DOKUNMA KALBİME

Prof. Dr. Bilâl KEMİKLİ

bkemikli@gmail.com

Yapraklar birer birer dökülüyor.

Ulu çınarları kaybediyoruz.

Zaten hayat nedir ki? Birer geliş ve gidiş değil mi? «Allah’tan geldik, Allâh’a gidiyoruz.» Gelen gidecek… Bulduklarımızı kaybedeceğiz. Mevsimler değişecek, yeniden bahar gelecek; ağaçlar yeni ve taze yapraklarıyla bir gelin gibi süslenecek. Doğumlar olacak. Yeni isimler, yeni bakışlar, yeni ufuklar.

Lâkin tıpkı geçen zaman gibi, kaybettiğimiz ulu çınarları bir daha göremeyeceğiz. Onların bıraktığı boşluk, hep öyle kalacak.

Yine bir büyük boşluk kaldı…

Yine bir ulu çınarın kayıp haberi geldi.

Bizim için kayıp, ama onun için vuslat, düğün gecesi. Bugün büyük bir rûhun, sırlı bir kâmilin, baştan sona sevgi, baştan sona aşk olan bir erin düğün gecesidir.

Ona dostları, Bandırmalı Ali Ağabey diyorlar… Tatlıcı Ali Efendi yahut sadece Ali Ağabey…

Evet; çocuğu, hattâ torunu yaşındakiler için de olsa, doksan küsur yaşında, hiç yaşlanmayan bir ağabey!

Böyle kaç ağabey kaldı ki? Sırlı kaç gönül adamı, kaç Allah adamı?

Bilemem. Lâkin birini tanımıştım, o da bugün bizleri yetim ve mahzun bırakıp dosta gitti. Mekânı cennet olsun, rûhu şâd!

Ali Ağabeyi ben Bursa’ya geldikten sonra tanıdım.

Gerçi kaç insan tanıdım ki? İnsan… İnsanı, insan tanır. Nerede o insanlığımız?

Bursa’ya bir dostun çağrısıyla geldim. Evet, Bursa’nın gönüllü hâdimlerinden, ilim ve sanat âşığı, himayeci ve rehber Mustafa KARA’dan söz ediyorum. Nâm-ı diğer Kara Hoca… İlk defa Kara Hoca, bana Ali Ağabeyden söz etti. Birkaç dostla birlikte; «Bursa’ya hoş geldin!» ziyareti için hanemizi şereflendirmişlerdi. Evimin salonundaki tablolardan birine dikkat kesilmişti. Bu tablo; “Allâh’ım; hâlleri ve durumları değiştiren Sen’sin. Bizim hâlimizi en iyi hâle dönüştür!” meâlindeki nefis Necmettin OKYAY tablolarından birisiydi. Bendeki orijinal değildi, ama özel hikâyesi olan bir tabloydu. Dedi ki:

“Bu hattın orijinalini görmek ister misin?”

Bu soruyla başlamıştı Ali Ağabey muhabbeti. Necmettin OKYAY’ın pek çok eserinin Bandırmalı Ali Ağabeyde olduğunu o gün öğrenmiştim. Böylece bende Ali Ağabeye karşı bir ilgi oluşmuştu. Hemen ziyaret etmek istiyordum. Fakat her seferinde Kara Hocam; “Gel emri olmadan, gidemeyiz!” diyordu.

«Gel!» emri…

Bu emri çok bekledim. «Gel!» demeden gidilmiyor. Nihayet bu; «Gel!» emri gerçekleşti, bir bahar günü Doktor Hasan Beyin himmetiyle yola koyulduk. Gidince anladım o «Gel!» emrini, Ali Ağabey çok yaşlı ve hastaydı. Uygun zaman aranmıştı. O uygun zamanda kapıdan içeri girerken, aslında büyük bir tarihle buluşacağımı bilmiyordum. Sıradan bir koleksiyoncu, bir eski zaman adamı yahut bir derviş sanıyordum… Ah bu zihnimiz! Ah bu kurgu dünyamız. Hazinenin nerede gizli olduğunu bilemiyoruz; aklımız ve idrakimiz bizi yanıltıyor. Kapıdan ötede büyük bir tarih vardı. Sadece tarih mi? Büyük kâmil bir edep, mümtaz bir nezaket ve letafet… İşte, o eski zaman adamları;

Hezâr gıpta o devr-i kadîm efendisine
Ne kendi kimseye benzer ne kimse kendisine

Gıpta, gıpta da… Görebilene, dokunabilene, duyabilene… Nice kâmil, nâkıs bakışımız ve duyuşumuzla âdeta meczûba dönüşmez mi? Biz ki, ne akıllı adamlarızdır. O aklımız; doğru bakışın ayağındaki bağ! Ondan kurtulunca görüyorsunuz, kemali ve cemali. Bilmem ki, bu görüşü nereden bulup alacağız!

Her ne ise, doksan küsur yaşında, hasta, ayakta zor duran bu eski zaman adamı, misafire hürmeten ta kapıya kadar güçbelâ gelip bizi karşılamıştı.

Misafire hürmet… İnsana hürmet… İnsanı sevmek…

Bir büyüğümüz olarak elini öpemedik; o bizden önce bizi öptü, yanaklarından süzülen gözyaşıyla ıslandık. Âşıklar ağlar. Ağlıyordu, sevgiden.

“Siz mütevazı insanlarsınız”, diyordu; “kalkıp Bursa’dan buraya kadar fakiri ziyarete geldiniz.” Nerede o tevâzu? Neremizde? Bilemiyorum; fakat ben Necmettin OKYAY’ın o tablosu için gittiğimi biliyordum. Zaman durdu. Yaşına, hastalığına rağmen dinç ve açık bir hâfıza vardı. Âkif’ten, Tahiru’l-Mevlevî’den ve Neyzen Tevfik’ten bahisler açtı… Anlattı, anlattı. Hiç bitmesin isterdim o sohbet; ama yorulmuştu.

Baştan sona sevgiydi karşımızdaki…

Duruşuyla, bakışıyla, anlatışıyla!

Dokunma kalbime zîrâ çok incedir kırılır,
O tıpkı mâbede benzer ki orda hıçkırılır…

diyordu. O güfte, o anda gerçek anlamına kavuşuyordu. “Dostlar geldi, hazanım bahar oldu.” dedi… “Ta Bursa’dan kalkıp geldiler, bugün bana bayram. Artık Bayramîyim ben bugün!…” Bayram… Bu sevinç. Bu dostluk vurgusu. Dost olabilmek. Sanki bir vasiyet gibi söz arasında birkaç kere şu güfteyi terennüm ettiğini hatırlıyorum:

Mezarımı yol üstüne kazsınlar
Dost gelir de belki bana can gelir!

Ah dost… Can bağışlayan dost. Ayrılış zamanı gelmişti. Bir türlü o görmek istediğim tabloları görememiştim; bu sohbetin, bu güzel ânın içine tabloları, kitapları koymanın ne anlamı vardı! İzin istedik, huzurundan ayrıldık. Evden çıktığımızda, sanki farklı bir âleme gelmiştim. O farklı âlemde zamanı öldürüyoruz.

Daha sonra ne kadar uğraştıysam da bir daha çağrı gelmedi, gelemedi. Çünkü Ali Ağabey önce evde düşmüş, kolunu kırmıştı. Sonra, sonra hastalıkları artmıştı. Dün, onun; «Gel!» emrine uyup sevgiliye gittiği haberi gelince fark ettim: Gidemesek de, göremesek de orada bizim için dua eden bir büyük ruhtu. Bir ulu çınar. O çınar, artık aramızda yoktu. Rûhu şâdolsun. Mekânı cennet. Dilimde ondan kalan bir şarkı:

Dokunma kalbime zîrâ çok incedir kırılır…