BASÎRET EĞİTİMİ…

Ahmet ZİYLAN

Bir Cuma günü, salâlar verilirken fabrikadan çıkıyoruz. Namaza gideceğiz.

Tam o sırada baktık ki, saçı-sakalı karışmış, hippi gibi birisi, fabrikanın önünde, dışarıda bekliyor. Belli ki girmek istemiş, içeri almamışlar. O da ısrar etmemiş, benim çıkmamı beklemiş. Yanına yaklaştım ki, ağzı fenâ içki kokuyor. Cuma saatinde içkili bir ağız acaba benden ne ister?

Yüzünü iyice seçince tanıdım. Bir hemşehrimiz. Bahçelievler’de ara-sıra gittiğimiz, misafirlerimizi götürdüğümüz bir lokantası olan bir şahıs. O hâlde görünce şaşırdım tabiî. Sordum:

“–Ne geziyorsun?”

“–Seni bekliyorum.”

“–Niye?”

“–Camiye gideceğini hesap ettim, senden bir istirhamım var.”

“–Nedir?”

“–Benim işlerim bozuldu, müşkül duruma düştüm. Bugün evime haciz gelecek, beş bin liraya ihtiyacım var. Beş bin lira olmazsa ben mahvoldum. Bunu senden sadaka olarak istemiyorum, borç olarak istiyorum.”

Ben önce bir; «Lâ havle!» çektim. Sonra biraz da düşünüp zaman kazanmak için;

“–Biz cumaya gidiyoruz. Sen burada bekle, geleceğim.” dedim.

Camiye namaza gittik. Namazdan döndük, dediğim yerde bekliyordu. Çocuklara dedim ki:

“–Şuna beş bin lira verin de gitsin.”

Beş bin lira verdiler ama bizimkiler itiraz ettiler:

“–Baba, haydi fakirlere veriyorsun; camiye veriyorsun; bilmem neye veriyorsun anlıyoruz da, bu hippi gibi adama niye veriyorsun? Baksana sarhoşun teki!”

Çocukları oturttum. Dedim ki:

“–Bakın çocuklar, böyle söylemekte haklısınız ama bilmediğiniz şeyler var. Gelin ben size izah edeyim.”

Onlara daha evvelki yazımızda etraflıca anlattığımız, Naci Dayı’nın dükkânından çıkarılış mevzuunu aktardım. İşlerimizin kötü olduğu o devirde, hani 25 lira için, dükkân sahibi Naci Dayı ile anlaşmazlığa düşmüştük. Hani, belki yumuşatırız diye yanına gidip şöyle bir soru yöneltmiştik:

“–Naci Dayı bak, ben burada, 26-27 yaşlarında çivi gibi bir delikanlıyım. Bu memleketin bir delikanlısıyım. Sıhhatliyim. Ama ruh hâlimle istikbal için bir şey düşünmüyorum. Günlük iâşemi kazanmak için çalışıyorum. Böyle bir memleketin genci sana gelse, bu memleketin eşrafı olarak dese ki:

«Bana yardım et, benim yardıma ihtiyacım var!» Sen yardım etmez misin?”

Fakat pek eli sıkı biri olan Naci Dayı, bizi şöyle terslemişti:

“–Yok, ben etmem! Eğer sen kalkınır da memleketin eşrafı olursan, Allah sana da verirse; memleketin senin gibi bir genci yanına gelirse, sen ona o zaman yardım et!”

Sanki başımdan aşağı bir kazan sıcak su dökülmüştü. Ben de hemen arkasından demiştim ki:

“–Cenâb-ı Allah bana verirse, memleketin de bir genci gelirse, ben de ona yardım etmezsem; Allah o gün canımı alsın!”

“–Allah etmesin!” dedi. Ben ise;

“–Niye; «Allah etmesin!» diyorsun. «Âmîn!» de. Bir gence el uzatmayacaksam o servetin ne hükmü var, öyle kazancın ne değeri var! Öyle servet, yere girsin…” diyerek hem adama kendi hâlini göstermiş, hem de kendi adıma bir vaatte bulunmuştum.

O genç benden borç istedikten sonra, namaza gittim. O sözüm aklıma geldi. Adamın sarhoş olması benim sözümü değiştirmez. «Getiririm.» diye borç istiyor. Getirmezse de helâl olsun. Haram etmiyorum. İşte bu yüzden, o sarhoş, hippi kılıklı gence yardım ettim. Çünkü benim va‘dim var.

Ben o sözü söylediğim zaman memleketin varlıklı bir insanı olacağımı aklımın köşesinden bile geçirmiyordum. Cenâb-ı Allah takdir etti. Nasip etti. Şimdi verilen sözü tutma zamanı!

Böyle anlatarak çocuklara durumu izah ettim.

Kim bilir, belki de maddî-mânevî olarak kimse el uzatmadığı için böyle insanlar bu perişan hâllere düşüyorlar. Onlar maddî sefâletten, mânevî sefâlete düşüyor. Herkes kılığından, hâlinden yanına iyice yaklaşmayınca, hem maddî hem mânevî açıdan git gide perişanlaşıyorlar.

O yüzden mümkün mertebe, isteyeni reddetmemeli…

Kesinlikle reddetmemeli…

Çünkü reddetmemek, ayrı bir bereket. Her hâlükârda veren olmak, Allâh’ın da ahlâkı, Peygamber’in de. Yani isteyen değil, veren olabilmek çok önemli. Nitekim Allah da, başkalarından istemeyi değil, sürekli olarak vermeyi emretmekte. Her mü’min bir de bunun için ter dökmeli. Zira ilâhî imtihan veya takdir hariç, bütün şartları verebileceklerden olmaya müsaitken sırf tembellik ve gafletinden dolayı; «Ver!» diyenlerden olmak, Hazret-i Peygamber’in hiç tasvip etmediği bir durum. Hazret-i Peygamber’in bu noktadaki tavsiyeleri, daima alın teri, alın teri. Bir tas da olsa, ikram edicilerden, verebilenlerden olmak.

Onun için vermek makamında olmaya çalışmak şart.

Bu şartın bir yönü de elbette mahrumu reddetmemek.

Fakat burada bir hususun altını çizmek gerekiyor:

Her nimetin bir çerçevesi ve sorumluluk sınırı vardır. Bir de dengesi vardır tabiî. Yani reddetmemeyi, istismarcılara hizmete ve sorumluluğun ötesinde bir mecburiyete dönüştürmemeli. Tabiî bu dengeyi de cimriliğe vardırmamalı. Yani bu iş, son derece basîret meselesi.

Bazen tanımadığımız biri karşımıza çıkıp;

“–Geçenlerde şurada şöyle şöyle demiştiniz.” diyor.

Diyorum ki:

“–Özür dilerim hatırlayamadım. Kendinizi tanıtır mısınız?”

Hemen yükleniyor adam:

“–Nasıl hatırlamazsın. Şurada konuşmadık mı? Tabiî bir şey istedik ya, hatırlamak işine gelmiyor!”

Şaşıp kalıyorum:

“–Bir söz verdim mi size?”

“–Vermedin, ama yok yok sizler bir şey isteyince zaten hep böyle olursunuz!..”

Adam; hem rencide ediyor, hem de ithamda bulunuyor. O zaman ne diyeceğimi bilemiyorum.

Bir defasında ne oldu?

İş toplantısındayız. Haber verdiler; «Seni birisi mutlak görmek istiyor.» Toplantıdan çıkmak mecburiyetinde kaldım. Baktım ki; bir kadın ve elli yaşlarında bir erkek, bir de kucaklarında çocuk. Çocukcağız bir buçuk, iki yaşlarında görünüyor.

“–Buyurun…” dedim.

“–Hacı abi, biliyorsun bu çocuk kan kanseri.”

“–Nereden biliyorum?”

“–Nasıl bilmiyorsun, biz seninle konuşmadık mı?”

“–Nerede konuştuk?”

“–Sen bize yardım ettin, dedin ki: «Ne zaman sıkıntıda kalırsanız, benim yanıma gelin, ben sizin işinizi görürüm.»”

“–Hatırlayamadım.”

“–Şimdi sen inkâr mı ediyorsun? Bu çocuk kan kanseri. İki saate kadar doktora gitmezse, bu çocuk ölecek. Bunun da sebebi sen olacaksın. Biz aradık aradık bulamadık. En sonunda hacı amcamızın yanına gidelim, o böyle demişti, dedik. Güvenerek senin yanına geldik. Senin yanından başka bir yere gidecek durumumuz kalmadı.”

“–Tamam da ben sizi hâlâ hatırlayamadım.”

“–Nasıl inkâr edersin hacı amca?”

O zaman şoförüm de yok, cep telefonları da. Olsa meseleyi havale eder, çözerim. Ama böyle bir şey yok. Adamların söyledikleri de içime sinmiyor, fakat bu vaziyette toplantıya girsem kafam çalışmayacak. Düşünüyorum:

“Doğru söylemedikleri yüzde seksen belli. Fakat bizim bir enişte var, o da hacı abi. Bazen böyle şeyler yapar. Bol keseden atar. Bunlara birkaç kuruş verdi de sonradan da; «İhtiyaç olursa gelin.» dedi mi? O anda o da yok. O dediyse adamlar onunla beni mi karıştırıyor? Ben demedim öyle bir şey, ama…”

Acaba doğru mu? Yüzde yirmi, yüzde on da olsa acaba doğru mu, değil mi? Toplantı bir tarafa, eve gidince de kafam bununla meşgul olacak. Belki sabaha kadar uyuyamayacağım.

Adam ısrarla;

“–Bize inanmıyor musun? Bu parayı senden borç istiyoruz. Al şu nüfus cüzdanımız yanında dursun. Getirdiğimiz zaman ver. İki gün sonra getiririz paranı.” diyor.

Kadın da böyle diyor.

Düşündüm ki, bu kadar düşünmeye değmez. Çıkardım, istedikleri parayı verdim. Dediler ki:

“–Olmaz. Yirmi beş lira eksik.”

Onu da verdim.

Akşamleyin de kendi kendime sordum:

“Yahu bildiğin hâlde, göz göre göre bunlara niye aldandın?” dedim.

Hani kendi kendimle istişâre yapıyorum. Yine kendim cevapladım:

“İyi ettim. Çünkü kafamı rahat tutuyorum. Çok çok seni dolandırdılar. Neticede kim aldandı? Dolandıranlar, kendini dolandırdı. Ama sen şimdi rahatsın.”

Benim dolandırılmam önemli değil. Başkasının derdi beni yakıyor. Hani duyup da bir şey yapamazsam bu beni yakıyor, uykularımı kaçırıyor. İşte hâdise bu. Sonra kendim de teyit ettim:

«İyi ki yaptım bunu. İyi ki yaptım.»

Fakat buna benzer meseleler üç, beş, on, durmadan tekrar edince işin dengesini de gözetmek ve kimseyi incitmeden doğru olan neyse öyle hareket etmek gerekiyor.

Hani anlatılır:

Hocaefendi vaazda;

“Mü’minler ancak kardeştir.” âyetini uzun uzun izah etmiş. Üç-beş gün sonra da babası ölmüş. Babası da biraz varlıklıymış. Cemaatten uyanık biri yanına gelip demiş ki;

“–Hocam, senin söylediğine göre biz kardeşiz.”

“–Evet.”

“–Baban öldü. Mirasında benim de payım var! Hakkımı isterim…”

Zaten yüreği yaralı olan Hocaefendi, hiç bozuntuya vermemiş. Demiş ki:

“–İki-üç gün sonra gel de hakkını vereyim.”

Adam sevine sevine gitmiş. İki-üç gün sonra gelmiş. Hocaefendi ona beş kuruş vermiş. O zaman adam basmış itirazı:

“–Onca mal-mülkten bu kadarcık mı?”

Hocaefendi, eğilmiş adamın kulağına:

“–Bütün mü’min kardeşlerin hepsini hesap edince senin payına bu da düşmüyor kardeş!” demiş.

Maksadı, adamı eğitmek. İstismârı engellemek. Ona doğruyu göstermek. Eğer hocaefendi böyle davranmasa, uyanık çığırtkanlar, insana nice israflar ettirir. Diğer taraftan da edebinden dolayı isteyemeyenler, mahrum kalıverir.

Velhâsıl;

Bu hususta da bütün hususlarda da dengeli ve basîretli olmak gerek. Üzerimizde tecellî eden her ilâhî takdir de aslında bize bunun eğitimini yapmakta.

Hayat mektebindeki bu ilâhî eğitim de, bizler için en güzel basîret eğitimi…

Neyi, nasıl ne zaman yapacağımızın veya yapmayacağımızın eğitimi…