HİDÂYET SIRASI GELİR MİYDİ?

Handenur YÜKSEL

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in müezzini Bilâl-i Habeşî, 581 yılı civarında Serat’ta (veya Mekke’de) Cumah kabîlesinde doğdu. Müslüman olan babası ve annesi gibi, Ümeyye bin Halef’in kölesiydi. Mekke’de müslüman olduğunu açıkça söyleyen ilk yedi kişiden biri olduğu için; sahibi, öğle vakitlerinde onu kızgın güneş altında sırt üstü yatırır, büyük bir kaya parçasını göğsü üzerine koydurur, sonra da İslâm’dan vazgeçerek putlara tapmaya zorlardı. Hazret-i Ebûbekir tarafından âzâd edilerek hürriyetine kavuşan Bilâl-i Habeşî, hicretin birinci yılında Hazret-i Peygamber’in öğrettiği ezanı O’nun emriyle ilk defa okumasıyla meşhurdur. Hayatı boyunca, Efendimiz’in müezzinliğini yaparak yanından hiç ayrılmayan Bilâl-i Habeşî, altmış yaşları civarında (641) Şam’da (veya Halep’te) vefat etti.

***

Bir gün Bilâl-i Habeşî, mescidin bir köşesinde tefekkürle meşguldü. Tefekkür sırasında zaman zaman gözlerini kapatıp farklı âlemlere dalıyor, bazen da galeyâna gelip;

“Allah, Allah!” diye feryat ediyordu. Biraz ötesinde oturan Hazret-i Ömer, bu cezbeli ve taşkın davranışı yerinde bulmayarak, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e şikâyette bulundu:

“–Ya Rasûlâllah! Bilâl, zaman zaman; «Allah, Allah!» diye bağırarak, mescidde huzurumuzu bozuyor.”

“–Niçin öyle yaptığını sordunuz mu?”

“–Hayır, sormadım.”

“–Öyle ise, Bilâl’i çağır da sebebini soralım.”

Az sonra Bilâl huzura geldiğinde, Efendimiz şöyle sordu:

“–Yâ Bilâl, nedir böyle zaman zaman coşmanın sebebi?”

Bilâl şöyle cevap verdi:

“–Ya Rasûlâllah! Allah Sana her şeyi vermiş, ama istediğin kimseye hidâyet etme yetkisi vermemiş. Düşünüyorum da, şayet Rabbin Sana, insanlara hidâyet etme salâhiyeti de vermiş olsaydı, İslâm’ın ilk günlerinde, benim gibi Habeşli bir köleye hidâyet sırası gelir miydi?

Sen’in çevrende Mekke’nin büyükleri, Hâşimî ailesinin yakınları vardı. Önce onlara hidâyet etmeyi isteyecektin. Benim gibi bir köleye kim bilir ne zaman sıra gelirdi? Ama şimdi Bilâl de hidâyet nimetine ermiş, Mekke eşrafında olmayan bir saâdete sahip olmuş. İşte bunları tefekkür edip düşündükçe coşuyor, sevincimden; «Allah, Allah!» diye feryat etmekten kendimi alamıyorum.

Ömer kardeşim, taşkınlığımı hoş görüp bağışlasın beni!”

***

Bilâl Efendimiz gibi, bu taç bizim de başımıza konmuş, acaba farkında mıyız? Bu nimete gereken şükrü edâ edebiliyor muyuz?

EY ALLÂH’IM, BENİ YALNIZ BIRAKMA!

Büyük Selçuklu Veziri Nizâmülmülk, 1018 yılında Horasan’ın Tus şehrinde doğdu. Devrin meşhur âlimlerinin sohbet ve derslerine katılıp yazı ve hitâbet sanatında ileri bir seviyeye ulaştı. Horasan’ın Selçukluların eline geçmesinden sonra babasıyla birlikte Selçukluların hizmetine girdi. Kısa bir süre sonra Merv’de bulunan Çağrı Bey’in ordusuna katılan Nizâmülmülk, onun vefatından sonra Tuğrul Bey zamanında Horasan’ı yönetmeye başladı.

Çağrı Bey’in oğlu Alparslan zamanında vezir tayin edilen ve -Malazgirt hariç- Alparslan’ın bütün seferlerine katılan ünlü devlet adamı, bu savaşların kazanılmasında büyük rol oynadı. Adaleti, idarî kabiliyeti, hikmetli sözleri ve güzel ahlâkıyla tanınan Nizâmülmülk, dönemin anarşistleri olan Bâtınîlerle askerî, siyasî ve ilmî metotlarla mücadele etmesi sonucu düşman ilân edilmişti.

1092 Ekim’inde 74 yaşında iken, bir Bâtınî fedâîsi tarafından şehid edilen ünlü vezir, devlet yönetimiyle ilgili «Siyasetnâme» adlı meşhur eserin de sahibidir.

İslâm eğitim tarihinde önemli bir yere sahip olan ve tarihe medrese yaptıran ilk vezir olarak geçen Nizâmülmülk, ölüm hâli sırasında şunları söyledi:

“Ey Allâh’ım! İşte ölüyorum ve elim bomboş… Ey Allâh’ım; ömrüm boyunca ben, Sen’den bahseden birini görünce, -ne çeşit bahsederse etsin- sözünü satın aldım, ona yardımda bulundum, ona dost oldum. Ey Allâh’ım! Ömrüm boyunca ben, Sen’in sözünü satın almayı öğrendim, ama Sen’i bir gün olsun başkasına satmadım, Sen’den başkasını dost tutmadım… Bunun hatırı için beni affet!

Öyle bir an gelecek ki orada Sen’den başka kimse olmayacak, Sen’den başka dost kalmayacak, orada beni yalnız bırakma. Beni sevenler götürüp toprağa bıraktıktan sonra çekip gidecek, beni yalnız bırakacaklar; o zaman, Sen beni bırakma!”

MEZARDAN KONUŞMUŞA BENZİYOR!

Istabl-ı Âmire Müdürü (Ahırlar Âmiri) Mehmed Bey’in oğlu olan Muhsinzâde Abdullah Hamdi Bey, 1832’de İstanbul Kuruçeşme’de doğdu. On bir yaşında girdiği Kapı Ağası mektebindeki hocası Hâfız Mehmed Efendi’den sülüs ve nesih meşk ederek icâzet aldı. Daha sonra Kazasker Mustafa İzzet Efendi’ye intisap eden ünlü hattat, bir müddet Sadâret Mektubî kaleminde memur olarak çalıştı.

Sonraki yıllarda padişahın iradesiyle; «Menşe-i Küttâb-ı Askerî»ye «Hüsn-i Hat» muallimi tayin edilen Abdullah Hamdi Bey’e sultan tarafından «Reîsü’l-Hattâtîn» unvanı verildi (1877). Ardından Şifâ-i Şerif yazmakla görevlendirildi. 1899’da, 67 yaşında iken felç geçirmek sûretiyle vefat eden meşhur hattat, Eyüp Sultan Türbesi civarına defnedildi.

***

Hattat Abdullah Hamdi Bey, hat sanatına öylesine gönül vermişti ki, yakın dostu hattat Şefik Bey’le her buluştuklarında, hüsn-i hatta dair konuşurlar, yanlarında yazı ile ilgisi olmayanların bulunduğu esnada bile sohbeti yazıya ayırırlardı…

Bunun üzerine hocaları Üstad Mustafa İzzet Efendi, kendilerine şöyle nasihat verdi:

“Böyle yapmayın, yazı ile ilgisi olmayanlar sözlerinizden sıkılır, aleyhinizde bulunurlar. Bu gibi kimselerin yanında onların da karışabilecekleri şeylerden söz ediniz.”

Bir gün meşhur tarihçi İbnülemin Mahmud Kemal Bey, ünlü hattatı ziyaret ederek, tercüme-i hâlini (biyografi) yazmak istediğini söyledi. «Reîsü’l-Hattâtîn» şöyle cevap verdi:

“İnsan, hayatta iken tercüme-i hâlini yazar yahut yazdırırsa, mezara girip oradan konuşmuşa benziyor. Bundan tevahhuş ediyorum!”

İbnülemin Bey, ısrar etmeyerek niyetinden vazgeçmiş.

Mahmud Paşa yokuşunun alt tarafında bulunan Hacı Köçek Camii’nin dış kapısının üstündeki şu beyitle caminin kapısına bitişik çeşme üzerindeki kitâbe, merhumun hattıdır.

Sâat-i vâhidedir ömr-i cihan
Sâati tâate sarf eyle heman.*

BİRAZ BEKLEMEM GEREKECEK!

1858’de Lüleburgaz’da doğan Emrullah Efendi, 1881 yılında Mekteb-i Mülkiye’den mezun olduktan sonra; Yanya, Selânik, Halep ve Aydın vilayetlerinde maârif müdürlüklerinde bulundu. Galatasaray Sultânîsi’nde müdürlük yaptı. 1910’dan sonra iki defa Maârif Nâzırlığı görevini de yürüten Emrullah Efendi, 1913 Şubat’ında İstanbul Yeşilköy’deki evinde vefat etti.

Osmanlı eğitim sisteminin yenileştirilmesinde öncü rolü oynayan Emrullah Efendi, Türk toplumuna uygun bir eğitim sisteminin geliştirilememesi ve sırf ezberciliğe dayalı metotların takip edilmesinden yakınmıştı. Tek başına hazırlamaya giriştiği, Muhîtü’l-Maârif isimli ansiklopedik eserinin 639 sayfalık ilk cildini neşretmiş, ancak devamına imkân bulamamıştı.

***

Emrullah Efendi, oldukça dalgın biriydi. Bir gün, dairesinde çalışırken sık sık rahatsız edilmemesi için, bir levhaya;

«Nâzır Bey meşguldür girilemez!» diye yazıp kapının üzerine asmıştı. Bir ara, bir iş için dışarıya çıkan Emrullah Efendi, az sonra geri döndüğünde kapının üzerinde, kendisinin koyduğu;

«Nâzır Bey meşguldür girilemez!» yazısını görünce biraz durakladıktan sonra geri dönerek, şöyle mırıldanmıştı:

“Nâzır Bey meşgulmüş, o hâlde beklemem gerekecek!”

__________________
* İbnülemin Mahmud Kemal İNAL, Son Hattatlar, İstanbul, 1970, s. 22-23.