KUR’ÂN-I KERÎM’E TÂBÎ OLABİLİYOR MUYUZ?

Ayla AĞABEGÜM aylaagabegum@hotmail.com

Geldi geçti ömrüm benim,
Şol yel esip geçmiş gibi…
Hele bana şöyle geldi,
Şol göz yumup açmış gibi…

(Yûnus Emre)

Kur’ân-ı Kerîm’in nüzûlünün 1400. yılı olan 2010, «Kur’ân Yılı» olarak ilân ediliyor. Bu bir müjde, bir fırsat, hayattayız ve kendimizi hesaba çekme fırsatı bize bahşedilmiş. Bir yıllık zamanı acele ederek iyi değerlendirmenin yollarını aramalıyız.

Çocukluk yıllarımın hâtıraları içinde babamın yüksek sesle okuduğu Kur’ân-ı Kerîm’i anlamasam da dinleyişimi, açıklamalar kısmında da anlattığı dînî kıssaları hatırlarım. O yıllarda her evde yaşlı bir dede veya nine, Kur’ân’ı bilmezdi. Güzel olan, bilenleri huşû içinde dinlemeleriydi.

Tefsir, fıkıh, ilmihâl kitapları evlerde yoktu. Gözlerimi kapıyorum; ailemin, komşularımın hayatını düşünüyorum. Onlar, yılların içinden süzülüp gelen İslâm ahlâkını farkına varmadan yaşıyorlarmış. Liseyi bitirerek İstanbul’a geldiğim yıllarda; annemin akrabaları, yakın çevresi, komşularımız… Bugün onlar; İstanbul hanımefendileri, beyefendileri dediğimiz zengin, orta hâlli, dar gelirli insanlar… Kur’ân’ı yalnız sözü itibarı ile değil, özü itibarı ile de yaşıyorlardı. Onların hayatına da İslâmî edep yüzyıllardan süzülerek yansımıştı.

Son yıllarda çevremde olan insanları incelemeye çalışıyorum. Herkesin evinde cilt cilt mealler, fıkıh, tefsir, ilmihâl kitapları, kasetler, CD’ler, televizyon sohbetleri, internet yayınları, hanımların gittiği dînî sohbetler… Sonuçta kime sorarsanız sorun; «İslâm ahlâkının yaşanmadığı» şikâyetini duyacaksınız. Bedenî şikâyetleriniz artınca; doktora gidersiniz, tahliller yapılır, filmler çekilir, doktor teşhisini koyar ve gerekli ilâçları verir; neler yapmanız gerektiğini de anlatır.

«İslâm ahlâkı neden yaşanmıyor ve neler yapabiliriz?» sorularını kimse kendine sormaz ve çare aramaz.

Salgın hastalık şüphesi olduğu zaman devletin ilgili makamları tedbirler almaya çalışır, karantinalar uygulanır, halk uyarılır… Nedense yaşanmayan İslâm ahlâkı konusunda ilgili mercîlerin bir tedirginliği yoktur. Çünkü onlar da yaşamadığı için tehlikenin farkında değildir. Oysa yaşanmayan İslâm ahlâkı her geçen gün tehlikeli bir hâl almaktadır. Terör, şiddet, kötü alışkanlıklar, rüşvet, işi ehline vermemek, adam kayırmak, intiharlar, ekonomik kriz, işsizlik oranının artması, israf, haksız kazanç, öldürme olaylarındaki artış ve akla gelmeyecek vahşî uygulamalar… Düşünme ve çare bulma zamanını geçirirsek, güvenlik güçlerinin de Allah korusun, âciz kalacağı günleri yaşarız.

Sıkıntılar ve acılar karşısında Âkif’in dik duruşunu ve bize seslenişini hatırlayalım:

Gözyaşından ne çıkarmış? Niye ter dökmediniz?
Bâri müstakbeli kurtarmaya bir azmediniz!

İlgili makamlar tedbir alsın, sivil toplum kuruluşları devreye girsin gibi düşüncelerle vakit geçirecek zaman yok. Önce kendimizi, sonra çevremizi, daha sonra da yetkilileri ve basını, sivil toplum kuruluşlarını harekete geçirmenin yollarını aramalıyız.

Ahlâk, yaşanmakla şekillenir. Ferdî hayatımız ve cemiyet hayatımız içindeki yasaklar, haramlar, günahlar, sevaplar, helâller Kur’ân-ı Kerim’le bize bildirilmiştir. Uygulamalarda Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hayatı en güzel örnektir. Defterimizin bir tarafına madde madde haramları, günahları yazalım. Diğer tarafına da sevapları ve helâlleri yazalım. Sonra samimiyetle yazdıklarımızı nasıl hayatımıza geçirdiğimizi sorgulayalım. Bu arada Peygamber Efendimiz’in hayatındaki örnekleri kendi hayatımızdaki örneklerle mukayese edelim.

Rüşvetin haksızlığa yol açtığını ve günah olduğunu da biliriz. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“Allah; rüşvet alana, verene ve arasında aracılık edene lânet etmiştir.” buyuruyor. Bir kimse için tavassutta bulunan, sonra o kimsenin hediye edeceği bir şeyi kabul eden bir kimse; rüşvetin kapısından girmiş olur. Yani birinin bir işini hatır için halletmeye karşılık bir şey almak da rüşvet gibidir.

Bir belediyeye, hastahâneye, resmî bir kuruluşa gittiğiniz olmuştur. İstenen rüşveti verdik mi? Belki de vermişizdir. Çünkü sadece alanın değil, verenin de büyük bir günah içinde olduğunu bilmiyor olabilirsiniz.

Halledilen işin sonunda alınan hediyenin rüşvet olduğunu biliyor muyuz? Çevremize bakalım;

«Ben ibâdetlerimi yapıyorum, İslâmî hayatı da yaşıyorum.» diyen milletvekillerine, idarecilere, memurlara, hâkimlere, doktorlara, öğretmenlere bakalım. Velinin işini kolaylaştıran öğretmen, hastanın işini kolaylaştıran doktor, vatandaşın zor işini halleden milletvekili ve diğerlerinin aldığı hediyeler ve aracı olanların aldığı hediyeler büyük günahların içindeyse, hayatımızdaki örnekler devam ediyorsa, mânî olamıyorsak aynı günahın içinde değil miyiz? Vazifeli olanlar, beklenen işleri yapmak zorundadırlar. Karşılığında rüşvet vermek, hediye vermekle onları her işte, bir şey beklemeye alıştırıyoruz. Ya veremeyenler… Onların hakkı yenmiş olmuyor mu?

«İnancımı yaşıyorum.» diyen bazı annelerin önemli günlerde öğretmene aldığı pahalı hediyeler ve o hediyeyi alan öğretmenlere yanlışlarını anlatmakla görevli değil miyiz?

«Zulüm» edenler ve onlara göz yumanlar:

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:

“Bizi aldatan bizden değildir.”

“Hepiniz birer (baş, çoban veya) idarecisiniz ve idare ettiklerinizden mes’ulsünüz.”

“İdare ettiği kimseleri aldatan idareci cehennemliktir.”

“Yüce Allah; birilerinin idaresini bir kimseye verir de, kendilerini nasihat ve iyi muameleyle kuşatmazsa, Allah ona cenneti haram kılar.” Buyrukların sayısını artırabiliriz.

Yaşadığımız hayata dönelim ve defterimize örneklerimizi sırayla yazalım. Çalışma hayatında insanları idare ettiğimiz devreler olmuştur. Bunları yaparken farkına vararak veya varmadan yaptığımız haksızlıklar olmuştur. Bizi uyaranlar sonra da şikâyet edenler olsaydı belki bir kısmımız doğru yolu bulabilirdi. Oysa bulunduğumuz her mevkide bizi uyaranların olmaması, topluma yapılan en büyük kötülüktür. Onlar, haksızlıkları sessizce seyrederken; haksızlığı yapanı günahta devama zorlamış, haksızlığa uğrayan mağdurların sayısını da artırmış oluruz. Her geçen sene içinde her kademede zulmedenlerin sayısı çoğalmaktadır. Bu zulüm karşısında susan idareciler, gazeteciler, köşe yazarları ve patronlar; «Ben günahın dışındayım, günahsızım.» diyebilirler mi? Susmaya değer mi?

Bizim sesli söyleyip yazmadıklarımızı siz, defterinize rahatlıkla yazabilir, sonra da çarelerini düşünebilirsiniz.

Son zamanlarda gündemde olan cinsî sapıklıklar ve doğruyu söyleyerek kınanmak istemeyenlerin durumu:

Lût -aleyhisselâm-’ın kavmi tarafından irtikâp olunan sapıklık alışkanlıkları Kur’ân-ı Kerîm’in birçok yerinde kınanarak anlatılmıştır.

Peygamber Efendimiz;

“Sizin için en çok korktuğum şey, Lût kavminin kötü amelidir. Bu işleri yapanlara Allah lânet etsin!” buyurmuştur. Örnek buyrukları çoğaltabiliriz. Yaşadığımız yıllara bakalım. Avrupa Birliği kararlarına uyarak serbestlik maddesini kabul ederken kaç kişi karşı koydu? İslâmî kesimin hanım yazarlarının bir kısmı karşı koymayı bırakalım, insan hakları adına savunuculuk yapmışlardı. Bu tür insanlar; moda adına, başörtü ve İslâm dîni adına konuşmalar ve röportajlar yapmışlardır. Bu televizyon ve gazetelerin bir kısmı da bildikleri ve bilmedikleri için bu kişilerle beraber olmuşlardır. Bu kişiler bazen gazetecidir, bazen yazı işleri müdürü, İslâmî hassâsiyeti olanlar, bu konuda da ayırım yapmaktan yana değildir. Kendileriyle ilgili bir mesajı verdikleri için diğer yönlerini çok çabuk unutabilmişlerdir.

Günahların, haramların karıştığı bir dünyada doğruları söylemekten çekinen yazarların, idarecilerin, ilâhiyatçıların durumunu terazinin hangi kefesine koyabiliriz?

Hayatımızdaki yanlışlar okumamaktan ve düşünmemekten kaynaklanıyor. Okurken ve dinlerken düşünmeyi, mukayese etmeyi, soru sorarak daha iyi anlamayı alışkanlık hâline getirmediğimiz için; evlerimizdeki cilt cilt kitaplar, dergiler, dinlediğimiz sohbetler bize tesir etmiyor. Hastalığımız belli: Düşünmeden okumayı ve dinlemeyi seviyoruz.

2010 yılında yeni bir tarzını hayatımıza geçirelim. Günah ve sevap defterimize yazarak, kendimizi kontrol etmeyi deneyelim. Okurken, dinlerken düşünmeye çalışalım. Anlatılanlarla kendi hayatımızı mukayese ederek eksiklerimizi ve yanlışlarımızı bulmaktan çekinmeyelim.

Bir saat tefekkür, bir sene nâfile ibâdetten hayırlıdır. Her akşam; sevap ve günah defterlerimize yazılanları okuyarak kendimizi kontrol ediyoruz. Ev halkı, komşular, arkadaşlar beraber olduğu zaman; zamanımızın bir kısmını, günahlar ve sevaplara ayırarak hayatımızı kontrol altında tutmaya çalışıyoruz. Hayatımızdaki doğruların ve yanlışların hikâyesi, örnek hayatların hikâyesi, Peygamber Efendimiz’in hayatı; doğru yolda ilerlerken bize rehber olacaktır. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; her gece ölmüş olmayı düşünüp, her sabah yeniden dirildiğimizi düşünmeyi tavsiye ediyor. O zaman hayatımız; daha anlamlı olacaktır.