ASIL KİME ACIMALI?

Ahmet ZİYLAN

Bu dünya, imtihan dünyası…

Cenâb-ı Allah, sayamayacağımız nice nimetler veriyor, sıhhat veriyor, rızık veriyor, mal veriyor, evlât veriyor…

Şükrümüzü sınıyor…

Bunun yanında kimimizden bunları biraz kısıyor, eksiltiyor, mahrum ediyor… Kimine evlât vermiyor. Kimini fakir kılıyor. Kiminin sıhhatini eksiltiyor.

Sabrımızı sınıyor…

Hayat, bu iki imtihandan ibaret bir mânâda…

Sabır ve şükür imtihanı denince; benim aklıma çocukluğumdan tanıdığım, mahallemizde yetişen, benden on iki yaş küçük Mehmet ÇERÇİ gelir…

Mehmet; çok cevval, hareketli, yaman bir çocuktu. Fakat takdirin işi, çocukluğunda bir kaza geçirdi. Ayağının üstünden belediye otobüsü geçti. Ayağının birini dizden itibaren kestiler.

Dedim ya, çok hareketli çocuk… O hâliyle tek bacağının üstünde sek sek her yere koştururdu. Çok taşkın, yerinde duramayan bir hâli vardı.

Ona derdim ki:

“–Yahu senin ayağın kesikken yerinde duramıyorsun, ayağın kesik olmasa kim bilir ne yapardın?”

“–Minareye dışından tırmanırdım abi.” diye cevap verirdi.

Her çocuk gibi, Mehmet de büyüdü. Ne iş yapar, bir ayağı kesik adam? Oturarak yapılan bir iş bulalım, dediler.

Sayacı derler. Ayakkabıcılık tabiri… Ayakkabının yüzünü, üst kısmını dikenlere bu ad verilir. Bunlar oturduğu yerde, makinede diktikleri için bu işi Mehmet’e münasip gördüler. Zamanla ayakkabının üstünü diken sayacılar da, altını diken kalfalar da mesleğin tamamını öğrenip ayakkabıcı olur zaten…

Bizim Mehmet de sonunda işini geliştirdi, ayakkabıcı oldu. Zaten zekâ yerinde. Hâlen sağ… Şu anda Antep’in 10 iyi ayakkabıcısından birisidir. İslâm’ı aşkla yaşayan sevdiğimiz bir arkadaşımızdır.

Bundan otuz sene evveldi.

Mehmet ÇERÇİ, satamadığı ayakkabıları almış, İstanbul’a getirmiş. Bizim de bir yazımızda anlattığımız Ankara’ya ayakkabı götürüp satma hikâyemiz gibi…

Ayakkabıları getirmiş, bir yere koymuş, bizim dükkân da o zaman Gedikpaşa’da ayakkabıcıların içinde. Bizi tanıdığı için, bizim dükkâna nümûneleri getirmiş, götürüp getirip sağa-sola satıyor. Satmak için uğraşıyor. Biz de ayakkabıcılığı bildiğimiz için onun çilelerini çok iyi biliyoruz. Çilesi ne?

Cumartesi olunca; işçileri var, sayacıları var, daha nicesi var… Hepsine para dağıtması lâzım. Herkesin ihtiyacı var, kolay değil…

Ayağı dizden kesilmişti demiştik. Baston-değnek kullanmıyor. Protez ayak takmışlar, onunla yürüyor. O günlerde, ayakkabıları satacağım da, işçi parası çıkaracağım diye koştururken başına bir iş gelmiş. Bizim dükkânın önündeki yol çamurlu hâlde. Taşlar atılmış, çamurdan kurtulmak için. O da basmış, taş oynayıverince düşmüş, protez ayak kırılmış.

Dükkâna geldim. Baktım takma ayağı kayışlarından sökmüşler. Tahta çatladığı için iki tarafına iki sac koyuyorlar, sacları delmişler, kenarlarından çivileyecekler, yani sağlam bir şekilde tutturacaklar filân, tamir ediyorlar. Ama Mehmet tatmin olmadı:

“–Bu olmadı, olmaz. Çok hassas bu iş. Şimdi ben bununla gezerken, bir yerde tekrar düşerim, tam dengeli olmadığı için. Bu sefer ya başım, ya kolum kırılır, daha kötü olur.” dedi.

“–Ne yapacaksın?” dedim.

“–Bunu Hacettepe’de yaptırdım. Ben Hacettepe Hastanesinin müşterisiyim. Orada bunu yirmi günde tekrar tekrar prova ederek yaparlar, eksiklerini telâfi ederler, tam bana göre yaparlar. Oraya gitmezsem hiçbir yerde yapamazlar.” dedi.

Öyle dedi ama beni aldı bir düşünce:

“–Buraya zaten sıkıntısı olduğu için geldi. Ayakkabı satmaya geldi, Bir sürü paraya ihtiyacı var. Antep’te işler öylece kaldı. Şimdi bir yirmi gün daha!”

Beni duymuş gibi;

“–Başka çarem yok, yoksa daha kötü şeyler olacak.” dedi.

Kendi gitti; ayakkabıları, koyduğu yerde kaldı, nümûneleri bizim dükkânda kaldı. Ben gittim, Sahaflar Çarşısı’ndan üç-beş tane dînî kitap aldım. Ankara’ya gidince yirmi gün, dükkânı düşünür, işçileri düşünür, benim düşündüklerimi düşünür, helâk olur; diye düşündüm. İyisi mi bu okumayla kendini teselli etsin. Hem vaktini değerlendirsin, hem efkârlanmasın… diyerek kitapları da çantasına koydum.

Aldık, götürdük, Topkapı’dan otobüse bindirdik. Gönderdik Ankara’ya.

Ankara’ya gitti. Aradan üç-dört ay geçti. Tekrar ayakkabı satmak için İstanbul’a geldi. Adam orada protezin tamirini yaptırmış. Şimdiki gibi cep telefonları yok. Sonrasını bilmiyoruz… Ben gönderdiğim hâliyle biliyorum. Dedim ki:

“–Yahu Mehmet, ne yaptın, nasıl geçti? Yirmi gününü nasıl geçirdin? O verdiğim kitapları okudun mu? Çok fazla sıkıldın mı?”

Böyle ısrarlı ve üstüne düşerek sorular sorunca; bana dikkatli dikkatli baktı;

“–Hacı abi, ben sana bir şey söyleyeyim mi? Sen bana acıyorsun ha!” dedi.

Düşündüm:

“–Doğru söylüyorsun, acıyorum. Senin durumunu, ayağının hâlini biliyorum. Bu şekilde hâlâ mücadele verdiğin için sana acıyorum.” dedim.

“–Zaten hissettim ben… Ama gel sen bana acıma!” dedi.

“–Niye?” dedim.

“–Buradan Ankara’ya Hacettepe’ye gittim ya. Ayağımı söktüler, bir kenara attılar. Ama -bilirsin- ben çocukluktan alışkınım, sek sek gezmeye… Sek sek tek ayakla öbür pencerenin yanına gidiyorum. Yemek yemeğe gidiyorum, tuvalete gidiyorum, parka-bahçeye iniyorum, canım sıkılınca buraya geliyorum. Yirmi gün öyle yatak hapsine düşmedim. Elimle yemeğimi yedim, tuvaletime gittim, suyumu içtim, gazetemi-kitabımı okudum, her şeyi yaptım.

Fakat benim yolumun üstünde bir adam vardı. İki ayağı yok, daima oturuyor. Zavallı tuvaleti gelse;

“Beni tuvalete götürün.” demek zorunda. Bazı yemek veriyorlar, önüne yemek koyuyorlar. Ben gelip geçerken hep onu görüyor, üzülüyordum. Doğrusu hâline acıyordum.

Sonunda dayanamadım, adamın yanına oturdum:

“–Adın ne hemşerim? Necisin, ne yaparsın, ayağına ne oldu?”

Anlattı:

“–Benim iki ayağım Kıbrıs Harbi’nde gitti. Ben askerdim.”

“–Eee?”

“–İşte o zamandan beri böyleyim. Böylece oturuyorum. Önüme getirirlerse yiyorum, getirmezlerse bir şey diyemiyorum. Gazete okuyorum…”

Ben de senin bana acıdığın gibi, ona merhametle;

“–Yahu zor senin işin be…” diyecek oldum.

Hemen;

“–Ne o, bana acıyor musun?” dedi.

“–Acıyorum ya, nasıl acımayayım, bir yere gidemiyorsun, hareket imkânın yok…”

“–Yok canım. Benim neyime acırsın. Elhamdülillâh, şükür. Benim bir tanıdığım var. İki ayağı olmadığı gibi, iki eli de yok. Ağzına bir şey verirlerse yiyor, vermezlerse yemiyor. Su verirlerse içiyor, vermezlerse içemiyor. Eliyle tutup gazeteyi okuyamıyor, kitap okuyamıyor, bir şey yapamıyor.

Benim ayaklarım yok ama, oturduğum yerde yanıma koyuyorlar yemeğimi yiyorum, suyumu koyuyorlar içiyorum, meyvemi koyuyorlar yiyorum. Gazetemi koyuyorlar, onu bırakıyor, onu alıyorum. Sen benim neyime acıyorsun?

Benim neyim var ki, şükür. Sağlıklı olanların bu nimetlerden haberi yok. Âzâları sağlam olanların bunlardan haberi yok. Şikâyeti onlar yapıyorlar.” dedi.

Bizim Mehmet, bunu anlattıktan sonra ekledi:

“–Neymiş? Arabası Mercedes değil de Opel’miş. Neymiş şu şöyle değilmiş de böyleymiş. Fındık kabuğunu doldurmayacak meselelerden kahrolup gidiyorlar. Bizim bir şikâyetimiz yok, bize acıma hacı abi!” dedi.

Mehmet’in anlattıkları üzerine düşünelim:

Hakikaten asıl kime acımalı?

Eli olmayan, kolu olmayan, bacağı olmayana mı?

Yoksa şükrü olmayana, sabrı olmayana mı?

Allah, nimetlerinin kıymetini, kaybetmeden bilen kullarından eylesin.

Dillerimizi şikâyete alıştırıyoruz. Daima eksiğe odaklanıp onu konuşup duruyoruz. Yokları dert edinmekten, varların şükrünü edâ edemiyoruz.

Çeşit çeşit ikramlarla donattığımız soframıza oturan misafir, hani bu peçetenin deseni, hani çorbanın biberi diye başlasa şikâyete, ne deriz?

«Nankör!» deriz.

Allah bize varlık vermiş…

İnsan olarak yaratmış…

Hayat vermiş…

Sıhhat vermiş…

Huzurlu bir aile vermiş…

Müslüman bir ana-baba vermiş…

Hür bir vatan vermiş…

Lisan vermiş…

Göz vermiş…

Rızkımıza kefil olmuş…

Akıl vermiş, kabiliyet vermiş, güç vermiş, kudret vermiş…

Ekmek vermiş, su vermiş, meyveyi, sebzeyi, mahlûkatı emrimize âmâde eylemiş…

Biz bunca nimetin, sayılamayacak kadar çok, bunca ikramın birinde, biraz eksik var diye feryadı koparıyoruz. Şikâyetleniyoruz. Hiçbir şeyimiz yokmuş gibi davranıyoruz.

Bu hem sabırsızlık, hem şükürsüzlük…

Üstelik, insan böyle yaparak aynı zamanda bir de huzursuzluk yaşıyor. Hâlbuki sabretse, hâline şükretse, onun huzuru bambaşka…

İşte o huzuru, sağlamlar idrâk edemiyor da ne gariptir ki,

Mahrumlar biliyor…

Hastalar biliyor…

Bilmeyenleri de var. Allah korusun; «Niçin ben!» diye isyana düşenler de var.

Diğer tarafta, bir eksiği olmadan şükretmeyi bilenler de var.

Cenâb-ı Hak bizleri onlardan eylesin…

Bizlere nasip edeceği nimeti, şükrüyle beraber ikram eylesin. Takdirde olup da başımıza gelecek musîbeti de sabrıyla birlikte lutfeylesin…