ŞÜKÜR NİMETTEN GÜZEL

Doç. Dr. Emin IŞIK

“Eğer şükrederseniz, elbette size nimetimi artırırım.” (İbrâhîm, 7)

“Nimet mi güzel, yoksa şükür mü, ne dersin?” diye sorsalar;

“Ben biraz düşüneyim.” derim.

Nimet elbette güzel; şükre vesile olursa, daha da güzel.

Çünkü insanın insanlığı; nimete erdiği zaman değil, ona şükrettiği zaman belli olur. Kaç kıratlık adam olduğu şükür sayesinde açığa çıkar.

Hazret-i Süleyman, nâil olduğu büyük nimetler karşısında şöyle demişti:

“Bu bana Rabbim’in fazl u kereminden bir ikramdır. Bakalım, şükür mü edeceğim; yoksa nankörlük mü edeceğim, diye beni sınıyor. Oysa şükreden kendisi için şükretmiş olur. Nankörlük eden de iyi bilsin ki, Rabbim ganîdir, kerem sahibidir.” (en-Neml, 40)

Şirazlı Sâdî, ayakkabısı olmadığı için yalınayak gidiyor ve bu hâline çok üzülüyormuş. Az sonra, iki ayağı kesik birinin dizleri üstünde sürüne sürüne gittiğini görmüş. «İyi ki ayaklarım var.» diye başlamış şükretmeye.

Derler ki: İşte bu yüzden kitabına şükür sözü ile başlamış:

“Alınan her nefes hayatı uzatır, verildiği zaman da vücudu ferahlatır. Demek ki her nefeste iki nimet var. Her nimet için bir şükür gerekir. Artık O’nun şükrünü hakkıyla edâ etmek kimin elinden gelir?” (Gülistan, Ön söz)

Ârifler, nankörlerden olmamak için çok şükrederler.

Seriyy-i Sakatî, Belh’ten gelen İbrahim Edhem’e sordu;

“Siz ne yaparsınız?” O da;

“Bulunca şükrederiz, bulmayınca sabrederiz.” diye cevap verdi.

Seriyy-i Sakatî, bu cevabı beğenmedi;

“Belh’in köpekleri de öyle yaparlar. Onlar da bulunca şükrederler, bulmayınca sabrederler.” dedi. Bunun üzerine, İbrahim Edhem;

“Peki siz ne yaparsınız?” diye sorunca, şu cevabı aldı;

“Biz bulunca infak ederiz, bulmayınca şükrederiz.”

Allâh’ın güzel isimlerinden biri de çok şükreden anlamına «Şekûr»dur.

Bazı bilginler bunu; «Şükredenin şükrünü kabul edendir.» şeklinde açıklamışlar. Oysa bu açıklama yeterli değil. Çünkü «Şekûr» lügatte, nimetin kıymetini bilen, değerini fazlasıyla takdir eden, yapılan bir iyiliğe, daha büyük bir iyilikle, yani kat kat fazlasıyla karşılık veren anlamına gelir. Allah; kulun en ufak bir iyiliğine, ihsan ve ikramla karşılık veriyor ve şükrediyorsa, bunca nimete karşılık, şükretmemek kula yakışır mı?

Allah, kullara; «Kıymet bilin, şükrü de benden öğrenin!» demek istiyor. Çünkü O, bağışlayan ve iyilik bilendir: «Gafûr ve Şekûr»dür.

O’nun gufrânına da, şükrânına da sınır yoktur.

“Allah, size ne istediyseniz verdi. Allâh’ın nimetlerini saymak isteseniz sayamazsınız. Şu da bir gerçek ki, insan çok zalim, çok nankör.” (İbrâhîm, 34)

İnsanların çoğu; nimet içinde yüzse de yine de şükretmez.

İşte bu yüzden, yüce Allah, âdeta sitem edercesine buyuruyor:

“Kullarım içinde hakkıyla şükreden azdır.” (Sebe’,13)

Peygamber Efendimiz de;

“Ey şükre en lâyık olan! Biz Sana hakkıyla şükredemedik.” diyerek, aczini itiraf ediyor.

Avam rızık peşinde koşar, ârifler de Rezzâk’ın peşinde koşarlar.

Onlar; hamd ve rızâ hâlinde yaşarlar. Dillerinden şükrü eksik etmezler. Bilirler ki; nankörlük, Hak katında küfür kadar çirkindir. Âriflere göre; nimeti inkâr, vereni inkâr gibidir. Zira nimeti hor gören, nimetin sahibini de hor görmüş ve incitmiş olur.

Allâh’ı yalnızca sana verdiği nimetler için seversen, gerçekten sevmiş olmazsın. O’nu sevmek, senin için yazdığı kaderi sevmektir. Sen kendi kaderini sevmezsen ve hep kaderden şikâyet edersen; Tanrı’yı, kullarına şikâyet etmiş olursun.

Hiç seven sevdiğinden şikâyetçi olur mu?

Şair;

Ettiğin cevri bile kendime nimet bilirim.

diyor.

Ârifler;

«Kulluğun şartı üçtür.» derler:

«Zikir, fikir ve şükür.»

Avam, kulluğun üç şartından da habersiz yaşar.

Acaba Cenâb-ı Hak katında şükrün bu kadar değerli olması, şükür ehlinin az olmasından dolayı mıdır?

Hazret-i Mevlânâ; Mesnevî’de şükrü şöyle dile getiriyor ve diyor ki:

شكر نعمت بهتر از نعمت بود

شكربا ره كى سوى نعمت رود

Bu beytin Türkçe karşılığı şudur:

Nimete şükür; inan, nimetten daha behiç,
Ârif şükrü bırakır, nimete koşar mı hiç!

Bunun ardından da şu beyitler gelir:

Şükür, nimetin canı, nimet onun bedeni.
Dost huzûruna ancak o can götürür seni.

Nimet gaflet getirir, şükürse âgâh kılar,
Âkıl olan nimeti, şükür ağıyla avlar!

Şükür, göz tokluğudur. Bil ki seni bey yapar.
Bey kişi, yoksullara yüzlerce nimet saçar.

Gözün doysun, yiyedur Rabbin sofrasından sen,
Bay olursun, isteme O’ndan başka kimseden.
(Mesnevî III/2855-59)

Allah dostları, Allah’tan başka hiçbir şeye muhtaç değiller. O’ndan başka kimseden bir şey istemezler.

Mevlânâ’ya göre;

“Fakirlik ve zenginlik, mal yokluğu veya mal çokluğu değildir. Göz açlığı ve göz tokluğudur. Kişi açgözlü ise, dünyalara sahip olsa da yine fakirdir. Zenginlik, öyle bir rütbedir ki, ancak yoksullara el uzatmakla kazanılır.”

Asıl şükür, dil ile söylenen değil; hâl ile yapılan şükürdür. Yani fiil hâlinde ortaya konulandır. Bu da nimetin kendisinden vermek demektir. Allah katında ve kullar arasında makbul olan şükür, işte budur.

“Yedi kat gök ile yer; göklerdeki ve yerdeki her şey, Allâh’ı tesbîh eder. O’nu hamd ile tesbîh etmeyen hiçbir şey yoktur. Lâkin, siz onların tesbîhini anlayamazsınız. Hiç şüphesiz Allah Halîm’dir, Gafûr’dur.” (İsrâ, 44)

Yaratılmış olan her şey hâliyle Allâh’ın yüce şânını dile getirir. Varlıklar içinde O’na şükretmeyen hiçbir şey yoktur.

Şurası bir gerçektir ki; hareketler, sözlerden daha yüksek sesle konuşur: Varlıkların hâl ve tavırları aynı zamanda onların dilidir. Meselâ; iyilik yaptığınız bir dilsiz veya bir küçük çocuk, size sözle teşekkür etmeyip de; «Yaşasın!..» diyerek sevinç çığlıkları atsa, havalara hoplayıp-zıplasa, bu teşekkür değil de nedir?

Çünkü şükrün en güzel ifade tarzlarından biri de nimet karşısında sevincini belli etmek, açıkça ortaya koymaktır. Buna; «izhâr-ı şâdümânî» denir. Bu anlamda gökteki küreler gibi, yerdeki zerreler de durup dinlenmeden Yaradan’a şükrederler.

Hazret-i Mevlânâ;

“Çimenler şükür için yeşerir, otlar ve ağaçlar şükürlerini dile getirmek için çiçek açarlar.” der ve şöyle devam eder:

Yağan yağmur, toprağa ne der, ne fısıldar ki;
Ölü toprak canlanır, yeşerir onca bitki!

O yağmurun Rabbine şükreder hep çimenler,
Dilsiz, dudaksız bütün şükür söyler çiçekler.

Rengârenk giyinirler, bayram eder, oynarlar.
Sevinç içinde coşar, mis kokular yayarlar.

Sanki bahar şâhından gebe kalmış ağaçlar,
İnci salkımı gibi meyve verir o dallar.

Kudretten gebe kalmış Meryem gibi susarlar.
Onlar ki, hâl diliyle şükür söyler, coşarlar!

Şu ay; sözsüz-sedâsız, ne hoş parıltı saçar.
Öten her kuş ağzını Hakk’ın nûrundan açar.
Ey nimet seven kullar, siz çok, pek çok şükredin.
Şükredin ki, nimetler bol olsun sizin için.

Balığın karnındaki Yûnus’tur ruh bedende.
Çok zikreyle Rabbini, kurtul zindandan sen de.

Yoksa hüsrâna uğrar, hep hüsranda kalırsın!
«Ve’l-Asri»yi okursan, ondan çok ders alırsın.
(Mesnevî VI/4544-4550)

Kur’ân’ın en kısa sûrelerinden biri olan Asr Sûresi, insanın hüsran içinde olduğunu, ancak îman, iyilik, doğruluk ve sabır sayesinde hüsrandan kurtulacağını bildirir. Meâli şöyledir:

Asra yemin olsun ki, insan hüsran içinde.
Ancak îman edip de iyi işler işleyen,
Birbirlerine hakkı ve sabrı öğütleyen,
İyiler hiçbir zaman kalmaz buhran içinde.

Hayat olaylarına dikkat edecek olursak, her şeyin bir varoluş gayesi olduğunu ve her varlığın, bir sonraki aşamayı gaye edinmiş bulunduğunu görürüz. Yani hiçbir varlığın gayesi, kendi kendisi değildir. Hepsi kendi dışındaki, daha yüce bir başka oluşa varmayı hedefler.

Toprağa düşen çekirdek, büyüyüp ağaç olmak; ağaç, çiçek açmak; çiçek, meyve olmak ister. Meyve de çekirdek ve tohum üretmek sûretiyle neslini sürdürmeyi hedefler. Meyve, olunca; dalında kalmaz, yere düşer.

Dünya hayatının gayesi de kendi içinde değildir. Bu hayatın gayesini burada arayanlar, düş kırıklığına uğrarlar, mutsuz olurlar. Zira insanın sonsuza uzanan ümit ve idealleri vardır. Onlar, bu sonlu ve sınırlı hayatın dar çerçevesi içine sığmazlar. Din; rûhumuza sonsuzluğun kapılarını açar, bizi ebedî olmaya çağırır. Îmandan mahrum olanlar, sonsuza açılan ümitlerden de mahrum olurlar. Bu yüzden onlar dünyada bir nevi zindan hayatı yaşarlar. Maddî bakımdan refah içinde olsalar da rûhen acı çekerler. Bu hayatın ucunda bundan daha üstün, daha güzel bir hayatın varlığına inananlar; ümit ve aşkla dolarlar. Onlar en çaresiz anlarında bile bunalıma düşmezler. Mahzun ve mutsuz da olmazlar.

Gerçek mutluluk, aşk ile ümidin sonsuza uzanmasıyla elde edilir.

Aşkın ve ümidin bittiği yerde insan da biter. Hayat çekilmez bir yük olur, bunalım ve şükürsüzlük başlar.

Hazret-i Mevlânâ;

“Cimrilik şükürsüzlüktür ve gerçek körlüktür. Cimri; ırmak kıyısında olduğu hâlde, suyu esirgeyen ve önündeki ırmağı görmeyen kör gibidir.” diyor.

Cömertlik; şükrün en üst basamağı, tam zirvesidir. Bu yüzden cömertler, sevinç ve huzur içinde yaşarlar. Hazret-i Peygamber;

“Cennet, cömertlerin yurdudur.” buyurmuştur. Zaten iyiler, dünya hayatında da cennet mutluluğu yaşarlar.

Aristo;

“Mutlu olmak isteyen, iyilik yapsın.” demişti.

Bu sözde pek çok hikmet gizlidir.

Mevlânâ, Cenâb-ı Hakk’ın şu müjdesi karşısında, duygusunu şöyle dile getiriyor:

“Allah; «Ben’im için malından verene, Ben malımdan mal veririm. Ben’in için can bağışlayana, Ben canımdan can bağışlarım.» buyuruyor.

Hangi cömertlik, Allâh’ın bu akıl almaz cömertliğiyle boy ölçüşebilir? Bunu bilen, artık O’ndan mal ve can esirger mi?”

Nefsin kötü isteklerini terk etmek de cömertliktir.

Cömertlik, cennet servisinin dalıdır. O dala tutun ki, seni yücelere çeksin ve asıl vatanına iletsin.

Allah katında en değerli ibâdetlerden biri de şükürdür. Yüce Allah; azabı hak etmiş olsalar da, şükür ehline azap etmeyeceğini müjdeliyor:

“Eğer siz şükreder, îman da ederseniz, Allah size ne diye azap etsin? Allah, şükredenleri kat kat mükâfatlandıran, her şeyi bilendir.” (en-Nisâ, 147)

Cennet cömertlerin yurdudur.