Sultan Abdülaziz: “RUSYA’YI YENERSEK ELLİ SENE RAHATIZ!”
Can ALPGÜVENÇ alpguvenc@gmail.com
Millî gayelere bağlılık bakımından son devir tarihimizin en büyük şahsiyetlerinden biri olan Sultan Abdülaziz; Sultan II. Mahmud’un ikinci oğlu olarak 7 Şubat 1830 gecesi, hünkârın kız kardeşi Esmâ Sultan’ın Eyüp Sultan civarındaki sarayında doğdu. Annesi, yaşayışı itibarıyla gayet dindar ve hayırperver bir kadın olarak bilinen Pertevniyal Sultan’dı. Şehzade Abdülaziz; kardeşi Abdülmecid’in saltanatı süresince (1831-1861) oldukça serbest bir hayat yaşayıp, iyi bir tahsil gördü. Akşehirli Hasan Fehmi Efendi’den Arap dili ve edebiyatı ile şer’î ilimler tahsil etti. Neyzen ve Bestekâr Yusuf Paşa’dan mûsıkî dersleri aldı. Arapça ve Farsçaya vukûfiyet kazandı; hattâ Arap edebiyatına dair bir risâle yazdı. Sporla da ilgilendi; Kurbağalıdere’deki köşkünde ava gitmek, güreşmek, yüzmek ve cirit atmak en sevdiği meşgalelerdi. Halk; kendisini müstakbel bir «Yavuz» gibi görmekte, hasretle saltanata geçmesini beklemekteydi.
BATININ OYUNCAĞI OLMAYI REDDETTİ
Sultan Abdülaziz; büyük birâderi Abdülmecid Han’ın 25 Haziran 1861’de vefatı üzerine, henüz otuz iki yaşında iken Osmanlı tahtına çıktı. Amel-i sâlih dolu bir hayat ile tanınan, gayret-i dîniyyesi ile bilinen bir sultandı. Keyif verici maddelere asla bulaşmamış, hattâ müskirat (sarhoş edici içkiler) aleyhinde hikmetli bir makale yazmıştı. Memduh Paşa; onun, saltanatının sonlarına doğru, su yerine zemzem içmekten mütelezziz olduğunu, ömründe hiç müskirat kullanmadığını belirtmektedir. Dînî vecîbelere riâyetkâr, beş vakit namazını edâ eden, her sabah Kur’ân-ı Kerim okuyan, pek kuvvetli îtikada sahip bir hükümdardı. Zaman zaman devrin âlimlerini huzurunda münakaşa ettirir, çoğu zaman kendisi de bu ilmî münakaşalara katılırdı.
Batının oyuncağı olmayı, onların arzularını yerine getirmeyi, onlara benzemeyi ilerleme kabul etmeyi reddediyordu. Devletin; kendi kültür ve medeniyetimizi ihyâ ederek, onu canlandırarak korunabileceğine inanıyordu.
VEKİLİMİZ AKRABASINI KAYIRIYOR!
Sultan Abdülaziz’in adı, yabancı ve karanlık kaynaklardan gelen tahsisatla beslenen «Jön Türk» gürûhunca, maksatlı olarak müsrife çıkarılmıştı. Hâlbuki hünkârın davranışları, yüce ecdadın mukaddes çizgilerine tamamen uygunluk göstermekteydi.
Meselâ; israfların aleyhinde bulunan sultan; Sadrazam Âlî Paşa’nın, akrabasından birine 600 kese harcırah ihsan etmesi üzerine sinirlenmiş ve sadâretten almıştı.
O sırada mâbeyn kâtipliğinde bulunan Ziya Paşa, padişahın;
“Fesubhânallah! Ben şunun-bunun medâr-ı taayyüşünü (geçim vasıtalarından) kesip, hazineyi tasarruf etmeye çalışırken; vekilimiz olacak zat, taallûkatını (hısım, akrabasını) kayırmak sevdasında dolaşıyor; artık bu adamla gidilmez.” dediğini kaydeder.
***
Hünkâr ayrıca, saraydan maaş alan lüzumsuz memurların görevlerine son vermiş, nezâretlerde ve özellikle Serasker Kapısı’ndaki memurlarda azaltmaya gitmişti. Sarayda altın, gümüş ve diğer kıymetli eşyanın kullanılmasını yasaklamıştı. Hassa hazinesinin üçte birini devlet hazinesine bırakacağını ilân etmiş, rüşvet işine karışanları cezalandırmıştı.
ÇADIRDA YAŞAMAKTAN KURTULAMAZDIK!
Kara ve deniz manevralarına katılması; askerle birlikte karavana yemesi; ordu, donanma ve askere gösterdiği itina ve çok açık sevgi; itibarını artırıyordu. Kuvvetli bir ordu ve donanma meydana getirme hususunda kararlıydı ve bu büyük hedefin kısa zamanda gerçekleştirilmesi gerektiği kanaatindeydi. Batılı devletlerin Osmanlı üzerinde kazandıkları siyasî, ticarî ve hukukî büyük imtiyazlardan kurtulmak için, bunu atılması gereken zarurî bir adım olarak görüyordu. Kudretli bir donanma vücuda getirmek gayesiyle, İngiltere tezgâhlarına 20’den fazla zırhlı sipariş etmiş, Haliç’teki tersaneyi o devrin en modern ve büyük gemilerini inşa edebilecek duruma getirmişti.
***
Vezirlerin liyâkatsizlikleri cesaretini kırmıyor, artırıyordu. Kalkınma işini bizzat üzerine almıştı. Mütercim Rüştü Paşa’ya kızdığı bir gün, kendisi huzurundan ayrıldıktan sonra, başmâbeyincisine dönerek:
“Benim ecdadım, bu gibilerin aklıyla hareket etmiş olsaydı, Konya Ovası’nda koyun sürüleriyle çadırda yaşamaktan kurtulamazdık!” demişti.
GEBERİŞLERİNİ ZEVKLE SEYREDERDİM!
Abdülaziz, batılıları sevmezdi. Sultan Abdülmecid, kardeşi veliahd Abdülaziz’in yabancı elçiler hakkındaki düşüncelerini özel doktoru Spitzer’e şöyle anlatmıştı:
“Birâderim, sefir ve konsolosların ziyaretlerini nasıl telâkki eder bilir misiniz? Ekseriyâ hiddetle! Bu gâvurlar size ne kadar dost görünürlerse görünsünler, yine de hepsi müttefikan bizim düşmanımızdır. Elimde olsa, hepsi birden kayığa bindikleri zaman topları üzerlerine çevirtir ve geberdiklerini kemâl-i zevkle temâşâ ederdim.”1
İnce ruhlu ve merhametli bir ahlâka sahip olan Sultan Abdülaziz’in bu sözleri; onun, yabancıların Osmanlı’nın içişlerine karışmalarına ne derece hiddetlendiğini ve bundan ne büyük acılar duyduğunu apaçık göstermektedir.
KIRIM’I ALMA TASAVVURU
Orta Asya’daki Türk devletlerini birer birer zapteden Rusya, yayılmacı politikasını sürdürüyordu. Sultan Abdülaziz; bundan büyük bir üzüntü duyuyor, bölge Türklerinin gönderdikleri acı dolu mektuplardan ciddî şekilde müteessir oluyordu.
Deniz ve kara ordusunun en kısa zamanda ve ne pahasına olursa olsun güçlendirilmesi fikrinde olan sultan; Mâbeyn Müşîri Ferid Paşa ile birlikte silâhhâneyi her teftişinde;
“Milletim henüz Rusya ile muharebe edecek seviyeye gelmedi!” diyerek, hüzünleniyordu.
İbnülemin Bey’in, Kâmil Paşa’dan naklen ifade ettiğine göre Kırım’ı geri alma tasavvurunda idi.
RUSYA’YI MAĞLÛP EDERSEK, ELLİ SENE RAHATIZ
Sultan, bir gün Tanzimatçı vezirleriyle şöyle konuşmuştu:
“Sizinle benim aramdaki fark şudur:
Siz; Avrupa’nın istediği ıslahatı yaparsak, onların menfaatlerini kollarsak, kanunlarda ve kıyafetlerde onlara benzersek, düvel-i garbiyyenin (batı devletlerinin) bize bir şey demeyeceğini ve bizi himaye edeceğini söylüyorsunuz.
Ben de diyorum ki; kuvvetli bir ordu ve donanma vücuda getirir, bunun ihtiyacını kendimiz temin eder ve Rusya’yı mağlûp edersek, elli sene rahatız ve büyük devletiz.”2
Sultan bu yola girdikten sonra; dışarıdan devamlı sûrette fitneye maruz bırakılmış, içeriden de vezir kaprisleriyle mücadele etmek zorunda kalmıştı. Bu gidişi gelecekleri için tehlikeli gören devletler; Osmanlı’nın başına sürekli mesele çıkarıyor, sultanın gayretlerini boşa çıkarmak için büyük çaba sarf ediyorlardı.
AVRUPA TAKLİTÇİLİĞİNİ SEVMEZDİ!
Ne çare ki dönemin devlet ricâli; sultanın bütün gayretlerine rağmen, yabancı devletlerin adamı olmayı, kendi millet ve devletlerinin hizmetinde bulunmaya tercih ediyordu. Sonunda batılı devletler; hem hıyânet ve alçaklık, hem de rezalet ve ahlâksızlıkta lider birini, Serasker Hüseyin Avni Paşa’yı satın almak sûretiyle menfur emellerine nâil oldular. Bu vatan hâininin liderliğindeki; «Paşalar Cuntası» 30 Mayıs 1876’da, tertiplediği bir darbe ile bu vatansever Osmanlı Sultanı’nı tahtından indirip, önce Topkapı Sarayı’na, ardından Fer’iye Sarayı’na hapsetti.
Fakat yaptıklarıyla yetinmeyen hâinler, darbenin dördüncü günü (4 Haziran 1876) bu gözü pek Osmanlı Halîfesi’ni, bilek damarlarını kestirerek hunharca katlettiler. Böylece; batı, Osmanlı’yı canlandırmak isteyen Sultan Abdülaziz’i kendi içindeki satılmışları kullanarak saf dışı bırakmış, onun gibi düşüneceklere gözdağı vermiş oluyordu.
____________
1 Ziya Nur AKSUN, Osmanlı Tarihi, İstanbul, 1994, c. 3, s. 418.
2 Ziya Nur AKSUN, Osmanlı Tarihi, İstanbul, 1994, c. 3, s. 422.