Mahrumların Derdini PAYLAŞMA MEVSİMİ

Ahmet ZİYLAN

İnsan; dünya hayatında kazanma, güzel, kıymetli şeylere sahip olma arzusuyla donatılmış. Nasipler ise farklı… Allah dünya nimetlerini kulları arasında eşit bir şekilde dağıtmıyor. Kimi varlıklı, kimi yoksul… Fakat Cenâb-ı Hak bu farklılık bir uçurum gibi büyüsün istemiyor, tam aksine bol verdiklerini az verdikleriyle imtihan ediyor.

İmkânı geniş olan kişi, dar olanlardan sorumlu. Yoksullar, zenginlere zimmetli…

İnfakın asgarî seviyesi, yani farz olanı zekât…

Malının kırkta birini yoksula vermek… İslâm terbiyesini, ahlâkını almayan kimse bunu anlayamaz.

Bir vesileyle Fransa’ya gitmiştim. Fransa’da üniversitede okuyan bir genci bize tercümanlık yapması için ayarlamışlar. Metroda giderken bu genç bana;

“–Bir şey soracağım.” dedi.

“–Buyur, sor.” dedim.

“–Türkiye’de şöyle bir şey varmış. Herkes parasının kırkta birini bir başkasına verirmiş. Doğru mu?”

“–Evet.” dedim. “Buna zekât derler, Müslüman olmanın şartlarındandır. Belli bir ölçünün üstünde malı olan herkes bunun kırkta birini fakir, yoksul, borçlu, yolda kalmış gibi imkânı dar kişilere vermekle mükelleftir.”

Delikanlı şaşırdı. «Niye verecek ki?» gibi sorular sordu. Maalesef hiç dinî eğitim almamış bir genç idi. Îman eden, Cenâb-ı Hakk’ın kendisinden hangi emir ve yasakları istediğini öğrenen ve itaat eden insan için gayet kolay… Fakat bunlardan habersiz kişiler için, nefsine uyan kişiler için çok zor.

Tarihte de Sâlebe gibi, Kārun gibi şahıslar gelmiş ve; «Ben kazandım, niye başkasıyla paylaşacağım ki?» küstahlığına düşmüşler.

Nefis; «Malım azalmasın.» diye vermekten çekinir. Hâlbuki, ilâhî teminat var. Bir mal asla zekât vermekle, infak etmekle azalmaz. Ben soruyorum arkadaşlarıma:

“Verdiğiniz zekâttan, yaptığınız hayırdan dolayı malınız eksildi mi?”

Bugüne kadar «eksildi» diyene rastlamadım.

Zekât İslâm’ın şartı, Allâh’a îmanımızın gereği… Sorgusuz-sualsiz böyle. Fakat hikmetlerini düşününce de Cenâb-ı Hakk’ın bu emirle sadece fakirlerin değil zenginlerin de iyiliğini düşündüğünü görüyoruz.

Başta da söylediğimiz gibi, rızkın taksiminde eşitlik yok. Kimine çok, kimine az… Böyle olunca, nasibi az olanın gözü, çok olanda kalıyor. Hayır-hasenat müesseselerinin gelişmediği, şefkat ve yardımlaşmadan nasipsiz memleketlerde zenginler ve fakirler arasında uçurumlar meydana geliyor. Toplumun iki kesimi birbirinden nefret ediyor, uzaklaşıyor. Fakir zenginden nefret ediyor, zengin fakirden korkuyor, kaçıyor. Böyle toplumlarda sosyal patlamalar meydana geliyor. Servet düşmanlığı, yıkıp-yakma, yağma gibi hâdiseler yaşanıyor.

Diğer yanda infak toplumunda fakir, zenginden nefret etmiyor. İlâhî taksime rızâ hâlinde… Zenginin kendisine verilen imkânlar sebebiyle şükür hâlinde olduğunu, muhtaçları kendisine zimmetli olarak gördüğünü fark ediyor.

Komünizm gibi zorla değil gönüllü bir şekilde paylaşma, yardımlaşma gerçekleşiyor.

Mahrumun gözünün kaldığı bir servet kirlidir. Zekât bu kiri zenginin malından temizleyerek de zengine iyilik ediyor.

Zekât, infak, hayır-hasenatta bulunmak şefkat işi, merhamet işi…

Cenâb-ı Hak, bu hasletleri kazandırmak için pek çok kefaretleri maddî mükellefiyetlere bağlamış. Hacda, umrede ihramlıyken, yanlışlıkla kokulu sabun kullanmak, takke takmak, çorap giymek gibi bir ihram yasağı işlesen; hemen maddî bir ceza geliyor. Sadaka vereceksin, kurban keseceksin…

Yemin kefareti, oruç kefareti, fidye hep böyle…

Allah vermeye alıştırıyor. Her fırsatta fukarayı düşünmeye alıştırıyor. Merhamete, şefkate alıştırıyor. Dikkat edilirse Allah her hâlde fakirin, muhtacın, kölenin lehinde, onların yararına çözümler sunuyor. Bizim de böyle yapmamızı istiyor.

Bu hususla ilgili bir hâtıram var. Bir dostumuz telefon açtı. Bir arkadaşı rüya görmüş, rüyasında helva-ekmek infak etmeyi konuşuyorlar; biri altmış kilo dağıtalım diyor, diğeri elli kilo yeter, diyor. Sonra da madem rüyamızda böyle gördük diye, elli kilo helva infak ediyorlar. Bana; «Doğru yaptık mı?» diye soruyorlar.

Ben de dedim ki:

“Madem rüyada konuştuğunuz va’di gerçekleştirmeyi murat etmişsiniz, bir de altmış kilo helva dağıtacaksınız! Siz sadece birinizin dediğini yapmışsınız.”

Hep muhtacın arkasında olmak lâzım. Nefis hep kendine yontma derdindedir. Biz fakire yontmalıyız. Zekâtları verirken, infak ederken de böyle…

Fakat tam tersine zekâtı verirmiş gibi yapanlara rastlıyoruz. Maalesef bazı varlık sahipleri «infak etmiş» görünmek icabı çıkarıp bir şeyler veriyor. Hâlbuki verdiği değil kırkta bir, servetinin dört yüzde biri etmez. Bu fakirin hakkını çalmaktır. Çıkarılıp hak sahibi mahrumlara verilmeyen zekât, malımızın içine başkasına ait malların karışmasından farksızdır.

Yine verirken iyisinden vermeli. «Sevdiğiniz şeylerden vermedikçe iyiliğe erişmiş olamazsız.» diyor Kur’ân… «Size verilse almayacağınız şeyi vermeyin.» buyuruyor. Zekât, infak baştan savma olmamalı.

İşin özü, insan yaptığı işi kerhen değil, zoraki değil, seve seve, cân u gönülden, gönüllü bir şekilde yapmalı. İnfak ederken de Kābil gibi kötüsünden değil, Hâbil gibi en iyisinden seçmeli. Doymak bilmeyen nefis lehinde değil, mahrumun, muhtacın, yoksulun lehinde olmalı.

Veren Allah…

«Ver!» diyen Allah…

Alan Allah…

Yerine daha fazlasını bahşeden yine Allah…

O hâlde edeple vermeli…

Hele şu içinde bulunduğumuz Ramazân-ı şerîfin şefkat ve merhametle açların hâlini herkese yaşatan atmosferinde…