ASIL SUÇ KİMDE?

Ahmet ZİYLAN

İnsanlar, meseleleri ilk göründükleri şekliyle ele aldıklarında çoğu kere onların asıl mahiyetini kavrayamazlar. Böyle olunca da, doğru ile yanlış birbirine karışır. Bunun için her zaman her meselede işin püf tarafına bakabilmek, özü kavrayabilmek çok mühim. Öz kavrandığı zaman en zorlu ve karmaşık meseleler bile kolayca hallolur. Ama öz kavranmamışsa, en kolaylar bile zor gelir, çözülmez bir düğüm hâlini alır.

Onun için basîret sahibi olmak, meselelere basîretle yaklaşmak şart.

Çünkü o basîret, ne hikmetli ve yerinde işlerin yegâne anahtarı olmuştur.

İşte bir misal:

Eskiden padişahlar; bazen tebdîl-i kıyâfet yani, sultan gibi değil halktan biri gibi giyinir, şehri gezer, tebaanın hâlini bizzat müşahede ederlermiş. Eskiden televizyon, gazete yok. Halkın çoğu padişahı sîmâen tanımaz. Böylece padişah; saray ve maiyet filtresi olmadan, direk halkının ahvâlinden haberdar olurmuş.

Yine bir padişah tebdîl-i kıyâfet gezerken, boynunda cüz kesesi, mektepten dönen bir çocuk görmüş. Çocuğu sevmiş, başını okşamış.

“–Dur bakayım.” demiş. Durmuş çocuk…

“–Nereden geliyorsun?”

“–Mektepten geliyorum.”

“–Pekâlâ söyler misin bana: Îmânın şartı kaç?”

Çocuk hiç tereddüt etmeden;

“–Îmânın şartı altı.” diye cevap vermiş.

“–Peki İslâm’ın şartı kaç?”

“–Beş!”

“–Peki sayar mısın?”

Çocuk saymış…

“–Pekâlâ hele bir Fâtiha oku bakayım.”

Çocuk okumuş…

“–Peki îmânın şartlarını sayar mısın?”

Çocuk onu da saymış…

Padişahın hoşuna gitmiş. Taltif etmek için, «Âferin!» demiş, kesesinden çıkarıp bir altın uzatmış. Çocuk demiş ki:

“–Ben almam.”

Padişah;

“–Niye almıyorsun oğlum, çok güzel okudun. Ben de sana mükâfat vermek istedim.” demiş.

Çocuk dediğinden dönmemiş:

“–Yok almam!”

“–Oğlum, niye almıyorsun?”

“–Şimdi ben bunu eve götürürüm. Annem-babam bu altını görünce;

«Oğlum sen bunu nereden buldun? Yoksa çaldın mı?!. Bir yerden mi aldın? Ne yaptın?» der, beni döverler.”

“–Yavrum, o zaman; «Padişah verdi.» dersin!”

“–İnanmazlar ki.”

“–Niçin inanmasınlar?”

“–«Koca padişah mükâfat verse tutar da bir altın mı verir? En azından 10 altın verirdi.» derler, inanmazlar!”

Padişah, gülümsemiş; çıkarmış on altına tamamlayıp vermiş:

“–Mâşâallah oğlum, sen çok zekîsin. Bir derdin olursa mutlaka saraya gel!”

Çocuk;

“–Ya beni içeri almazlarsa?” demiş. Padişah da şöyle bir çözüm üretmiş:

“–O zaman kapıdakilere; «Ben padişahtan 10 altın alan çocuğum.» de. Bana haber ederler, seni içeri almalarını söylerim.”

Padişah birkaç gün sonra yine geziyormuş. Zanaatkârları dolaşıyormuş. Bir dükkâna girmiş;

“–Buranın sahibi kim?” diye sormuş.

Birisi;

“–Benim.” demiş.

“–Pekâlâ, ne iş yapıyorsun burada?”

“–Susamdan yağ çıkarıyorum.”

“–Öyle mi? Pekâlâ bana söyler misin: Bir okka susamdan ne kadar yağ çıkar?”

“–Filân yörenin susamı olursa şu kadar çıkar, falan yörenin susamı olursa şu kadar çıkar, şu yörenin susamı olursa şu kadar çıkar…”

Padişah, ona, mesleğiyle ilgili başka sorular da sormuş. Adamcağız gümbür gümbür cevabını vermiş. Sonra da padişah, adamın mânevî tarafını yoklamış:

“–Bunlar çok güzel, işini çok iyi biliyorsun. Bir de bana bir sûre okur musun?”

“–Ben maalesef okuyamadım. Bilmiyorum.”

“–İslâm’ın şartını biliyor musun?”

“–Onu da bilmiyorum.”

“–Namazın şartları?”

“–Bilmiyorum.”

“–Îmânın şartı?”

“–Onu da bilmiyorum.”

“–Bre gafil! Sen bir ömür sadece dünyaya mı çalıştın?!. Dünyalığa gelince her şeyi biliyorsun da, âhiret suâli olunca dut yemiş bülbüle dönüyorsun! Sen hiç âhirete çalışmadın mı?”

Padişah hırsını alamamış, adamlarına;

“Alın şu gafili, atın zindana!” demiş. Adamcağız ne olduğunu anlayamadan kendini zindanda bulmuş.

Îmânın şartı, İslâm’ın şartı… Bunlar bir insanın müslümanlığını, dindarlığını ölçmenin soruları. Eskiden mahkemede hâkimler de zanlılara sorarlarmış, yine bir suçluya hâkim sormuş sormuş, cevap alamayınca da;

“–Bilmiyor musun?” demiş.

Suçlu da;

“–Efendim, benimle dalga mı geçiyorsunuz, benden iyi biliyorsunuz fakat yine bana soruyorsunuz.” demiş.

Zanlı, hâkim öğrenmek için soruyor zannetmiş.

Bu soruları kabirde de soracaklar, mahşerde de soracaklar. Çünkü «müslümanım» demekle iş bitmiyor, insan müslümanlığın şartlarını, prensiplerini bilecek.

Neyse hikâyemize dönelim;

O günün akşamında, padişahtan 10 altın alan zeki çocuk, evine geldiğinde bir de ne görsün; evde matem var. Meğer zindana atılan adam, o çocuğun babası imiş. Olan biteni öğrenen çocuk, varmış padişahın kapısına;

“–Ben padişahla görüşmek istiyorum.”

“–Sen kimsin çocuk! Padişah çoluk-çocukla görüşür mü hiç!”

“–Padişahın 10 altın verdiği çocuk derseniz, padişah beni kabul eder.” demiş.

Padişaha haber vermişler, padişah hemen huzura almalarını söylemiş. Çocuk huzura çıkınca söze başlamış:

“–Padişahım; «Bir derdin olursa bana gel!» demiştiniz. Benim de şimdi derdim var, size geldim.”

“–Nedir derdin?”

“–Babamı hapse atmışsınız.”

“–Baban da kim?”

“–Filân yerdeki yağcı?”

“–Hımm, o cahil, senin baban mıydı?!. Sen bu kadar bilgili, akıllı bir çocuksun; babanın ise hiçbir şeyden haberi yok. Nasıl olur böyle bir şey?!.”

“–Babamda bilgi yoktur padişahım ama îman vardır.”

“–Nereden bileceğiz?”

“–Îmânı olmasaydı, beni hocaya gönderir miydi? Göndermezdi. Beni hocaya gönderdi ki, ben onları öğrendim. Ama çocukluğunda babası onu hocaya göndermemiş, eğitmemiş, öğretmemiş. Onun için bilmiyor. Demek ki babamın kabahati yok. Sen eğer hapsedeceksen, benim babamı değil babamın babasını yani dedemi hapset! Suç onda!”

“–Pekâlâ, deden nerede?”

“–Beraber gidelim, size yerini göstereyim. Siz de alın getirin, hapsedin.”

Padişah adamlarına emretmiş:

“–Getirin bakalım şu dedeyi!”

Bu emir üzerine çocuk, padişahın adamlarıyla yola çıkmış, onları götüre götüre bir mezarlığa götürmüş:

“–Alın işte dedem, burada yatıyor.”

Adamlar şaşırmış:

“–Dedenin mezarlıkta yattığını daha evvel niye söylemedin?”

“–Ne önemi var. Suçluyu gösterdim ya. Artık onu hapsedin, babamı da ne olur serbest bırakın.”

Durumdan haberdar olan pâdişah, bakmış çocuktan zekâ fışkırıyor; ona 10 altın daha vermiş ve;

“–Babasını serbest bırakın!” demiş.

Bu kıssa bana çok ibretli gelir.

Eskiden beri, Kur’ân tahsili yapan, dînî bilgileri öğrenen gençleri, çocukları ziyaret ederim. Fırsat olunca da bu hikâyeyi anlatarak;

“Anne-babalarınız îmanlı kimselermiş ki, sizleri böyle güzel müesseselere, dîninizi, kitabınızı öğrenesiniz diye yollamış.” derim.

Hakikaten, eskiden özellikle dînî bilgiler konusunda cahillik çoktu. Erken yaşlardan itibaren iş hayatına, çıraklığa yani hayata atılan pek çok insan; dînini, diyânetini öğrenemeden ömür tüketirdi. Başka sebepler de vardı.

Hamd olsun şimdi, insanımız ilmin ve öğrenmenin kıymetini öğrendi. Kendisi bilmiyorsa da, evlâdının kendisi gibi olmasına gönlü el vermiyor. Boğazından kesiyor, gurbetlere yolluyor, ama çocuğunun dînini-diyânetini öğrenmesi için fedâkârlık yapıyor.

İnşâallah Cenâb-ı Hak, bu coşkulu îman sebebiyle bilgi eksiklerimizi affedecektir. Bu nesiller de kendilerinin ilim-irfan ehli olması için gösterilen fedâkârlıkları inşâallah idrak edecek, aynı yolda fedâkârlıktan çekinmeyecektir.

Fakat;

Kendisi bilmediği gibi, evlâtlarının dînini, Kur’ân’ını bilen bir fert olarak yetişmesine gayret etmeyen anne-babalar ise hem kendi kusurlarının, hem de evlâtlarının ve Allah korusun bütün nesillerinin mânevî mes’ûliyetini üstlenmekte.

Yani;

Suç çocuklarda değil, anne babalarda…

Çünkü onları Allah, annebabalara tertemiz olarak veriyor. Onlar ne alıyorlarsa ilk önce anne-babadan alıyorlar, sonra da onları yönlendirdiği istikametten. Yani onların şekillenmelerinde en temel maya, anne ve babadan.

Bu sebeple;

Anne-babalar, vazifelerini tam yaparlarsa ne âlâ, fakat yapmazlarsa ve bunun neticesinde de evlâtlar kötü yetişirse büyük bir vebal, ağır bir suç.

Onların suçlu olmaması için üzerlerine düşen vazifeleri tam idrak etmeleri ve en güzel şekilde yerine getirmeleri şart.

Nedir bu vazifeler?

En temel noktalar itibarıyla söyleyecek olursak;

-Her şeyden önce güzel bir isim vermek.

-Ne olursa olsun helâl gıda ile büyütmek.

-Maddî ve mânevî eğitimini ihmal etmemek, en güzel şekilde terbiye sahibi kılmak.

-Başarılı olacağı bir meslek sahibi yapmak.

-Hayırlı bir nasiple evlendirmek.

Hangi ebeveyn, bunları dört-dörtlük gerçekleştirebilirse, onlardan daha bahtiyarı olmaz. Kendileri de her türlü takdire lâyıktır.

Ancak;

Bir anne-baba, hikâyede anlatıldığı gibi ölmeden önce bunları yapmamış da evlâtlar cahil kalmış ve yanlışlıklara bulaşmışsa o zaman dikkatli sormalı:

Suç kimin? Kabahat kimde?

Çocukta mı?

Asla!

Bu gerçeği, bütün anne-babalar mutlaka ve öncelikle idrak etmeli. Çünkü ölüp gittikten sonra bir şey yapabilmek mümkün değil. Ne yapılacaksa, sağken yapılacak. Yani çocuğa karşı vazifeler, anne-babaların ölmeden evvelki vazifeleri.

Bunları söylerken;

Tabiî sorumluluğu tek başına yalnız onlara yıkmıyoruz.

Eğitim-öğretim, emr bi’l-mâruf gibi cemiyet meseleleri, sadece anne-babaların mes’ûliyetinde değildir. İmkân sahibi olan ve millî-mânevî değerlere sahip herkes dînî eğitim veren müesseseleri yaşatma ve oradaki eğitimleri en güzel şekilde gerçekleştirme azminde olmalı…

Şu hâdise de bunun nükteli bir yansıması:

Öğretmen, sırada derse ilgisizce oturan öğrenciye sormuş:

“–Söyle bakalım İslâm’ın şartı kaç?”

Çocuk tembel mi tembel… Ana-baba da, belki önceki öğretmenleri de ilgilenmemiş… Ne yapsın çocuk? Atmış kafadan;

“–Elli!” demiş.

Hocası şaşkın:

“–Yahu hiç elli olur mu?”

“–O zaman altmış!”

“–Altmış da değil!”

“–Yetmiş!”

Ha bire yükseltiyor. Yanında oturan arkadaşı hemen kulağına eğilmiş;

“–Beş, beş!” demiş. Çocuk dönmüş arkadaşına, saf saf demiş ki:

“–Yetmiş dedim, râzı olmuyor, beşe nasıl râzı olacak?”

Öğretilmemişse bilmez. Nereden bilsin.

Eğitimcilere, öğreticilere, hocalara, bilhassa da anne-babalara sesleniyorum:

Çocuklarda gördüğünüz ve beğenmediğiniz şeyler olarak cehâletten gaflete kadar ne varsa, onlardaki suç ve kabahatleri görmeden önce, kendimizdekileri görelim. «Bu ne biçim çocuk!» deme mecburiyetinde kalırsak, önce soralım:

Suç kimde?

Allah bizi, evlâtlarımıza karşı maddî ve bilhassa da mânevî bütün vazifelerini en güzel şekilde, yerli yerince yapan anne-babalardan eylesin!

Âhiret gününde; «Asıl suçlu kim?» diye sorulduğunda yüzü ak olanlardan eylesin. Âmin…