Huzurla Yaşamak İçin ÖLDÜĞÜNÜ DÜŞÜN!

Ahmet ZİYLAN

Geçen ekonomik krizin alevli günleriydi. Döviz altüst olmuş, bankalar birbiri ardına devriliyor, birçok şirket sarsıntı geçiriyor. O günler içinde, tanıdığımız, birlikte yolculuk ettiğimiz bir ayakkabıcı ziyaretime geldi. Beni sever, sevincini, kederini benimle paylaşır. Kriz sebebiyle işleri hayli etkilenmiş, benimle dertleşmeye gelmiş, başladı mahzun mahzun anlatmaya:

“–Hacı amca, tatlı pişiriyoruz, acı yiyoruz. Tencereyle pişiriyoruz, koyuyoruz; kimse elini sürmüyor. Ne iştah kaldı ne bir şey! Bankaya borcumuz vardı. Banka her gün; «Şu kadar faiz!» diyor. Biz mahvolduk, öldük! Ne diyeceğimizi şaşırdık. On beş günden beri doğru dürüst ne yemek yedik, ne uyku uyuduk!.. Bir ben mi? Hayır, kardeşim de öyle, öteki kardeşim de öyle… Hanım, çoluk-çocuk, hepimiz perişanız. Ya sus-pus oturup somurtuyoruz, ya birbirimize çatıyoruz; başka bir şey yapmıyoruz. Elimizden gelen bir şey de yok. Her gün biraz daha ölüyoruz. Dedik, hacı amcamıza gidelim de bize biraz nasihat etsin, rahatlayalım.”

Dedim ki:

“–Kardeşim, bunlar hep geçici şeyler… Şimdi gel en kötüsünü düşünelim;

İşler tahmin edemeyeceğin kadar kötü gitti. Ne olacak? Malın gidecek. Hepsi gidecek. İşyeriniz gidecek, eviniz gidecek, arabanız gidecek… Ne kadar fecî gözükse de neticede hepsi mal… Hepsi gelip geçici şeyler…

Fakat bir de şöylesini farz edelim, şöyle film gibi gözümüzün önüne getirelim:

Bu allak-bullak kafayla dışarı çıktın, arabaya bindin. Gittin bir yere tosladın. Pek çok trafik kazası, kafa dağınıklığından olmuyor mu? Anlattığın kadar kafayı takarsan -Allah korusun- olur mu olur!

Gittin vurdun. Polis geldi, cankurtaran geldi, seni âcil servise götürdüler. Ailen, kardeşin, eşin-dostun duydular, koşup geldiler… Hastaneye, yoğun bakımın önüne getirdiler. O an diyorsun ki:

«Benim malım-mülküm, servetim hepsi gitsin, yeter ki sıhhatim geri gelsin.»

Hanımın ne diyor:

«Servetin hepsi gitsin, tek şu kocam kurtulsun!»

Çocukların öyle, annen baban öyle… Mal-mülk hepsi bir tarafa, sıhhat, âfiyet, huzur bir tarafa…

Bu tabloyu gözünün önüne getirip düşünebiliyor musun?

Böyle düşün.

Böyle düşündüğün zaman dünyanın bir ton endişesi senin kafana girmez. Seni fazla yıpratmaz. Çünkü -Allah muhafaza- çok düşünürsen kafayı oynatırsın. Sonuca şükretmek, takdîre râzı olmak; hiçbir şeyi değiştirmese de en azından seni sıhhatli tutar, mutlu eder.”

Adam bu nasihatlerimin üzerine dedi ki:

“–İyi de hacı amca nasıl yapacağız? Bu kadar borç ya şöyle olursa, ya işler daha kötüye giderse…”

Baktım daha dersini almamış; dedim ki:

“–Bak, ben seni demin yoğun bakıma soktum. Daha dinlemezsen birazdan öldürürüm ha!”

“–Öyle ya! Hastalık da derdine derman olmadıysa öldüğünü düşün, ölümü tefekkür et.

Binlerce yıldır, nice Allah dostu bu yolu gösteriyor:

Tefekkür-i mevt yap.

Öldüğünü düşün.

Stres sizi bu anlattığın durumlara sürüklüyor.

Öyleyse kendinize gelin, önce bir şükredin, hamd edin, önce bir râzı olun;

«Allâh’ın dediği olur!» deyin. Böyle gergin olmakla, takdîre râzı olmamakla, bir defa kendi canınıza rahatsızlık veriyorsunuz.”

Dünyanın varının da yoğunun da çaresi ölümü düşünmek…

Dünya malının varlığı da yokluğu da insana çeşitli dertler getirir.

Adam; para kazanacağım, dünyalık edineceğim diye -Allah korusun- harama el uzatabilir, fâize bulaşabilir.

Zengin olur, bu kez zenginlikle başı dönebilir; Kārun gibi, Sa‘lebe gibi Allah muhafaza buyursun, sefâhate, gurura, kibre, bencilliğe, cimriliğe kapılabilir.

Mal elinden gidecek olsa da bu sefer isyana, strese hattâ intihara kalkışabilir.

Bütün bunların panzehiri, ölümü düşünmek.

Ölümü düşünen; ölümden sonra her lokmanın hesabını vereceğini hatırlar, harama el uzatmaz…

Ölümü düşünen; fânîliği idrak eder, gurura kapılmaz, fânî için ne o kadar sevinir, ne o kadar üzülür.

Ölümü düşünen; malı-mülkü emânet görür, âhireti kazanmak için bir vesile edinir. Parayı gönlüne sokmaz, onu bir vasıta olmaktan öteye geçirmez.

Ölümü düşünen; canı bahşedenin onu bir gün kabzedeceğini hatırladığı gibi, malı verenin de geri alabileceğini hisseder.

Ölümü düşünen; kefeni de düşünür, cebi olmayan kefeni giyip bu dünyadan ayrılacağını düşününce cimrilik etmez, infaktan korkmaz.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“Lezzetleri yıkıp geçen ölümü çokça anın.” buyurmuş.

Ölümü düşünen, şükrü de anlar. Emânetçisi olduğu malların hepsi gitse;

“Gittiyse gitti, ne var? Sıhhatim iyi ya! Allâh’ın keremine şükür, yine yiyorum ya, bir kuru ekmek de olsa yiyorum.” diyebilecek olgunlukta olur.

Yeni neslin bu konularda; yani kriz, kayıplar, başarısızlıklar karşısında direnci daha zayıf… Çünkü mâneviyat zayıflıyor. Hırs alabildiğine tahrik ediliyor.

Doçent bir hoca 10 tane işadamı ayarlamış. Halkla ilişkiler, işletme ve ekonomi okuyan son sınıf öğrencilerine bu işadamlarını birer buçuk saat konuşturuyor. Böylece pratik hayattan, gerçek iş dünyasından gerçek ağızlardan tecrübeleri dinliyorlar.

İnsan kaynakları uzmanı Prof. Dr. İlhan ERDOĞAN da diyor ki:

“Sizin gibi işadamlarının tecrübelerle dolu hayatlarını şimdiki üniversite gençliğinin bilmesi çok faydalı. Çünkü gençlerin morali bozuk. Gençler, ümitsizliğe kapılmış durumdalar. Ümitsizliğe kapıldıkları için; sizin bu ümitle, sabırla verdiğiniz mücadeleler ve teşebbüsler onların morallerini düzeltiyor.

Gençler, yaşanmış onca sıkıntıya rağmen ulaşılmış başarıyı görünce ümitlenirler. Yolda yaşayabilecekleri sıkıntılara daha rahat göğüs gererler, yılmazlar, sabırlı ve azimli olurlar.”

Edison’un bir hikâyesi var ya. Adam ampul için 990 küsur deneme yapıyor, başaramıyor, ama yılmıyor; olumsuz değerlendirmiyor;

“990 küsur yolu denedik, artık hedefe yaklaştık!” diye müsbet değerlendiriyor.

Başarıya ulaştıktan sonra, halka göstermeye giderken çırağının ayağı tökezliyor, tek model ampulü kırıyor. O kadar uğraşılan çalışmayı gösterişe giderken kırıyor. İkincisini yapıyorlar, ikincisini yine o çırağa taşıttırıyorlar.

“Sen kırdın, bunu sen taşıma!” demiyorlar. Çünkü öyle yaparlarsa;

“Yine kırarsın!” hükmünü vermiş olacaklar. O adamın yolunu açıyorlar. Yoksa hayatı boyunca;

“Ben onu kırdım.” diye tıkanacak.

Edison;

“Durun, ampulü yine o taşıyacak.” diyor.

“Bir defa hata yaptı diye o adamı öldüremeyiz.”

Bu, işin ümit verme tarafı…

Diğer yandan, aşırı ümitli, fazla iyimser ve heyecanlı gençliğin de tecrübe ile fren nedir öğrenmesi lâzım. Hayatın rotasını, fırtınasını öğrenmesi lâzım.

Ölüm tefekkürü gibi yine tasavvufta yer alan nefis terbiyesi…

İşte fren eğitimi…

Kendini, yani nefsini, serkeş duygu ve arzularını disipline etmemiş kişi; frensiz, direksiyonsuz arabaya binen kişi durumunda… Zaten eskiler de nefsi ata benzetiyorlarmış.

Gaza basıyorsun araba gidiyor. İyi de fren yoksa durmak gerektiğinde nasıl durur; direksiyon yoksa nereye gider, nasıl yönlendirilir?

Ne olacak?

Toslayacak…

Fren bilmezse, nefsini eğitmezse gidip bir yere toslayarak durur.

Maddî açıdan, dünyevî açıdan işler rayında gidiyor gibi gözükse de öbür dünya açısından yine fren nedir öğrenmezse, en kötü toslama mezar taşına olur.

Nefsimiz bir enerji küpü…

Enerji, iyi kullanırsan faydalı. Eğitmezsen, âfet, tehlike, zarar, bomba!..

O yüzden bu bineği kullanmayı iyi öğrenmek lâzım. Herkese lâzım. Sadece hocalara, öğretmenlere değil, mâneviyat eğitimi işadamlarına da lâzım.

Keşke geleceğin işadamları da mâneviyatla hemhâl olsa… Îmanlı olarak yetişse… Mâneviyat ilmini, sanayi ve ticaret kabiliyeti ve tecrübesiyle birleştiren bir gençlik yetişse!

Çünkü başarmaktan, kazanmaktan, kalkınmaktan murat ne? Adam kazanıyor, parasını Dubâi’de yiyor, Paris’te harcıyor. Ülkesinde kazanıyor, gidip elin memleketine harcıyor. Bu mu maksat?

Hayır!

Kazanmaktan, başarmaktan, kalkınmaktan, güçlü, imkânlı olmaktan gaye; istifade ettirmek… Arı, bal üretir ve herkes ondan istifade eder. Çalışırken çiçekler istifade eder, tozlaşma olur. Ürününden, balından insanlar ve mahlûkat istifade eder.

İstifade ettirmiyorsa, nefsinden ve birkaç hempâsından başkasına hayrı yoksa niye bütün bir millet, hükûmet, eğitim kurumları uğraşsın; gençliğimiz başarılı olsun, kalkınsın, kazansın diye?

Gerçek saâdet; israfla, savurmakla, dünyaya beyhûde yere kazık çakmaya uğraşmakla elde edilmez. Gerçek mutluluk, para kazanmakla elde edilmez. Çünkü kazanmayla gelen sevinç er-geç mezara girip kaybedileceğini bilmekle yerini hüzne bırakır. Fakat parayla, imkânla bir gencin yüzü güldürülürse; bir yetime gelecek kurulursa; insanların istifade edeceği kalıcı bir eser ortaya konursa; işte o zaman ebedî saâdet Allâh’ın izniyle müyesser olur.

O zaman insan strese yenik düşmez.

İnsan, o zaman yorgunlukların gerçek semeresini aldığını hisseder.

Fakat insan; parayı kalbine gömerse, o paradan bir parça koptuğu anda canından kopuyor gibi hisseder.

Cenâb-ı Hak, ölmeden önce ölmeyi, yani hesaba çekilmeden kendini hesaba çekmeyi başaran kullarından eylesin. Âmîn!..