Modern Dünyanın Kaybettiği SABIR TERBİYESİ

H. Kübra ERGİN

hkubraergin@hotmail.com

Geçtiğimiz aylarda bir vakfımızın düzenlediği seminerde, kadın-doğum uzmanı bir hanımefendiyi dinliyordum. Anlattıklarının arasındaki bir tespit, zihnimde yoğurmakta olduğum bilgiler arasında sanki bir köprü vazifesi gördü ve onları birbiriyle irtibatlı bir şekilde mânâlandırmama imkân sağladı. Diyordu ki:

“Sezaryenle doğumlar çoğaldığından beri, hiperaktif çocuklar da çoğaldı. Şimdiki gençler her şeyi hemen istiyor, hiçbir şey için sabretmeye yanaşmıyor. Eski insanlar, normal doğum esnasında saatlerce sıkıntılı bir yolculuğa katlanarak sabrı öğreniyorlardı; şimdiki nesil ise bu tabiî tecrübeden mahrum olarak, ânîden dünyaya gözlerini açıyorlar.”

Bu söz daha önce zihnimde dağınık hâlde bulunan bilgileri düzenlememde ilham kaynağı olmuştu. Ne zamandan beridir, düşünüyorum;

“Eskiden insanlar bir meyveyi, sebzeyi yemek için mevsiminin gelmesini beklerlerdi. Şimdi pek çok ürün her mevsim marketlerde bulunuyor. Eskiden bir talebe, bir bilgiye ulaşmak için üstadını veya kaynak eserini arayıp bulmak mecburiyetindeydi, şimdi bilgiler parmaklarımızın ucunda. Daha pek çok şey için beklemek, aramak, sabretmek diye bir şey kalmadı. Acaba bu gidişatın sonu ne olacak? Bu gidişat ortaya nasıl bir insan tipi çıkaracak?”

Rabbimiz, gerek tabiat şartlarını düzenlerken, gerekse dinî hüküm ve ahlâkî kāideler koyarken sanki bize sabrı öğretme maslahatını da gözetmiş. Modern dünyaya hâkim zihniyet ise âdeta sabretme mecburiyetini tamamen ortadan kaldırmayı hedefliyor.

Günümüzde ulaşım, haberleşme, alışveriş gibi birçok ihtiyacı son derece hızlı bir şekilde giderebiliyoruz. Evlerimizde kombiler, klimalar, çamaşır makineleri vesair çeşitli araçlar hem hızlı hem de bizim dikkat etmemizi gerektirmeyecek şekilde otomatik olarak işleri hallediyor. Sabırla, dikkatini teksif edip bekleyerek, sıkıntıya tahammül ederek elde edilecek neticeler çok azaldı.

Bu gidişat, hem bir zihniyetin ürünü, hem de o zihniyeti besliyor. Modern dünya, sabretmeyi tabiatın ve geleneklerin dayattığı bir mecburiyet olarak görürken, o zarureti ortadan kaldıran her teknik gelişmeyi birer zafer sayıyor.

Hattâ diyebiliriz ki modern dünya görüşü de sanki kocaman bir hiperaktif çocuğa benziyor. Tıpkı bir hiperaktif gibi neticeyi düşünmeden harekete geçiyor, sadece hızı ve kolaylığı amaçlıyor, hazza hemen ulaşmak istiyor, bencil davranıyor ve yaptıklarının sonuçlarını idrak etmiyor!

Modern dünya, hiperaktif insan tipini ortaya çıkardığı ve desteklediği gibi, onun tedavisi konusunda da köklü yanlışlar yapıyor. Dikkatini bir noktaya toplayamayan, karşısındakini dinlemeyen, sonunu düşünmeden her aklına eseni yapan bu çocuklara; sabretmeyi öğütlemek ve alıştırmak yerine başka türlü çözümler gösteriyor.

Meselâ bu çocukların eğitim-öğretim faaliyetlerinde dikkat duygusunu daha çok uyaran, ışıklı, sesli eğitim araç-gereçlerinin kullanılması tavsiye ediliyor. Yani, öğrenciye sabretme fazileti öğretileceğine, onu sabretmeye mecbur bırakmayacak teknik imkânlar devreye sokuluyor.

Psikolojik problemler de dâhil birçok meselenin hallinde, mânevî değerlere başvurmak yerine teknik imkânlardan faydalanmayı tercih etmek; modern anlayışın genel meyline uygun. Modern dünya görüşünün bu temayülü sebebiyle, psikiyatrlar da hiperaktif teşhisi konulan çocukların ilâçla tedavi edilmesi gerektiğini müdafaa ediyorlar.

Doktorlar ilâç kullanımını müdafaa ederken, insan «rûhunu» sadece hormonlar, nöromisterler, ve benzeri kimyevî maddelerden ibaret sayan materyalist zihniyeti referans alıyorlar. Bu anlayışa göre hiperaktifliğin sebebi; «beynin bir işi yapıp yapmamaya karar vermeden önce düşünen, sonuçlarını önceden hesap eden merkezinin iyi çalışmaması.»

Nöroloji mütehassısları normal bir insanın beynine nazaran hiperaktiflerin beyninde daha az dopamin salgılandığını tespit etmişler. Bu kimyevî ajanın, bir insanın kendini durdurması ve hareketlerini kontrol etmesini sağladığı düşünülüyor. Hareketlerin durdurulabilmesi, şuura; «yapılmak istenen bir işin sonunu hesap etmek için ihtiyaç duyduğu zamanı kazandırıyor.» İşte ilâçlarla bu merkezlerin uyarılarak, daha aktif çalışması sağlanmaya çalışılıyor.

(Burada «akl» kelimesinin etimolojik menşeinin «devenin dizini bağlamak» mânâsına geldiğini hatırlayarak hayret ediyorum. Sanki eski insanlar beynin bu mekanizmasını biliyorlarmış.)*

Öte yandan ilâçla tedavi usûlleri de doktorları çaresiz bırakan bir başka problemi ortaya çıkarıyor: İnsan bünyesi kimyevî uyarılara âdeta alışkanlık geliştiriyor. Çünkü vücudun yenilenen hücreleri o kimyevî maddeden daha az etkilenecek şekilde üretiliyor. Bu sebeple ilâç tedavileri, beraberinde «davranış değiştirici» tedaviler uygulanmadığı takdirde, faydalı olmuyor.

Peki, bu çocuklar beyinlerinin o merkezlerini kullanmaya zamanında alışmamışlar veya mecbur kalmamışlarsa bir yaştan sonra buna nasıl alışacaklar?

Dinî kural ve geleneklerin uygulandığı bir ailede yetişen çocuk; babasıyla beraber gittiği Cuma namazlarında, herkesle birlikte oturup hutbeyi dinlerken belki çok sıkılır, ama farkında olmadan beyninin; «kendini durdurma, hareketlerini kontrol etme» ile ilgili bölümünü kullanmayı öğrenir. Yine bu çocuk iftarı beklerken, «başarıya ulaşmak için hazzı bir müddet ertelemeyi» öğrenir. Bayram ziyaretlerine götürüldüğünde, büyüklerin elini öpüp, uslu uslu otururken dikkatini toplayabilecek kadar hareketlerini durdurabilme becerisi kazanır.

Bu kabiliyet, hem duygulara yönelik zekânın, yani eskilerin deyimiyle «eline, diline, beline sahip olma» kabiliyetinin; hem de zihnî zekânın gelişimine destek verir. Bu noktada durup zekânın tarifini hatırlarsak; onun, «hâdiseler arasındaki sebep-netice münasebetini kavramak, bir işin sonunu görmek» yeteneği olduğunu görürüz.

Bu yetenek insanda doğuştan bir nüve hâlinde bulunsa da ancak kullanıldıkça geliştirilebiliyor. Geliştirilmesi ise, kişinin «önce düşün-sonra yap» düzenine uyabilecek kadar kendisini durdurabilmesini gerektiriyor. Çünkü önce yapan sonra düşünen bir insan çoğu zaman yol açtığı bir felâketi bile idrak etmiyor!

İstatistikler; suç işlemeye, şiddete, kötü alışkanlıklara meyyal gençlerin bu mânâda zekâdan mahrum olduğunu ortaya koyuyor. Genellikle aile içinde otorite temsilcisi bir babadan mahrum veya aşırı hoşgörüyle yetişen çocuklarda bu duruma daha fazla rastlanıyor.

Çocuğun zihin zekâsı normal kapasitede olsa bile, kendine hâkimiyet türünde duygu zekâsı gelişmemişse zekâsını fiillerinde kullanacak zaman aralığından mahrum oluyor. Nasıl olmasın ki, günümüzde bazı anneler, çocuğunun söz dinlemezliğini, âsîliğini, kurallara uymamasını ve beş dakika durdurulamamasını bir mârifet gibi görüyor. Hattâ onları «indigo çocuk; yani dünyayı kurtaracak yeni nesil» olarak kabul edenler bile var!

Gençleri şöyle bir seyredin, çok hızlı bir bilgisayarla internette gezinirken bile birazcık gecikmeye dayanamıyor, tuşlara aceleyle vuruyorlar. Trafikte, sıralarını beklemelerini gerektiren herhangi bir yerde uyumsuz hareketler gösterdikleri göze çarpıyor. Okulların dağılma saatlerinde gençlerin hareketlerini hiç seyrettiniz mi?

Maalesef geçtiğimiz Mart ayında şehidlerimizi ziyaret için yaptığım Çanakkale seyahatinde ümit kırıcı gençlik manzaralarıyla karşılaştım. Bazı öğrenci gruplarının bu mübarek mekânda, bizler için canlarını feda eden şehidlerimizin huzurunda, toplumun huzurunu bozan seviyesiz ve aşırı hareketlilikleri, birbirlerine yersiz sataşmaları, kız arkadaşlarına musallat olup bağırtmaları, birbirlerine küfürleşmeye yakın kaba hitap tarzları…

Orada beş dakika huzur içinde durup, grup rehberlerini dinleyemediler. «Burada neler olmuş, kimler, ne için savaşmış, ne için ölmüş…» diye düşünmediler. Gözlerini yumup bir an için o zamanlara giderek anlatılanları zihinlerinde hayal etmediler.

Ne ibrettir ki, Çanakkale’de Kilitbahir’in üstündeki yamaçta uzaktan görülecek şekilde “Dur yolcu!” yazar. Necmettin Halil ONAN’ın şu mısraları bu topraklardan geçenleri durup düşünmeye davet eder:

Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın,
Bu toprak, bir devrin battığı yerdir.
Eğil de kulak ver bu sessiz yığın
Bir vatan kalbinin attığı yerdir.

Çanakkale savaşları ile kendi hayatları arasında bir sebep-netice bağlantısı kuracak kadar durup düşünemeyen bu gençlerden, o şehidlerimizin sergilediği duruşu bekleyebilir miyiz? O sabırlı, metanetli, dik duruşu?

Ziyaret yerlerine giden yollarda izdiham sebebiyle trafik ağırlaşıyordu. Sözünü ettiğim güruh hemen şikâyete başlayıp, bağırıp çağırıyorlardı. Onların beş dakika beklemeye sabredemedikleri bu yerlerde şehidlerimiz aç-susuz, günlerce yıkanamamış, yarasını tedavi ettirememiş bir şekilde nöbet tutmuşlardı.

Allah korusun, biz şimdi böyle bir imtihandan geçsek!

Neyse ki gençliğimizin tamamı böyle değil.

Dikkatini teksif etmesine ve yoğunlaşmasına engel olduğu anda cep telefonu, bilgisayar ve benzeri âlet ve edevatın hayatındaki yerini sınırlayan, herkesin hoş ve boş tatilleri kovaladığı yaz sıcaklarında eksikliğini duyduğu mânevî bilgilerini tamamlayan, elif-bâ söken, ezber yapan, sabırla-sebatla yoğrulan, metanetle pişen, tahammülle olgunlaşan gençler de var.

Allah sayılarını artırsın…

* Tâhâ Sûresi 54. âyette de kötülükten nehyettiği, alıkoyduğu için akla «nühâ» ismi verilmekte.