İsraftan Kaçınmayı, Fedâkârlığı, Hizmeti… ÇOCUKLARIMIZ NASIL ÖĞRENİR?

Ahmet ZİYLAN

Dükkânda oturuyorum, komşudan bir ses geldi.

Bir gürültü-parıltı… Kavga olduğu belli.

Fakat komşu olunca biz de ilgilenmek zorunda hissettik kendimizi. Dışarı çıktık. Ne oluyor ne bitiyor görmek, gerekirse ayırmak, barıştırmak için komşuya gittik. O da bizim gibi ayakkabıcı.

Bir de baktık ki annesiyle kavga ediyor. Birbirlerine bağırıp çağırıyorlar, sesleri ta benim dükkâna geliyor.

Dedik:

“–Yahu hayırdır, anne-oğul böyle kavga mı eder?”

Annesi lâfı aldı:

“–Ben bunu keşke doğurmaz olaydım!”

“–Hayırdır teyze?”

“–Bana bir çift ayakkabı vermiyor. İstiyorum…” dedi.

Oğlan savunmaya geçti:

“–Anne niye öyle söylüyorsun? Ben sana daha 15 gün evvel bir ayakkabı vermedim mi, ondan bir ay evvel yine ayakkabı vermedim mi? Niye ayakkabı vermiyor diyorsun?”

“–Bir tane daha versen kıyâmet mi kopar? Sen avradına her hafta ayrı bir ayakkabı giydiriyorsun. Ben gelince; «Daha 15 gün evvel almadın mı, bir ay evvel almadın mı?» diyorsun, utanmıyor musun sen?” dedi.

İşin arkasında kaynana-gelin kıskançlığı varmış… El-âlemin içinde kavga gürültü, rezâlet… Oğlunun da vermek istememesi haklı… İsraf…

Neyse biz komşumuza; «Yahu yapma, annen işte, gönlünden geçmiş…» diye nasihat ettik. Oğlan da bir ayakkabı verdi, hâdise bitti…

Biz de dükkâna döndük. Fakat beni bir düşünce aldı. Dedim ki kendi kendime:

“Yahu ben anama iki, belki üç senedir ayakkabı götürmedim. Anam da benden istemedi. İstemedi ama illâ gelip annenin böyle istemesi mi lâzım, yoksa istemeden benim götürmem mi lâzım?”

O kavgadan kendime ders çıkardım. O da ana, bizimki de ana. İki-üç sene olmuş hediye etmeyeli… İstemesini beklemek olmaz. Hemen bir ayakkabı ayarladım. Zaten annemin ayağının numarasını biliyorum. Sardım, akşam eve giderken götürdüm.

“–Anne gel hele, bakalım. Şu ayakkabıyı ayağına giy.”

“–Oğlum ben senden ayakkabı mı istedim?”

“–Yok, istemedin.”

“–E niye getirdin o zaman?”

“–Anne, illâ istemen mi lâzım, istemeden gelmez mi? İstedikten sonra ne mânâsı kalır? Gönlümden koptu, getirdim. Hele şunu giy bakayım.”

Giydi ayağına;

“–İyi ama benim ayakkabım yeni, daha üç sene oldu.”

Dedik ki;

“–Olsun anne, biz getirdik. Bunu yedek olarak koy, sonra giyersin.”

“–Oğlum, ben bunu giymek istemiyorum.”

“–Giyersin anne itiraz etme. Gönlümüzden koptu.”

Sonunda güç-belâ kabul ettirdik.

Sabahleyin işe gideceğim. Saat yedi. Baktım annem avluda, dış kapının yanında, elinde tekrar güzelce sardığı bizim ayakkabı, beni bekliyor.

“–Hayırdır anne?”

“–Oğlum, ben gece çok düşündüm. Bu ayakkabı israf. Benim ayakkabım var. Bunu götür, sermayen eksilmesin yavrum.”

Bu da anne, o da anne!..

Allah rahmet eylesin, annem böyle israftan uzak, evlâdını düşünen bir insandı…

Bu hâdisede yeni nesillere ne dersler var… Evlâdı ayakkabıcı olduğu hâlde, üç senelik ayakkabısını yeni kabul edip, oğlunun hediyesini israf olur diye reddediyor…

Bugün sadece modası geçti, çantaya-elbiseye uymadı, canım çekti diye alışveriş yapan yeni nesiller ibretle okumalılar…

Eskiler israfın yanlışlığını daha küçük bir çocukken öğrenirlerdi. Benim bu dersi öğrenmem altı yaşımdadır.

Yine bir ayakkabı hikâyesi…

Bizim zamanımızda ayakkabı iki türlüydü.

Biri yemeni… Köylü ayakkabısı… Onu dikene de köşker derler. Yemeninin sağı-solu olmaz. Alt ve üst derisi olur. Hepsi deridendir. Aslında çok da iyi olur.

Öbürü de bildiğimiz kundura… Şehirli ayakkabısı… O zaman kundura yemeninin 4 katı fiyatına.

Ben daha altı yaşındaydım. Dayım kunduracı olduğu için çok kaliteli bir ayakkabı giyiyorum. Kundurayı babam diktirdi, ben de giydim. Daha bir ay geçmemişti ki bir baktık kunduranın hâli perişan!.. İç tarafına yan basa basa eğilmiş. Tamamen yere basıyor. Hiç olur hâli kalmamış. Hâlbuki kundura kolay kolay öyle olmaz. Kundura mazbut olur, arkasında kösele olur. Kolay kolay böyle bir şekilde eskimesi, eğilmesi mümkün değil. Fakat çocuktuk, kıymet bilmemiş, öyle giymişiz.

Bir gün evde babam boya yapıyordu. Benim ayakkabıların hâlini görünce sinirlendi. Ayakkabının bir tekini aldı; «Sana bu ayakkabı lâyık değil!» diyerek evin çatısının üzerine, kiremitlerin üstüne attı. Öfkesi yatışmadı, öbür tekini de attı.

Ertesi gün ustaya gideceğim.

Daha altı yaşımdayım ama o zaman öyleydi, Antepli çocukların hepsi çalışmaya giderdi. Evde oturmak yoktu. İllâki bir işe gidip pişmeli. Herkes evlâdını ya kendi dükkânına götürür, ya amcasının yahut dayısının dükkânına gönderir. Ben de dayımın dükkânına gidiyorum.

Aslında o yaşta bir çocuğun yapacağı da fazla bir iş olmazdı. El-ayak çırağı… Su getir, şunu şuraya götür, şunu şöyle yap. Git-gel… Gerçi dayımın dükkânında öyle iş de pek olmazdı. Fakat niyet iş görmek değil, yetiştirmek. Hayata hazırlamak…

Gittim dükkâna, kalfa fark etti;

“Senin ayakkabına ne oldu?” diye sordu. Hâdiseyi anlatınca, dayım güldü ve;

“Gel sana bir yemeni alalım.” dedi.

Bizim bulunduğumuz yerde yemeniciler vardı. Gittik, aldık. Ucuzca verdiler. İki buçuk liralık yemeniyi 175 kuruşa aldık. Haftada 25 kuruş taksitle… Zaten haftalığım 25 kuruştu. Yedi hafta çalışıp, ödeyeceğiz.

Biz 7 hafta çalıştık, o ayakkabının borcunu ödedik.

İlk ayakkabım bir ayda ne hâle gelmişti. Hâlbuki o daha ucuz, dağılması daha muhtemel olan yemeni 7 hafta geçtiği hâlde hiçbir yerine bir şey olmamış, daha yeni gelmiş gibi pırıl pırıl, sapasağlam duruyordu.

Hâdise neydi?

Biri bana bedava gelmişti.

Öbürünü ise kendi paramla, kendi kazancımla almıştım. Bana kolay ve ucuz gelmemişti.

İşte o gün ben eşyanın nasıl kullanılacağını öğrendim. Belki de özellikle öğrettiler. Dayımla görüştüler, böyle plânladılar belki. Bunlar büyük dersler.

Ben o günden sonra bütün eşyalarımı çok mükemmel kullandım. Ne kadar eşya kullandımsa öyledir. Eşyamı çok dikkatli kullanırım. O bir kıymettir. Millî servettir.

Şimdi hem de döviz verilerek yurtdışından getirilen telefonlar, çoluk-çocuğun elinde birkaç ayda eskiyor. Hemen yenisi alınıyor. Kılık-kıyafet zaten eskisi gibi kıymet verilip, korunan bir şey olmaktan çıktı. Böyle yetişen çocuklar, yarın ellerine geçen arabaları, ertesi gün ellerine verilen nice imkânları müsrifçe kullanmaz mı? Bir kâğıt peçete gibi buruşturup atmaz mı?

Eskiden toplumun her tabakası esnaf ahlâkı değerleriyle yoğrulurdu. Usta-çırak eğitimi böyleydi… Hoca-talebe münasebeti böyleydi. Dükkân sahibinin müşterisine, müşterinin iş sahibine, babanın evlâda, evlâdın anne-babasına, hâsılı toplumda herkesin herkese bakışı bir edep, bir terbiye dairesi içindeydi… Fedâkârlık, diğergâmlık ölçüleri içerisindeydi…

O eski nesle ait insanlar, daha çocukluktan, tasavvufî terbiye almış gibi olurlardı. Bütün cemiyet bir dergâh gibi insan yetiştirirdi. Sabrı öğrenirdi, itâati öğrenirdi, çözüm bulmayı öğrenirdi, girişkenleşirdi, tek kelimeyle pişerdi.

Ben altı yaşındayken kuşakçı dükkânına gidiyordum. Bele sarılan kuşaklardan dokuyorlardı. Ben de yardım ediyorum. Orada iki kalfa vardı, biri beni bakkala jilet almaya yolladı. Jiletle kenardaki ipliklerin fazlalıklarını kesiyorlar. O zamanın parasıyla beş kuruşa bir paket jilet alıp getirdim, kalfaya verdim. Kalfa açtı, baktı, geri kapattı. Dedi ki:

“Bu jilet iyi değil, git iyisinden al.”

Ben de saf saf gittim bakkala;

“Bu jilet iyi değilmiş, parayı geri istiyoruz.” dedim. Benim olan bitenden haberim yok. Bakkal içini açtı ki, yeni jilet alınmış, içine paslı, eski bir jilet konmuş. Ben de görünce şaştım. Ama bakkal suçu benden bildi, kolumdan tuttu, dışarı çıkardı. Yer misin yemez misin beni acımasızca dövüyor, bir yandan da;

“Ulan sen bu yaşta beni kandırmaya mı geliyorsun? Paslı jileti koyuyorsun da…” diye bağırıp çağırıyor. Kalfanın sahtekârlığı yüzünden dayak yedim.

Hayat dersi…

Öbür kalfa başka bir âlem.

Etrafı sac, altı ahşap bir kova var. “Al şununla bana bir kova su getir.”

Alırsın kovayı koşarsın camiye…

Sular kesik.

Susuz gidilmez, etraftaki evlere koşarsın… Evlerin kapısını çalarsın. Ta dış kapıya çıkar kadıncağız;

“–Kim o? Ne istiyorsun?”

Evlerin hanımına aba diyoruz, «Abla» demiyoruz «Aba» diyoruz.

“–Aba, bir kova su istiyoruz.”

“–Git ulan, ta oradan beni getirdin buraya! Kuyudan suyu ben çeksem işim var, sana çek desem tutar içine düşersin. Başıma belâ olursun. Çek git!”

Bir başka kapıya giderdik. O da kovar, üçüncüsüne gidersin o da kovar. Sonunda birisi acır;

“Gel, oğlum sana bir kova su vereyim.” der. Gider kuyudan çeker suyu, kovana boşaltır, haydi git, der.

Bin bir müşkül içinde suyu bulmuşumdur. Sevinirim. Nihayet gelirim dükkâna.

“Geldin mi oğlum Ahmet.”

Geldim.

Alır bir kova suyu, dükkânın önünde toprağın üstüne döker, yeniden salar;

“Haydi git, tekrar getir.”

Niye böyle yapıyor?

Dükkânı serinletiyor. Taş döşeli ama daha da serinlemeli. Oraya da bir hasır atmalı, koltuğunun altına da bir hasır kürsü; bir yandan da bir türkü tutturmalı… Biz de karşısında el-pençe durmalıyız.

O kalfalar farkında değildiler ama bize büyük bir terbiye uyguluyorlardı. Hani Aziz Mahmud Hüdâyî’yi, hocası Üftâde Hazretleri çeşitli eğitimlerden geçiriyor. Dervişliğe talip olan kadı Mahmud’a Bursa kadılığını bıraktırıp, çarşı-pazarda ciğer sattırıyor, helâları temizlettiriyor. Hani Taptuk Emre, Yûnus Emre’ye yıllarca dergâha odun taşıttırıyor.

İşte ben, altı yaşımda ciğer sattım. O terbiyelerden altı yaşımda geçtim.

Bütün bu terbiyeler, insanın tevâzu, sabır, tevekkül gibi değerleri kazanmasına, olgunlaşmasına yarıyor. Nefis; tembelliğe, yersiz gurura, öfkeye hele boş boş gezmeye, sefahate alışmamış oluyor. Ben şimdi o kalfalara buğzetmiyorum. Bilerek veya bilmeyerek beni yetiştirmişlerdir. Kendi ustalarından gördüklerini uygulamışlardı.

Bugün, annesi veya babası su isteyince; «Sen daha yakınsın, kendin al!» diyen ve tepki görmeyen bir nesil yetişiyorsa, değil altı yaşında, 15 yaşında, 20 yaşında bile bir sorumluluk alamayan, kendi başına bir iş başaramayan gençler yetişiyorsa, bazı şeyleri gözden geçirmek gerekiyor demektir.

Aman evlâtlarımız ezilmesin, özgür olsunlar, içe kapanmasınlar ve benzeri sözlerle bizim toplumumuzdaki eğitim anlayışı, usta-çırak, hoca-talebe sistemi neredeyse tamamen ortadan kalktı. Bu yüzden yeni nesle israfın kötülüğünü, çalışmanın önemini, alın terinin fazîletini öğretmek çok güçleşti.

Hâlbuki, dünün o biraz da zalim kalfaları yerine, bugün yaptığı işi bilen, dirayetli, gayretli, ciddî eğiticileri elinde, yeni nesilleri eğitmek gerek…

Eşyanın kıymeti, israfın zararı, tembelliğin rezilliği, sabır ve sebatın ise üstünlüğü ancak böyle öğretilebilir, gençlerimize…