BAKIŞ AÇISI HİKMET OLURSA

Ahmet ZİYLAN

Çoğu kez bir hâdisenin zahiri, içyüzünden çok farklıdır. Göz ibretle bakarsa perdenin arkasını, işin özünü görür.

Hikmetten nasipli kişilerin söz ve fiilleri, isabetli olur. Sadece birinci adımda değil, nihayette de tam on ikiden vurmuş olur. Fakat hikmetten nasipsiz, aceleci, kuru mantıkla, ham bilgiyle söylenen sözler sahibini utandırır, davranışlar boşa çıkar, isabetsiz olur.

Eskilerin irfan ehli, nazik, zarif insanları hep hikmetli, nükteli konuşurlardı. Sözleri derin mânâlı olurdu. Çünkü onların bakış açıları, dar dünya penceresinden değil, geniş âhiret ufuklarından idi.

Arkası düşünülmeden söylenen bir söz ve hüküm ve onun hikmetle, zarif bir şekilde tamirine dair babamdan dinlediğim bir hikâye vardır:

Bir gün Harun Reşid maiyetiyle birlikte şehrin bir yerinden geçiyormuş. Süslü atlar üzerinde merasim hâlinde… O sırada bir gürültü kopmuş. Evin birinde kıyâmet kopuyor. Bir adamın öfkeli bağırışları, bir kadının acıyla çığlıkları, büyük bir patırtı… Belli ki adam karısını dövüyor! Halîfe hemen emretmiş:

“Ne oluyor orada, hemen tespit edin! Bu adam karısını niçin dövüyor, bana bildirin!”

Etrafındaki vazifeliler hemen gitmişler, bakmışlar ama vaziyetin âkıbetini de düşünmeden edememişler. Koca hükümdar bu… Dediği dedik, çaldığı düdük… Üstelik duyduklarından dolayı iyice gazaplanmış… Burnundan soluyor;

Eğer; «Kadın fenalık yapmış da kocası onun için dövüyor.» deseler; tutacak kadına büyük bir ceza verecek. Kadıncağız yediği dayağın üzerine bir de ceza çekecek…

«Kadın masum, adam zalim onun için dövüyor.» deseler, bu sefer adama kim bilir ne ceza verecek? Kadın, çoluk-çocuk hepsi mağdur olacak.

Hemen oracıkta vaziyeti idare etmek için bir yalan uydurmuşlar. Gelmiş demişler ki:

“–Efendim adam biraz deli, onun için karısını dövüyormuş.”

Delinin aklı olmadığından cezaî ehliyeti yoktur… Suçu, günahı olmaz. Böylece akılları sıra hem adamı kurtaracaklar, hem kadını…

Ama hükümdar bu… Öfkelenmiş bir kere! Ferman buyurmuş:

“–Delilerin hanımları boş olsun! Bundan böyle kadılar deli olduğu tespit edilen adamların nikâhlarını feshetsinler ki kadınlar boşu boşuna delilerin elinde eziyet çekmesin!”

Ferman böyle…

İlk bakışta masum ve mâkul…

Ama istismara açık.

Başlıyor bir furya… Şu veya bu sebeple birinin başına çorap örmek isteyen iki kişi birleşiyor, kadıya başvurup; «Filânda delilik vardır.» diye şahitlik ediyorlar; zavallı adamın nikâhı iptal ediliyor. Deliliğin ispatı için de delil bulmak zor değil. Müslümanın deli olmayanı var mı? Herkesin bir deli tarafı vardır. Böyle nice aileyi perişan ediyorlar.

İki kişinin durumunu kurtaralım, derken bütün milletin rahatını kaçıran devlet erkânı bu sefer; «Ne yapalım, ne edelim de bu kararı bozduralım?» diye kara kara düşünmeye başlamışlar.

Sonunda, bunu söylese söylese Behlül Dânâ söyler, demişler. Ona başvurmuşlar. Behlül;

“–Söyleriz, ondan kolay ne var!” demiş. Eline bir çekiç alıp, Harun Reşid’in sarayına varmış, başlamış duvarındaki canım mermerleri kırmaya.

Behlül, Harun Reşid’in kardeşi… Bir şey söyleyemiyorlar. Gidip halîfeye;

“–Behlül’e bir hâl oldu, sarayın duvarlarındaki mermerleri kırıyor, parçalıyor.” diyorlar. Bunun üzerine Behlül’ün huyunu-suyunu iyi bilen Harun Reşid kalkıp gelmiş yanına;

“–Kardeşim Behlül, duvarı niye kırarsın?” demiş.

Behlül bir yandan işine devam edip bir yandan cevap vermiş:

“–Buraya bir fare kaçtı. Bana da vergi borcu vardı. Onu vermedi. Burayı kırıp ona ulaşacağım, ondan vergimi alacağım.”

Halîfe bakmış, hiç mantıklı bir lâf değil. Meseleyi başka türlü hâlletmek gerek… Sormuş:

“–Pekâlâ onun kaç kuruş vergisi vardı?”

“–1 kuruş.”

“–Ben sana onun vergisini versem, orayı kırmadan vazgeçer misin?”

“–Geçmem!”

“–Yahu niye?!”

“–Şimdi gider o hepsine haber verir, bundan sonra hiçbiri bana vergi vermez.”

Harun Reşid böyle de hâlledemeyince; «İkna etmeye çalışayım.» demiş;

“–Kardeşim Behlül, tamam sen haklısın ama kardeşin bu sarayı yirmi sene uğraştı yaptırdı, bu güzel sarayı şimdi bir kuruş için kırmak, harap etmek akıl kârı mı? Düşün bir, bu yaptığın akıllı işi mi?”

Behlül Dânâ bu beklediği cevabı alınca, duvarı kırmayı bırakmış, halîfeye dönmüş;

“–Haklısın…” demiş ve devam etmiş;

“–Senin kaç günlük ömrün var?”

“–Kim bilir, belki bir saat, belki on gün, belki on sene?”

“–Pekâlâ senin ebediyyen kalacağın, milyonlarca sene duracağın yere doğru-dürüst bir şey yapmayıp da belki de sadece bir saat daha kalabileceğin dünya hayatı için yirmi sene harcayarak bu koca sarayı yaptırman akıllı işi mi?”

Harun Reşid hem verecek cevap bulamadığından hem de daha fazla uzatmak istemediğinden;

“–Çok akıllı işi değil” demiş.

Behlül, ısrar etmiş:

“–O zaman deli işi?”

Harun Reşid başını sallamış, yine kabullenmiş:

“–Evet, deli işi…”

Behlül Dânâ patlatmış:

“–Öyleyse, nikâhın düştü, hanımın boş oldu.”

“–O nereden çıktı?”

“–Sen değil misin; «Delilerin hanımları boş olsun» diyen? Kendi fermanınla boşa bakalım şimdi sultan hanımı!”

Halîfe fermanının yanlışlığını böylece anlamış ve feshetmiş.

İşte en şanlı vezirlere kadar kimselerin söyleyemediği, açamadığı meselenin hâlli… Behlül, delilik gibi görünen ama içyüzü hikmetle dolu birkaç hareket ve sözle halîfeye, kararının yanlışlığını göstermiş. Sadece fermanının yanlışlığını değil, âhiret-dünya dengesini ihmal ettiğini de kabul ettirmiş.

Öyle ya…

Dünya fânî… Ömrün vefâsı yok…

Elli sene uğraşıp mermerlerden, granitlerden en kıymetli malzemelerden bir büyük şâheser inşa edersin; beş dakika sonra ecel geldiyse toprak dolu kabrin içindesin.

Öyle âciziz ki… Kabir hakikati karşısında yapacak hiçbir şey yok. Bir cenazede gördüm, zengin fakat cimri bir adamın cenazesiydi. Antep’te kabre tahta yerine taş konulur, ara boşluklara da küçük taşlar konulur. Bu adam için iki torba çimento getirdiler, mezarlıkta kardılar, betondan yaptılar. Niye?.. Toprak girmesin diye. Ne kadar acı…

Bunları biliyoruz bilmesine ama unutuyoruz, gaflete dalıyoruz. Hikmet sahibi insanlar ise o derin sözleriyle bunu hatırlatıyorlar. Şuura erdiriyorlar.

İşin içyüzünü görmeyince yaptıklarını delilik sanırsınız, ama hiç de öyle değildir. Buna benzer bir hâdise de benim başımdan geçti.

Çanakkale, Ezine’de askerlik vazifemi yapıyordum. Orada şahit oldum. Bir adamcağız… Hemen hemen her gün iki sepet kavun-karpuz doldurup, kışlanın kenarına geliyor, satıyor. Askerler de geleceği saati biliyor, gidip alışveriş yapıyorlar.

Ama bir garip alışveriş…

“–Bu kaç lira amca?” diyorlar.

“–Elli kuruş.” diyor.

Çıkarıp on kuruş veriyorlar. Bakmıyor, cebine koyuyor.

“–Şu kaç lira?”

“–Yirmi beş kuruş.”

Beş kuruş veriyorlar, alıyor, cebine koyuyor. Zaten iki küfe kavun-karpuz yarım saatte bitiyor. Hem de kapış kapış, telâş içinde.

Ben içimden olan bitene öfkeleniyorum. Niye malına sahip çıkmıyor bu adam! Kenarda durdum, bekledim. İş bitince nasihat edeceğim. Kavun-karpuz bitti. Adam cebindekileri çıkarıp saydı. Şimdiki gibi aklımda:

170 kuruş. İki küfe kavun-karpuza karşılık 170 kuruş. Ben de bakıyorum. Bana da karışmıyor.

İşi bitmiş, kalkıp gidecekken dedim ki:

“–Amca dikkat etsene, bak; «Elli kuruş» diyorsun, on kuruş veriyorlar, «yirmi beş kuruş» diyorsun, beş kuruş veriyorlar. Dikkat et biraz!”

“–Sana ne oluyor?” dedi.

“–Yazık oluyor, görmüyor musun kandırıyorlar seni.” dedim.

“–Kandırsınlar sana ne!” dedi.

Şaşırıp kalmıştım. Saf zannettiğim adam meğer bunu o saf görüntüsü içinde bilerek yapıyormuş.

“–Fakir olana da olmayana da böyle yapıyorum. Ben yaptığımı bilmiyor muyum? Hem yiyen kim ki? Anadolu’nun dört bir yanından ana yurdundan, baba ocağından kopup gelmiş asker evlâtlar…” dedi.

Çanakkale harbinin taze izleri sebebiyle, halkın askere teveccühü orada daha bir fazla idi. Meğer adamın ne derin bir hâli varmış. Ben de böyle hikmet ve irfan sahibi bir adamın zihniyetini anlayamamış, onu paradan anlamaz, herkesin kandırdığı bir zavallı sanmışım da, ona nasihat etmeye kalkmışım.

Anlatırlar…

Hazret-i Ömer’in oğlu Abdullah -radıyallâhu anhümâ-, namaza başladığını görünce hemen kölesini âzâd edermiş. Onun bu hâlinden istifade edip âzâd olmak için sûretâ namaza başlayanlar da olmuş. Bu durumu gelip bu büyük sahâbîye bildirmişler. O da şu hikmet dolu cevabı vermiş:

“Biz kim için aldatılacağımızı biliriz!”

Namaz vesilesiyle âzâd olan kişi, velev ki henüz namazın sırrına erememiş olsun, ömrü boyunca namaza karşı ne büyük bir muhabbet besler, nasıl bir vefâ hissi içinde kalır. Onlar, her şeye ne kadar kaldığı meçhul dünya hayatı penceresinden değil, ebedî hayatın geniş ufuklarından bakmışlar. O yüzden böyle hikmetli işler yapmış ve öyle hikmetli sözler bırakmışlar.

Onlar Peygamberimiz’in terbiyesinde yetişmiş büyükler…

O Peygamberimiz ki, bir gün mübârek hanelerinde bir koyun kesilir. Pek çok fakir-fukarâya infak edilir. Efendimiz gelip sorar;

“–Koyundan geriye ne kaldı?”

Şifreli, hikmetli bir sorudur bu…

Âişe -radıyallâhu anhâ- Annemiz cevap verir:

“–Bir kürek kemiği kaldı yâ Rasûlâllah!”

Efendimiz yine hikmet dolu bir cevap verirler:

“–Desene bir kürek kemiği hariç hepsi bizim oldu!”

Neyin delilik, neyin akıllılık, gerçekte neyin kârlı, neyin zararlı olduğu, nihâî noktada neyin gittiği, neyin kaldığı; meseleye dünyadan mı âhiretten mi baktığımıza bağlı…

Allah Rasûlü, sahâbe ve Hak dostlarının söz ve fiillerindeki hikmetin sırrı bu…

O derin hikmetten hisse alabilmek arzusuyla…