SADAKANIN GERÇEK ADRESİ

Ahmet ZİYLAN

Sadaka vermek, infakta bulunmak dinimizin varlık sahiplerine verdiği bir vazife… Zekât zenginin boynunun borcu, fakirin hakkı… Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanmak için ise zekâtla yetinmemek hayır-hasenatta bulunmak lâzım.

Edindiğim tecrübeler gösterdi ki sadakanın verileceği yer ve verilme şekli husûsunda titiz olmak gerek.

Sadaka nedir? Karşılıksız olarak bir kimseye aynî veya nakdî yardımda bulunmak…

Sadaka, dinimizde maddî imkânlarla yapılacak hayır-hasenat türlerinden yalnızca biri… Sadaka dışında vakıf var, karz-ı hasen yani Allah rızâsı için borç vermek var, yetim bakmak ilh. var.

Mutlaka hayır-hasenatta bulunmak ama yerine göre en uygununu seçmek lâzım.

Kanaatimce sadaka yani hiçbir karşılığı olmayan yardım, öncelikle çeşitli sebeplerle kendi geçimini sağlamaktan âciz olan kişilere verilmeli…

Eli-ayağı tutmayan hasta, mecnun, sakat ve yaşlılara verilmeli…

Çoluk-çocuğuyla kalakalmış dullara, onların küçük yetimlerine verilmeli…

Yolda kalmış, memleketine dönmesi gereken yoksula verilmeli…

Babasında imkân bulunmayan, eğitiminden dolayı çalışması mümkün olmayan öğrencilere verilmeli.

Fakat genç, sağlıklı, aklı-fikri yerinde, çalışıp kazanabilecek durumda olan ihtiyaç sahiplerine sadaka verilmemeli. Ancak onlara başka sûretlerde yardımlar yapılmalı. Yani «Yardım edilmemeli» demiyorum, sadece; «Karşılıksız olarak verilmemeli» diyorum.

Buna o kadar riâyet edilmeli ki, genç bir insan yardım istediğinde -isterse faydasız bir iş olsun- gereği yok iken, şu kumu şuradan şuraya aktar, demeli ve sadaka değil ücret verilmeli.

İş verilmeli, istihdam edilmeli, iş yürütebilecek bir kişiyse sermâye verilmeli, ortak olunmalı… Meşhur misalle balık verilmemeli, balık tutmak öğretilmeli…

Çünkü sadaka almak bir fazîlet değil; veren el alan elden üstün. Fakat alın teri ile kazanmak büyük bir fazîlet… Zarurete düşmüş bir insana bu fazîleti de bilmiyorsa öğretmeli, biliyor imkân bulamıyorsa yaşatmalı…

Cenâb-ı Hak, cömertlerin en cömerdi… O da;

“İnsan için ancak çalışmasının karşılığı vardır.” (en-Necm, 39) buyuruyor. Kimse; değil cenneti, aldığı tek bir nefesi bile hak edemez. Bir ömür secde etse yine çalışıp kazanmış olmaz, Allah lutfediyor. Fakat görmeliyiz ki ilk adımı kuldan istiyor. Kuldan gayret istiyor.

Mâlûm himmet için de hizmet gerek… Cennet için de gayret gerek…

İşin aslı düşünülürse bu şekilde kazanmaya delâlet etmek sûretiyle yapılacak bir yardımın, karşılıksız yardımdan çok daha hayırlı olduğu görülecektir.

Düşünün, bir yoksula sadaka veriyorsunuz, harcıyor, bitiyor. Aradan üç-dört ay geçiyor, bakıyorsunuz yine muhtaç; yine yardım yapacaksanız bile;

“Daha evvel de vermiştim.” diyorsunuz. Bu sizin ihlâsınıza da zararlı ona da.

Bir de tersinden düşünün: Aradaki o üç-dört ay ne yaptı o yoksul?

Hâlbuki ona geçiminin yolunu sağlayacak bir destek olmak, bir iş öğretmek, bir iş vermek daha hayırlı… Bu para veya mal yardımı değil; ama tecrübe yardımı, altyapı yardımı…

Bundan belki yüz-yüz elli sene evvel yaşanmış bir hâdise var. Babam anlatırdı. Sanat sahibi bir adam, bağdan dönüyormuş. Taşların üstünde oturan bir grup adamın yanından geçerken içlerinden birisi onu tanımış. Meğer asker arkadaşı imişler.

Adam, bağdan dönen ustaya;

“–Sen benim asker arkadaşımsın, kahveye götürmeye param yok, ama asla yemek yedirmeden bırakmam!” demiş, ne kadar «yok» dese de dinlememiş, evine götürmüş.

Evde yemek olarak bulgur pilâvı ikram etmişler. Usta yemekten birkaç kaşık almış, tadı garip gelmiş;

“–Yahu arkadaşım, bu pilâvdan ziyâde hedik gibi olmuş.” demiş.

Hedik diye buğdayın haşlanmışına derler. Haşlandıktan sonra kurutulur, sonra ondan bulgur elde edilir. Hattâ diş çıkaran çocuk için; «Artık dişleri çıktı; ekmek, bulgur yiyebilecek!» mânâsına hedik pişirme ve ikram etme âdeti de vardır.

Neyse, arkadaşı; “Bu nasıl pilâv? Hedik gibi olmuş.” deyince, adam mahcup bir şekilde boynunu bükmüş;

“–Yağı yok da ondan…” demiş.

Arkadaşı üzgün ve şaşkın sormuş;

“–Yağ niye yok?”

Adamcağız cevap vermiş:

“–Bizim işimiz, seneden seneye ağamızın mallarını gütmek… Ağamız her sene bir yıllık yağımızı, unumuzu, bulgurumuzu verir. Biz bir sene onu yeriz. Fakat bu sene elimizin ölçüsünü bilememişiz, daha zamanına iki ay varken yağımız bitti. Artık iki ay yemeğimizi yağsız yiyeceğiz. Kusura bakma, yağ dökmeyince tabiî pilâv değil hedik gibi oluyor.”

Usta bu yoksulluğa bir anlam verememiş;

“–İyi de arkadaş, ben buradan geçerken gördüm ki, arkadaşlarınla boş boş oturuyordun. Madem ihtiyacın da var, niye çalışmıyorsun? Çalışsan eksiklerini giderirsin.”

Arkadaşı ellerini iki yana açmış;

“–Ne bileyim, askerden döndük babamızın yanına. Ağa bize de iş verdi, öyle devam ettik. Çalış diyorsun da ne iş yapayım, bilmem ki?” demiş.

Adam mutafmış, yani merkep vesair binekler için çul ve benzeri şeyler dokuyan bir zanaatkâr. Demiş ki:

“–Yarın çarşıya benim dükkâna gel. Ben sana hem iş öğreteyim, hem iş vereyim.”

Adam mutaf arkadaşının yanına çırak olarak girmiş, masura sarmayı öğrenmiş. Hafta sonunda ustası bir çırak haftalığı olarak beş kuruş vermiş. Adam bu azıcık ücreti alınca öyle sevinmiş ki;

“–Dünya varmış da bizim haberimiz yokmuş! Böyle çalışıp da kazanmak dururken boş boş oturuyormuşuz!” demiş.

Beş kuruş da bir paradır, bir ihtiyacı görür. Kendi elinin emeği olan beş kuruş, başka bir elden gelen beş liradan daha tatlıdır, daha bereketlidir. Beş kuruş elinin emeği olduğu için, tekrar kazanılabilir; fakat yardımı bir verirler, iki verirler, bir gün kesilir.

Bugün maalesef çalışmanın, az da olsa alın teri ile kazanmanın fazîleti unutulmaya yüz tuttu. Zaruret içindeki kişiler bile;

“Şu ücret olursa çalışırım. Yoksa boş dururum daha iyi!” diye tembelliğe bahane uydurur oldular.

Emeğin hakkını vermek, hem de teri kurumadan teslim etmek elbette lâzım. Ama emeğini çok kıymetli görüp de; “Karşılığını vermezlerse çalışmam daha iyi!” düşüncesi, toplumu tembeller cemiyetine çevirir.

Şu ibretlik hâdiseye bakın:

Bir adamın kayısı ağaçları var, köylülere diyor ki:

“–Bahçeme bakın, zamanı gelince toplayın, ben de kazanayım, siz de kazanın, memleket de kazansın.”

“–Yok!” diyorlar. “Verdiğin ücretin iki mislini verirsen toplarız, yoksa kahvede otururuz.”

İstediklerini verse, kendisi bir şey kazanamayacak. Adam tiksiniyor bu muâmeleden. Ne diye onlar kazansın diye riske girsin! Siz misiniz böyle yapan, gidiyor kesiyor ağaçları…

Kaybeden kim oldu?

Hem bahçe sahibi, hem işlerini kaybedenler, hem memleket…

Kim kazandı?

Hiç kimse!

İş sahipleri, çalışanının istediğini veriverse diyeceksiniz. Onu da denedik. Vaktiyle bir inşaat yaptırdık, Karadenizli bir ustamız vardı. O istedi, biz verdik. “Zararı yok usta!” dedik verdik. O da istediği gibi aldı, aldı.

Fakat biz işi bitirdik. O adamın da işi bitti. Bir daha hiç inşaat yapamadı adam. Çünkü o şekilde bir iş bulamadı. Ne zaman sorsak boş geziyor.

Sebep? İstediği parayı veren yok. Onun da indirim yapmaya niyeti yok. Boşta, açıkta… Çok büyük tehlike.

Herkes ne yaparsa kendine yapar; ne güzel demişler:

Kim açar derin kuyu;
O gider yüzün koyu!

Boş durmanın sadece kendisi bile zaman israfı ve kötülüktür. Bir de boş duran insan her türlü kötülüğe düşmeye hazır durumdadır.

Hâsılı, sadaka ve benzeri yardımlarla insanları hazıra alıştırmaktansa, karşılıksız yardımları çalışamayacak olanlara hasredip, ekmeğini kazanabilecek olanlara kazanmanın değerini ve yolunu öğretmek gerek. Mehmed Âkif nasıl da uyarıyor:

Kim kazanmazsa bu dünyâda bir ekmek parası;
Dostunun yüz karası, düşmanının maskarası!

Son sözümüz kutlu doğumunu idrâk ettiğimiz Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bir hadîs-i şerifleri olsun:

“Herhangi birinizin iplerini alıp dağa gitmesi ve sırtına bir bağ odun yüklenip onu satması ve Allâh’ın bu sebeple onun şerefini koruması, verseler de vermeseler de insanlardan bir şeyler dilenmesinden daha hayırlıdır.” (Buhârî, Zekât, 50-53; Nesâî, Zekât, 85)