İDEOLOCYA ÖRGÜSÜ

Ayla AĞABEGÜM aylaagabegum@hotmail.com

“İslâm ahlâkının bin bir sütun üzerinde duran ahlâk çatısında, dört ana direği; ihlâs (samimîlik), aşk, fedâkârlık ve merhamet diye göstermekte hata yoktur. Sadece şunu-bunu değil, rûhun ve hakikat merkezinin bütün topografyasını getirmiş olan İslâm; iyi ahlâkı ruhta, kötü ahlâkı da nefiste mihraklandırdığına göre, bu dört esas; rûhu parıldatmak ve nefsi dizginlemekte en tesirlileri…” (Necip Fazıl)

Sosyal ve siyasî olayların rûhumuzu yorduğu zamanlarda sığınacak bir liman ararız. Okuduğumuz bir âyet, bir hadis, bir kıssa, güzel bir şiir, bir paragraf… bizi düşündürürken rahatlayacağız. Önümüzde açılan yeni ufuktan yolumuza devam edeceğiz. Necip Fazıl’ın; «İdeolocya Örgüsü»nü okurken yıllar öncesine daldım.

Türk Edebiyatı dergisine gelen mektupları okurken; bir gencin satırları, o yıllarda yaşayan gençlerin endişelerini dile getiriyordu. Genç;

“Osman Yüksel SERDENGEÇTİ’nin eserlerini okurken düşündüm. Ben liseyi bitirdim. İstanbul’da kazandığım üniversiteye devam edeceğim. Büyük şehirde kendime Serdengeçti’nin; «Bir Nesli Nasıl Mahvettiler?» sorusunu soruyorum ve doğru bir yolda yürümek istiyorum, bana yardım eder misiniz?” diye sormuştu.

Gence yazdığım cevapta;

“Bize gelmesini ve ilgileneceğimizi” söylemiştim. O genç, bize geldi. Edebiyat dergisi ve Edebiyat Vakfı’nın faaliyetlerine katıldı. Üniversiteyi bitirirken, maddî olarak değil ama mânevî olarak «Edebiyat Vakfı Üniversitesi»ni tamamlamıştı. Ahmet KABAKLI Hoca, Edebiyat Vakfı’nın başkanıydı. Menfaatlerden uzak, Allah ve vatan aşkıyla yaşadı. Vakıf çevresinde yetişen gençlerin de öyle yaşamasını isterdi.

Mektup sahibi gencimiz şimdi iyi bir edebiyat öğretmeni. Yıllar sonra gençler, aynı tedirginliğin içinde, bilmeden girdikleri çevrelerden ürküyorlar. Okuyacakları eserler üzerinde düşünerek doğruyu bulacaklardır.

Ahmet KABAKLI Hoca gibi menfaatsiz, Allah ve vatan aşkıyla yazan yazarların azaldığı bir dönemde, okuduklarını düşünce süzgecinden geçirerek inanacaklar; zaman zaman da yanlışları okurken doğruyu bulacaklardır. Yanlışları okurken doğruyu bulmaları, sağlam bir îmanla ve İslâm’ı düşünerek yaşamalarıyla olacaktır.

Necip Fazıl bu konuda; «Dîvânelere muhtacız.» diyor.

“Bizim ihtiyacımız yalnız bir mânâda, ulvî ve müsbet mânâda dîvânelerdir. Oysa devrimizde kâmil îman, kâmil ahlâk, kâmil insan gibi en az bulunan; hemen hemen kalmamış gibi duran nesne…

Büyük bir velî, kendisine;

«–Siz, zamanımızda sahâbîlere eşitsiniz.» diyen müridlerine, şu cevabı vermiş:

«–Ben, nasıl sahâbîlere eşit olabilirim ki, siz onları görseydiniz; ‘Dîvâne’ derdiniz. Onlar da sizi görselerdi; ‘Böyle müslüman olmaz!’ derlerdi.»

Muhtaç bulunduğumuz, müsbet ve ulvî dîvâneliğin son noktası… Cihanda büyük ve ulvî insan olarak kim gelmişse hepsi de müsbet cepheden birer dîvânedir. Aşkın zıvanadan çıkardığı insan olarak, dîvâne olmadan bir iş görebilmeye, bir hamle gösterebilmeye imkân yoktur. Kimi Allâh’ın, kimi şeytanın dîvânesi.”

Toplumumuzda her geçen gün dîvâneler azalıyor. «Kâmil îman, kâmil ahlâk, kâmil insan» mumla aranan duruma gelirse; cemiyette huzur kalır mı? Terör, şiddet, aile bağlarının kopuşu, babasını, annesini, oğlunu, kardeşini vahşîce öldüren insanlar… Hırsızlık, uyuşturucu ve içkinin hesapsızca kullanımı… Televizyonların değerlerimizi hiçe sayışı, işadamlarımızın daha fazla kazanmaktan başka ulvî gāilelerinin olmayışı, partilerimizin bu tabloya seyirci kalışı…

Necip Fazıl’ın anlatmak istediği neslin yetiştirilmesi konusunda; resmî makamlara, belediyelere, sivil toplum kuruluşlarına, basına, sermayeyi nerede kullanacağını bilmeyen işadamlarına, vatanını sevenlere düşen görevleri anlatacak dîvânelere ihtiyaç var.

«İdeolocya Örgüsü»nü okurken, ipuçlarını yakalamaya çalışıyoruz. Gencin, hayata atıldığı zaman seçeceği meslekte önceliklerini sıralarken; çalışma hayatında başarılı olması için diğer meslek erbabının da ilkeli olması gerekiyor. Bir öğretmeni, bir doktoru, bir işadamını düşünün. Tek başına, Necip Fazıl’ın tanımladığı dîvânelerin görevi; bu konuda heyecanla dîvânelerin yetişmesine öncülük etmektir.

«Anayasa’yı değiştirelim!» tartışmaları içinde olduğumuz bir dönemi yaşıyoruz. Bize yıllar öncesinden seslenen yazarımıza kulak verelim:

“Tatbik ettiği kanuna inanan hâkim… Kendisini hâkime inandıran kanun. Aldığı dâvânın hak olmasına bağlı avukat… «Kanunun kestiği parmak acımaz.» diyen mahkûm… Bunlar oldu mu adâlet tamamdır.”

İktidar ve muhalefet milletvekilleri, zaman zaman Necip Fazıl’dan ve Nazım Hikmet’ten konularına uygun seçilmiş mısralar söylerler. Oysa «İdeolocya Örgüsü»nü dikkatle, düşünerek, anlayarak okumuş olsalardı; ideal anayasa örneğini yapmakta güçlük çekmezlerdi.

Beklenen nizam zor değil, buna rağmen deneyenlerin sayısı gün geçtikçe azalıyor. “Yüz yıldan beri bir toplu iğne yapmaktan bile âciz yaşayan milleti; radyosunu, otomobilini, traktörünü, dikiş makinesini, falanını ve filânını zorlayacak bir nizam…”

“Türk gümrüklerinde, hayatî devlet ihtiyaçları müstesnâ, tek garp âletinin geçmeyeceği, buna müsaade etmeyecek bir nizam… Tâ bu âletlerle rekabet edici Türk sanayi ve imâl kudreti doğuncaya kadar başka çıkar yol görmeyecek bir nizam…”

Kırtasiyeden malzeme alırken, satılması için malzemeler getiren satıcıya hayretle bakıyordum. Çocukların çıkarıp yapıştırması için ismine «sticker» denilen dosyalar var. Korkunç resimlerle dolu… «Bir tane hediye etmek için alayım.» diyerek bakmaya başladım, alacak bir tane bile bulamadım. Koyunların, kuzuların, atların olduğu dosyalardaki hayvanlar; bizim hayvanlarımıza benzemiyordu. Çünkü hepsi Çin malıydı. Çantaların, defterlerin üzerindeki yazılar ve resimler nereye baksanız yabancı malı ve yazılar Türkçe değil. Yurtdışındaki yeğeninize göndermek istediğiniz oyuncaklar, giysiler, hattâ çayını içeceği kupanın üstündeki yazılar bile yabancı dilde. Çünkü işadamlarımız ucuza mal etmek için malzemelerini yurt dışında yaptırıyorlar. Alan râzı, satanın elinden bir şey gelmiyor. Sermâyedar kârının peşinde, basın ve idareciler için konu câzip değil…

Sanatçılarımıza bakalım; dizilere, sinema filmlerine, şiirimize, tiyatromuza… bakalım. Sonra Necip Fazıl’ın istediği nizamdaki tarife…

“Sinemayı, tiyatroyu, edebiyatı, fikriyatı, hattâ ilmi bile millî şekilde verimlendirecek bir nizam… Bunlar bir kere millîleştikten sonra da onları beynelmilel çapa ulaştıracak bir nizam…”

Yılların içinde maliye bakanlarının bile, sermaye sahiplerinden vergiyi tam alamadıklarına dair şikâyetleri olur. Devletten maaşını alan memur ise vergisini mecburî ödemektedir. İşadamının durup düşünmesi gerekmez mi? Kaçırdığı vergiyle artan sermayesini harcarken vicdanı rahat olabilir mi?

“Fazla kazancına kaç fakir lokmasından meydana gelme bir vahid olduğuna dair ruh muhasebesine hususî bir fasıl açan tüccar… Tüccarların vergi kaçakçılığını takip için bir fakir ordusu beslemeyen ve bunu Allâh’ın bilgisiyle muhasebe altına alan bir idare… Bunlar oldu mu müeyyide tamamdır. Amelesinin diken batmış ayağını, dizine koyup saran patron… İşverenle iş gören arasındaki âhengi bir orkestra nizamıyla kıvamlandıran ölçü… Bunlar oldu mu usûl tamamdır…”

“En ileri zengin ve en kalabalık metropolün billûr sarayında; en geri, en fakir ve tenha köyün cemiyet bütünü içindeki hak ve vazifesini kollayan ve bu kollayışın kafa hâkimiyetini temsil eden münevver…”

“Büyüklerin keyfi için tarihi ve gerçekleri değiştirmeyen bilgin… Öğrenmemenin vatana ihânet olduğunu en başta öğrenen öğrenci…”

“Hatır için numara vermeyi, vatan ihânetine müsâvî bilen öğretmen…”

“Bütün garp âlemini, Türk’ün ve onun rûhî idaresinde bütün Asyalıların gözüne tılsımlı bir umacı gibi görünmekten çıkacak nizam…”

Aldığımız bölümler üzerinde düşünelim, korkusuzca uygulayacak dîvâneler olmaya niyetiniz varsa, eserin tamamını okuyalım ve okuyup tatbik edecek gençleri yetiştirelim.

Mesele gerçek îman rûhuyla yetişen insanların vazifelerini dîvâne olarak yapması… Vatana âşık dîvânelerin sayılarının artırılması için yapılacak daha pek çok çalışma var…