Kalkınmanın Yolu HESABINI BİLMEK

Ahmet ZİYLAN

Bir insanın maddî açıdan rahata ermesi, kalkınması onun gelirlerinin çok olmasıyla alâkalı değildir. Aslolan kişinin hesabını bilmesidir.

Bunu, tanıdığım iki insanın durumuyla misallendirirsem çok daha müşahhas hâle gelecektir.

İstanbul’a geldiğimizde kendisiyle çalıştığımız bir işadamı vardı. O zamanın parasıyla aylık beş bin lira geliri vardı. Günümüzün beş bin YTL’si civarında, gayet iyi, dolgun bir gelir… Üstelik kalabalık bir ailesi de yok. Bir hanımı, bir de kızı… Evi kendisinin, arabası var. Fakat bu adam bu yüksek gelirine rağmen geçinemez, sağdan-soldan borç istemek zorunda kalırdı. Ay sonuna doğru esnaf arkadaşlarının yanına çay içme bahanesiyle gidince, herkes; «Falanca yine paraları tüketti, borç istemeye geldi anlaşılan…» derdi.

Bir de bizim yanımızda çalışan Hüseyin TOSYALI diye bir genç vardı. Aylığı 250 lira idi. Hüseyin her ay maaşının bir kısmını ayırır, yazları memleketi Tosya’ya gidince de biriken parasıyla her sene bir pirinç tarlası alırdı. Aradan 15 sene geçti. Hüseyin; «Ben işi bırakacağım ağabey.» dedi. «Niye?» dedik. «Benim 6-7 tane tarlam oldu. Gider onları eker, biçerim. Ben hâli-vakti yerinde bir adam oldum. Artık, işçi olarak çalışmayacağım.» dedi. Patron oldu.

Bir tarafta aylık geliri beş bin lira olduğu hâlde, el âleme el açmak zorunda kalan bir insan… Diğer tarafta sabit geliriyle de olsa tasarruf edip geleceğini plânlayan, durumunu belirleyen bir insan…

Demek ki reçetenin özü hesabını bilmektir.

Biraz daha açarsak; insan nerede, hangi durumda olursa olsun gelir-gider dengesini düzgün kurmalıdır. Muhasebesini doğru yapmalıdır. Yaşantısını, harcamasını gelirine göre, ihtiyaçlarına göre ayarlamalıdır.

Atalarımız da; «Ayağını yorganına göre uzat.» dememişler mi?

Ayak-yorgan meselesi…

Binlerce kişi bunu yapıyor. Şerefi, itibarı yerinde. Belki çalışması eksik, belki gücü eksik, belki müteşebbis değildir ama hesabını bilen kişinin her şeyi yerindedir, hiçbir eksiği yoktur.

Bir muhasebeci vardı, bizim yanımızda çalışmaya başladı. Aylığı o zaman 7-8 yüz lira civarında. Bir ay baktık ki bin lira çekmiş. İkinci ay yine iki yüz lira fazla çekmiş. Üçüncü ay yüz lira… Dördüncü ay artık dedik ki:

“–Kardeşim, kusura bakma, sen kendine başka yerden bir iş bul.”

“–Niye?”

“–Sen kendi muhasebeni yapamıyorsun kardeşim. Firmanın muhasebesini nasıl yapacaksın? Sen kendi bütçeni belirleyemiyorsun, şirketinkini nasıl belirleyeceksin?”

Muhasebe demek, gelir-gider dengesini sağlamak böylece müşkül duruma düşmemek demek.

Bir çalışan düşünün, asgarî ücret civarında 500 YTL para alıyor.

Bu parayla geçinilir mi?

Zordur ama 500 YTL’ye geçinen, 490 YTL’ye de geçinir. Önemli olan giderinin gelirinden az olmasını sağlamak. Hesabını bilmek…

Bu kişi; «Ben geçinemiyorum.» deyip giderini 510 YTL’ye çıkarırsa, çok geçmeden borç batağına, faiz belâsına bulaşır, birkaç ay sonra bu sefer, o geçinemediği 500’ün otuz-kırk lirası da faiz olarak elinden çıkar. Üstelik hem günaha bulaşmış hem de şeref ve itibarını lekelemiş olur.

Bugün maalesef binlerce insan, kredi kartları ve benzeri borç bataklarında geleceklerini tüketiyorlar. Sürekli katlanan borçların altında eziliyorlar. Umut adına eldeki son kuruşlarını da gidip şans oyunlarında tüketiyorlar.

Hâlbuki bilseler kanaat ne tükenmez bir hazinedir.

Misalimizdeki o asgarî ücret alan kişiye dönersek, bu adam az da olsa bir tasarrufa gider, hesabını bilir, ayda on lira artırırsa işte bu kişi kalkınma yolunda ilk adımı atmış demektir. O 10’lar, 20’ler, 30’lar birikir, sonra karşısına bir fırsat çıkar, uzak da olsa bir yerde bir arsa bulur, biraz birikim biraz taksit, o arsayı satın alır. Aradan birkaç sene daha geçer, arsa aldığı yer kalkınır, bir müteahhit gelir, iki-üç daire karşılığı arsaya bina diker. O dar gelirli insan hem ev sahibi olur, hem kira gelirine kavuşmuş olur.

Böyle binlerce insan var. Hesabını bilen insanlara Allah böyle imkânlar nasip ediyor…

Ama hesabını bilmeyen, bu sebeple de parası olmayan kişi, bundan mahrum oluyor.

Bir de hesabı yaparken dikkat edilecek bir husus vardır. Ticarette insanlar gelecek üzerine hesaplar yapabilir. Henüz kazanmadan, kazanacağını düşünerek, yer, harcar, bütçesini bozar, riske girer. Buna dikkat etmek lâzım.

Tam zıddı da yanlıştır. Ben muhasebemi yapayım, hesabımı bileyim, yemeyeyim derken tamamen cimriliğe düşüp, hiç yememeye kalkarsan, bu sefer hiçbir şey yapamazsın.

Ekmezsen, biçemezsin. Elindeki buğdayı; «Bunu ben elde ettim. Bunu harcamayayım, stoklayayım.» dersen, tohumluk ayırıp, ekip biçmezsen, toprak sana bir şey verir mi?

Hesabını bilmek teşebbüse mânî olacak bir korkaklığa da, yerinde infaka mânî olacak bir cimriliğe de dönüşmemelidir.

Demek ki akılcı, gerçekçi ama ümitvar bir şekilde insan hesabını bilmeli…

Sadece para için değil, nakitten daha değerli vakitler için de geçerli hesabını bilmek…

Ömür sermayesini, gençlik sermayesini güzel değerlendirebilmenin yolu da hesabını bilmekten geçiyor.

Bugünün rahatını düşündüğümüz kadar, yarının huzurunu da düşünmeli, hesabımızı bilmeliyiz.

Bir gün her şeyin hesabını vereceğimizi hiç unutmadan…