HERKES DÎNİNCE İBÂDET ETSİN!

Handenur YÜKSEL

Osmanlı Devleti’nin yedinci hükümdarı Fatih Sultan Mehmed, 1432’de Edirne’de doğdu. 29 Mayıs 1453’te 54 gün süren bir kuşatmanın sonunda İstanbul’u fethetti. Tahtta kaldığı 30 sene zarfında seferler ve gazâlarla meşgul oldu; 17 devlet, 200 civarında şehir ve kale fethederek, ilâhî rızâyı tahsil alanında büyük gayret gösterdi. Avnî mahlâsını kullanan Fatih, ulvî duygularını, yazdığı bir şiirinde şöyle dile getirdi:

İmtisâl-i «câhidü fillâh» olubdur niyyetüm
Dîn-i İslâm’ın mücerred gayretidir gayretüm

Meşhur batılı tarihçi Babinger, bir eserinde Fatih’i şöyle tarif eder:

“O; pek az güler, mütemâdiyen çalışır, cömert, tasavvurlarında inatçı, atılgan ve cesurdu. Her gün okumayı âdet edinmişti.” Fatih; ulemayı ve şairleri, tasavvuf erbabını ve sanatkârları, daima himaye etmiş, onlara tahsisatlar ayırmış, ilmî inkişaflar için müesseseler kurdurmuştu. 5 Mayıs 1481’de yeni bir sefer hazırlığı içindeyken Gebze yakınlarında vefat etti.

***

Fatih, Rumeli’deki fetihlerini sürdürerek Sırbistan sınırına ulaşmış; Ortodoks olan Sırp Kralı Brankoviç, Katolik-Macarlarla Müslüman-Türklerin arasında kalmıştı. Sırp kralı, ülkesinin bu iki devletten biri tarafından istîlâ edileceğini hissediyordu. Sultan Fatih’le Macar kralı Hunyad’a birer elçi göndererek, iki hükümdara da şu soruyu sormalarını istedi:

“Sırbistan idarenize bırakılacak olursa, milletimin dîni hakkında ne tür bir uygulamada bulunursunuz?”

Hunyad’ın cevabı şu oldu:

“Ülkenizdeki Ortodoks kiliselerini yıkar, yerine Katolik kiliseleri inşa ederim.”

Fatih Sultan Mehmed Han ise şöyle cevap verdi:

“Mabedlerde herkesin kendi dînine göre ibâdet etmesine müsaade ederim!”

Bu hoşgörü düşüncesi, Balkanlardaki fetihleri kolaylaştırdı.

DÜŞMAN ISLAHAT BEKLEMEZ

Sultan Abdülaziz 1830’da İstanbul’da doğdu. Tahta çıktığında 32 yaşındaydı. Edebî ve millî kültürü çok kuvvetliydi. Arapça ve Farsçaya vâkıftı, hüsn-i hatta mahareti vardı. Millî mûsıkîmize bağlıydı. Bizzat güftelerini yapıp bestelediği zarif eserleri vardır. Kuvvetli bir ordu ve donanma meydana getirmenin lüzumuna inandığı için, bu sahada büyük çaba gösterdi.

3 Nisan 1863’te Yavuz Sultan Selim’den bu yana hiçbir Osmanlı hükümdarının ayak basmadığı Mısır’a gitti. 1867’de Fransa ve İngiltere’ye gidip, Paris ve Londra’yı ziyaret ederek görüşmeler yaptı. Avrupa başkentlerini ziyaret eden ilk Osmanlı padişahıdır. Mithat Paşa’nın kışkırtması sonucu, 30 Mayıs 1876’da tahttan indirilerek Feriye Sarayı’na hapsedildi. Dört gün sonra da bilekleri kesilerek şehid edildi.

***

Kıbrıslı Mehmed Paşa’nın sadrazam olduğu günlerdi. Paşa, hummalı bir şekilde devletin yeniden tanzim ve ıslahına çalışıyordu. Bir gün sultana şöyle dedi:

“Hünkârım, devletimiz kabuksuz yumurta gibidir. Bir tarafından bir diken batsa, maâzallah hemen akıp gidecek. Onun için, önce maliyemizi ıslah edelim, sonra askeri tanzim edip donanmayı kuvvetlendirelim.”

Bu sözler Sultan Abdülaziz’i çok üzdü, başını hafifçe sallayarak:

“Evet, doğru söylüyorsun paşa; ama düşmanlar bizim mâlî ıslahatımızı beklemezler. Bir taraftan mutlaka biri çıkar. İşte Karadağ meselesi ortadadır. Bu meselenin halli ve Osmanlı’nın şânını göstermek; ancak mükemmel şekilde silâhlanmış askerle mümkündür. Bununla birlikte, imkânların elverdiği kadar ıslahata da çalışmak lâzımdır.”

BÂYEZÎD’E BAYRAK AÇACAĞIM!

Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde yetiştirdiği büyük devlet adamı, hukukçu ve tarihçi Ahmed Cevdet Paşa 27 Mart 1823’te Lofça’da doğdu. Devlet hizmetine, Rumeli kazaskerliğine bağlı Premedi kazası kadılığı ile başladı. 1850’de Meclis-i Maârif-i Umûmiye âzâlığına tayin edildi. 1853’te, 1774-1826 devresi Osmanlı tarihini yazmakla görevlendirildi. Daha sonra, zamanın siyasî olaylarını anlatan «Tezâkir-i Cevdet»i kaleme aldı. Anadolu kazaskerliği ve Halep valiliklerinde de bulunan Cevdet Paşa; Adliye, Evkaf ve Maârif Nazırlığı da yaptı. En önemli çalışması, Hanefî fıkhına dayalı bir kanun kitabı olan «Mecelle»yi hazırlamasıdır. Sultan Abdülhamid’in siyasetini benimsedi; Adliye Nâzırı sıfatıyla Mithat Paşa’nın Yıldız Mahkemesinde muhâkeme edilmesinde önemli rol oynadı. Paşa, 26 Mayıs 1895’te 72 yaşında iken vefat etti.

***

Sadârete, Reşid Paşa’nın yerine Âlî Paşa’nın getirilmesi çok kimseyi rahatsız etmişti. Bazıları Âlî Paşa’yı bu makama yakıştıramıyordu. Reşid Paşa ile Âlî Paşa’nın arası açılıp, taraflar birbirilerinin aleyhine geçtiklerinde, Ahmed Cevdet Efendi’nin (Paşa) ikisiyle de münasebeti değişmemişti. Bu sebeple paşaların dostları, sanki karantinalı imiş gibi, onunla görünmekten kaçınıyorlardı.

Bir gün Reşid Paşa’nın adamlarından ve Ahmed Cevdet’in de dostlarından biri, kendisine şöyle nasihat etti:

“–Cevdet Efendi, ya bizim tarafa gel, ya öbür tarafa git; iki bayraktan birine yazıl! Zira heyet-i hâzıra senden emin olamaz. Şunu bil ki, biz yarın meydana çıkacak olursak, ilk işimiz seni ezmektir.”

Ahmed Cevdet bu söz üzerine:

“–Ben devletin küçük rütbeli bir memuruyum, vükelânın ihtilâfına karışmak bana yakışmaz! Ben herkesle barışığım. Mutlaka bir bayrak altına girmek gerekiyorsa, Bâyezid meydanına bir bayrak açıp, yalnız başıma altında otururum.” diye cevap verdi.

TELLÂKLAR DEĞİŞTİ!

Şair Eşref, 1847’de Manisa’nın Kırkağaç ilçesinde doğdu. Manisa’daki Hâtuniye Medresesinde Arapça ve Farsça dersleri aldı. 1870’te Manisa vilayetinde memur olarak hayata atıldı. Turgutlu, Akhisar ve Alaşehir’de mal müdürlüğü yaptı. Birçok ilçede kaymakam olarak çalıştıktan sonra Gördes kaymakamlığına getirildi. Burada gördüğü yolsuzlukları şiirleriyle hicvedince bir yıl hapse mahkûm edildi. 1903’te Mısır’a kaçan Eşref, daha sonra hayatını Fransa, İsviçre ve Kıbrıs’ta devam ettirdi. II. Meşrutiyet’in ilânından sonra İstanbul’a dönen şair, «Eşref» ve «Musavver Eşref» isimli mizah dergilerinde başyazarlık yaptı. Emekli olduktan sonra doğduğu Kırkağaç’ın Gelenbe kasabasına yerleşti. 22 Mayıs 1912’de 65 yaşında iken aynı kasabada vefat etti. Eşref, Türk edebiyatının hiciv ustasıdır.

***

Meşhur şair ve hiciv üstadı Eşref, meşrutiyetin ilânından sonra İzmir’e dönmüştü. O sırada bir sürü idamlar, sürgünler, haksız mahkûmiyetler milleti dehşete düşürüyordu. Şair Eşref ve dostları Kordonboyu’ndaki bir kahvede sohbete dalmışlardı. Bir ahbabı içini dökmeye başladı;

“Ne değişti sanki? Yıllarca meşrutiyet, diye bağırdık. Ancak, millet neredeyse istibdat devrini arar oldu. Gayretimize yazık oldu; yani eski hamam, eski tas!”

Eşref, pos bıyıklarını sıvazlayarak güldü;

“Doğru” dedi. “Eski hamam, eski tas; lâkin içindeki tellâklar değişti!”