapıyor ediyor, iyi ayakkabı çıkarıyordun. Ben bunu görünce sabahları sayaları seçip, kötülerini sana vermeye başladım. Bu yüzden hakkını helâl et diyorum.”

Bu açıklamayı işitince anladım ki, işimi diğer kalfalardan yarım saat, bir saat geç bitirmemin sebebi bu imiş. Fakat adama da kızmadım. Çünkü kimin işini yaparsam yapayım, en iyisini yapmak mecburiyetinde olduğumu hissederim. Hep bozuk, uğraştırıcı sayaları bana verdiğini bilsem de yine elimden gelenin en iyisini ortaya koyardım.

Neyse biz freze işini kurup, ayakkabıcılardan taban freze işi almaya başlayınca, Durdu Bey de işlerini bize getirir oldu. 7-8 ay geçti, yaptırdığı işlerden dolayı 70-80 lira da borcu birikmişti. Bir gün geldi;

“–Bir çay söyle!” dedi. Çay söyledim, içtik. İçerken dedi ki:

“–Ben iflâs ettim.”

“–Biliyorum.” dedim. “Er-geç neticenin böyle olacağını biliyordum.”

“–Sen beni bir zaman uyardındı. Kaale almadım. Fakat iflâs ettim. Ne yaptım biliyor musun?”

“–Ne yaptın?”

“–Malzemeciye gittim. Nasıl olsa şânım, şöhretim iyi. Adam bana;

«Al, al!» diyor. Ben alabildiğim kadar aldım, götürdüm. Nasıl olsa peşin ödeme yok. Ötekine gittim, berikine gittim. Birisi anladı da malı az verdi. Hepsini başka bir yere topladım. «Niye böyle yaptın?» dersen; dışarıya çok borcum var. «Varsın, borcum sadece malzemecilere olsun. Onlar zengin.» diye düşündüm. Bir-iki gün sonra da iflâs ettiğimi ilân ettim. Sana da şimdi söylüyorum, haberin olsun.” dedi.

“–O, aldığın mallar, borçlarını kapatır mı?” diye sordum.

“–Kapatmaz. Daha borçlu kalırım.” dedi.

Ben de dedim ki:

“–Keşke bunu yapmadan evvel gelip bana sorsaydın, istişâre etseydin. Yanlış yapmışsın.”

“–Niye yanlış yapmışım? Ben o malzemecilerden aldım aldım çalıştım, sayemde çok para kazandılar. Şimdi de ne yapayım, olursa veririm, olmazsa veremem.”

“–Bak, niyetin hiç hoş değil. Sen ödememek üzere mal almışsın! Hâlbuki o malları alacağına, adamları çağırsaydın dükkânına; deseydin ki;

«Arkadaşlar, bakın ben sandalyemde oturuyorum. Hiçbir şeyim yok. Hesap ettim ki, filâna filâna borcum var. İki senedir çalıştığımdan şu kadar zarar etmişim, içerideyim. Ne yapacağımı şaşırdım. Siz ne derseniz ben öyle yapacağım. İsterseniz yerime geçin oturun, isterseniz beni alın, isterseniz öldürün. Aldığınız karara râzıyım.»

Eğer böyle yapsaydın, onlar seni çalıştırırlardı; «Bu adam dürüst.» der ufak tefek yardım ederlerdi.

Artık dürüst bir adam değilsin. Sen, külliyetli miktarda mal almışsın, üç gün sonra da iflâs etmişsin. Senin bu malı kaçırdığını herkes biliyor.”

“–Evet kaçırdım ama eski borçlarımı verdim. Sağa-sola az borcum olan yerler vardı. Onlarla ne yapacağım? Onları ödedim, aksi hâlde yapamazdım…”

“–Madem alacakları var, onları da çağırırdın o gün oraya… Herkes borcu paylaşırdı. Senin de şerefine leke gelmezdi. Seni de çalıştırır, ayakta tutarlardı. Fakat bundan sonra senin hayatta artık basacak yerin yok.”

Hakikaten de dediğimiz gibi oldu.

Bu adamın bu hâdiseden sonra hayatta basacak yeri hakikaten olmadı. Son zamanlarında maalesef yardıma muhtaç hâle geldi.

Adam cömerttir, iyidir; önemli değil.

Ölçü şu:

«Kim kazandığından fazla harcıyorsa; er-geç ahlâksız olur.»

Nasıl ahlâksız olur?

Önce birkaç kuruş kazanır ona göre harcar. Ondan sonra kazancı düşer, o harcamasını gözetmez yine önceki gibi harcar. Bu sefer borçlanır. Borçlanınca borcunu ödeyemez, kendini de frenleyemez. Bu sefer borcunu ödemek için başkasından borç alır. Borç devam eder, her gün biraz daha çoğalır.

Bu sefer ne yapar?

En sevdiği adamın yanına gider, bile bile onu kandırır. «Bana şunu şunu versene, bir ay sonra veririm, on beş gün sonra veririm» der.

İşte borcunu vermeyen, vermemek niyetiyle borç alan bir adam da artık ahlâksızdır.

Niyet bozuksa âkıbet de bozuk oluyor, niyet hayırlıysa âkıbet de hayırlı…

Bizim freze işine girişimiz, iyi niyetli bir proje ile başladı…

Kalfalık yaptığımız o günlerde…

Bir kooperatif projesi… Kendisi başlamadan biten fakat geleceğe çok güzel bir temel olan proje…

Nedir projenin muhtevası?

Antep’teki ayakkabı üzerine çalışan insanların ortak olacağı bir fabrika…

Ayakkabıcıların ihtiyaç duyduğu freze, makine dikiş işlerini yapacak. Devamı gelecek, meslektaşların dayanışmasından kuvvet bulacak bir proje…

O zaman hesap ettik. Antep’te iki yüz tane ayakkabıcı var. İki yüz tane de köşker var. (Köşkerler, köylü ayakkabısı, yemeni yaparlar. Şimdi onlar da ayakkabıcılığa döndüler.) Toplam dört yüz tane. Bu dört yüz iş sahibinden yarısı, iki yüz tanesi teklifimizi kabul etse ve bize fazla değil, altı üstü yedi çift ayakkabı parası demek olan 200 TL verse, 40.000 TL para eder. Bu parayla bir kooperatif şirketi kurarız.

İstanbul’dan bir fora, bir freze, bir de gazuma makinesi (kenar dikiş makinesi) sipariş ederiz. Bu üç makineyi seksen bin liraya veriyorlar. Kırk bin lirası peşin olursa kalan kırk bin lirayı da bize yirmi ay taksit yapacaklar.

İki yüz esnafın vereceği, 200 TL katılım/ortaklık parası ile 40.000 TL makine peşinatı tamam. Sonrasında her ayakkabıcı bize günde iki çift iş verse -ki daha fazla da verirler- 400 ayakkabı eder. Bunun dikişi, taban frezesi, 150 kuruşa yapılıyor. Sadece dikiş olsa, 75 kuruş. 400 değil 200 çift gelmiş olsun; 75 kuruştan günde 150 TL kazanır. Fazlası olur, eksiği olmaz. İşçilik, masraf çıktıktan sonra, taksitlerimizi rahat rahat öderiz. Yeni projeler için de para artırırız.

Çok güzel, verimli bir proje ürettik, yazdık. Ayakkabıcılar Esnafı Başkanı Bilal KÂHKECİOĞLU’na gittik, anlattık. O da sıcak baktı;

“Esnafı bir dolaşalım, fikir alalım.” dedi.

Birlikte dolaşıyoruz, projemizi anlatıyoruz, soruyoruz. İlk gittiğimiz adam;

“Çok şâhâne bir proje!” dedi.

Çünkü 200 lira verecek, ortak olacak. Zaten ayakkabıcı esnafı bu işleri, dışarıdan gelmiş bazı yerlere yaptırıyorlar. Şimdi kendi kooperatiflerine yaptırmış olacaklar. Kazancı kendilerine dönecek.

İkincisine gittik:

“Çok iyi.” dedi.

Üçüncüsüne gittik:

“Benim fazla aklım yetmez. Herkes verirse ben de veririm.” dedi.

Dördüncüsüne gittik, tahsili olmayan, fakat o sıralar benden daha iyi iş yapan bir usta. Mânâlı mânâlı baktı şöyle;

“–Sen bunu niye yapacaksın?” dedi.

“–Yahu esnaf şikâyetçi. En tatlı kazanç şimdi bu fora, freze işlerinde. Birileri gelmiş, bu işi yapıyor, kazanıyorlar. Biz de diyoruz ki, esnaf ortaklaşa bu işe girsin, kendisi kazansın. Projenin devamında malzemecilik var, site var, daha neler neler var. Üç-beş sene yürütürsek neler çıkıyor! Birlikten kuvvet doğacak, hep beraber kalkınacağız… Böyle bir proje.”

Dedi ki:

“–Sen esnafı kalkındıracaksın, öyle mi?”

“–Evet, niyetimiz öyle.”

“–Sen kendini kalkındıramadın da, esnafı kalkındıracaksın, öyle mi? Önce sen seni kalkındır! Doğru dürüst bir baltaya sap olamadın. Başka kandıracak adam bulamadın da bizi mi gelip kandıracaksın? Biz de öyle kandırılacak enayi suratı var mı?” dedi.

Şimdi söylese belki o kadar ağrıma gitmez. Ama o zaman yıkıldım âdeta. Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Bir cevap da vermedik. Adam kendince doğruyu söylüyordu. Ama bizim niyetimiz gerçekten esnafı kandırmak değil kalkındırmaktı. Fakat o zamana kadar kendimizi ispat edecek bir iş ortaya koyamadığımızdan, bu cahil adam itimat etmiyordu. Biz de cahil adam demedik, sözleri çok dokundu.

Esnaf başkanı Bilal KÂHKECİOĞLU, beni aldı götürdü. Yazlık bir kahve vardı, orada çay içirdi, teskin etti;

“–Yahu” dedi, “Bu freze, fora, gazuma işlerinden, en az maliyetlisi hangisi?”

“–Freze…”

“–Ee kendin yapsana şu işi!..”

İşte kooperatif projemiz başlamadan biterken, iyi niyetimizin karşılığı olarak bizim kalkınmamızın başlangıcını teşkil eden freze hikâyemiz başlıyordu.

Sonra biz, elhamdülillâh belli bir yere geldik. Bize esnafı kandıracaksın diyen o adam, bir süre sonra dükkânı bırakmak mecburiyetinde kaldı. Nihayet İstanbul’a göçtü. İstanbul’da bir eskicilikte çok perişan vaziyette öldü.

Çünkü cahildi, bir şey bilmiyor, bilmeden konuşuyordu. Biz ise gençtik ve hâlimiz vaktimiz yerinde değildi. O adam o cahilce sözleriyle, o projenin akāmete uğramasına sebep oldu. Esnaf başkanı ve diğer destek olanlar ise, kendimizin freze işine girişimizi kolaylaştırdı.

Demek ki gençlerin hayallerini yıkacak, peşin fikirli, şüpheci, art niyetli eleştirilerden uzak durmak lâzım. Müteşebbis ruhlu insanları desteklemek lâzım.

İster imam, ister esnaf, isterse sanayici… kim olursa olsun; «Nasıl yaparsam daha iyisini yaparım?» düşüncesinde olmalı. Sadece kendine değil, herkese nasıl faydalı olurum, niyetini taşımalı.

Niyet çok mühim…

Niyetsiz namaz olmuyor, zekât yerini bulmuyor.

Ameller, davranışlar ve bunların karşılığı, neticesi niyetlere göre şekilleniyor…

İyi niyete, mükâfat…

Kötü niyete ceza…

Niyet hayır olursa; âkıbet de Allâh’ın izniyle hayır olur, hayırlı olur. Art niyetler, kötü düşünceler, şerli bakışlar ise şerri çeker, insanı kötü bir âkıbete yuvarlar.

Bu da hâdiselerin bize öğrettiği bir başka prensip…