Nasıl Yaşamışlar, Nasıl Yaşadılar, Nasıl Yaşıyoruz? YAŞAYIŞ FARKI

Ahmet ZİYLAN

Yeni nesiller; özellikle hayatlarında hiç sıkıntı görmemiş gençlerimiz, maalesef içinde bulundukları imkânların, nimetlerin farkına varamıyorlar, kolay kolay bir şey beğenmez ve dolayısıyla mutlu olamaz hâle geliyorlar.

Sıkıntı yaşamasınlar tabiî ki. Fakat etraflarında yaşanıp durmakta olan ve oldukça yakın tarihlerde kendi büyüklerinin de yaşadığı ağır hayat şartlarını en azından dinlemeli, hâllerini onlarla mukayese etmeliler.

Bu hususta babamın hazin bir hâtırası vardır ki, bize sık sık anlatırdı. Ben de torunlarıma ve zamanımızın gençlerine anlatıyorum:

Babam yedi-sekiz yaşlarındaymış. Bir tane topuza bulmuş. Topuza dedikleri, topacın ucundaki demir. Topuzayı demirci yaparmış. Ahşap kısmını da harrat. Harrat da ağaç tornacısı.

İşte babam bir topuza bulmuş sokaktan, topaca da «değirme» diyorlar, «Baba, buna bir değirme çevirttirelim.» demiş. Babası da; «Olur.» demiş. Birkaç gün sonra yine söylemiş, «Olur oğlum.» demiş. Yedi-sekiz yaşlarında çocuk, onu çevirecek oynayacak, acele ediyor. Birkaç gün sonra yine söylemiş, yine «Olur oğlum.» cevabını almış fakat unutulmuş.

Babası dokuma tezgâhında, yarı beline kadar çukurun içinde çalışırken tekrar gelmiş bir gün demiş ki:

“Baba, sen nasıl babasın! Şu topuza bir aydır cebimi dele dele duruyor, şuna bir değirme çevirttireceksin, kaç para ki zaten! Bir çevirttirmedin ki oynayalım! Çevirttireceksek çevirttir, çevirttirmeyeceksen atayım topuzayı!”

Bu sözler dedemin ağrına gitmiş. Hüzünlenmiş, tezgâhını bırakmış, oğlunun yanına gelmiş; «Otur bakalım şuraya!» demiş, kendisi de karşısına oturmuş;

“Senin ekmeğin var, aşın var, yiyeceğin var, karnın tok. Topuzana değirme çevirttirmedim diye, «Bu nasıl babalık!» diyorsun. Bir de ben sana çocukluğumu anlatayım da dinle!” demiş. Başlamış anlatmaya:

“On, on iki yaşlarında bir çocuktum. Ağabeyim vardı on beş yaşında. İki kardeş bir gün sabah kalktık ki, kar yağmış. Her taraf kar olunca şehirde karları karlık denilen, kar ambarlarına basarlar, altına saman, üstüne küre yaparlardı. Şerbetçiler o karları yazın kullanırlardı. Herkes, karlığı olan şerbetçilere çuval ile kar taşır, her çuval karşılığında bugünkü çay markaları gibi birer mangır alır, akşam biriken mangırları götürüp parayla değiştirirdi. Bütün gün çalışmanın karşılığında da ancak bir künefe pişerdi. Bugün kar sayesinde bir künefe yiyeceğiz diye bayram olurdu.

Fakat bizim evimizde ekmek yoktu. Biz künefe yemek için değil karşılığında un alırız, ekmek yaparız diye bayram ettik. İki kardeş, iki çuval bir kürek aldık. Babam kürekle hazırlıyor dolduruyor, biz çuvallarla her götürüp boşaltmada bir mangır alıyoruz, getiriyoruz babama veriyoruz. Babam da kuşağının arasında bir kesesi var, kuşağının arasına koyuyor. Biz gelene kadar da karları çuvallara dolduracak şekilde küme ediyor. Akşama kadar çalıştık, getirdiğimiz mangırlar birikti. Bir avuç oldu. Aldık geldik sevine sevine tam eve yaklaştığımızda baktık ki tahsildar ile birlikte mahalle muhtarı dayım. Dayım:

«İşte Abdi Ağa kar basmadan geliyor, parası var, vergisini versin!» dedi. Yanına yaklaştık, babam hiçbir şey söylemeden, dayımın kulağına eğildi:

«Yeğenlerin üç gündür ekmek yemedi, ona göre hareket et.» dedi. Dayım ise; «Ben anlamam!» dedi, kendi eliyle kuşağının arasından babamın kesesini aldı, tahsildarın önüne boşalttı. Allah ne verdiyse! Babam mosmor oldu, ne yapacağını şaşırdı. Biz de ne yapacağımızı şaşırdık, bir şey diyemedik, yürüdük eve gittik.

Anamız perişan vaziyetimizi, asılmış suratlarımızı görünce; «Ne bu hâliniz?» dedi. Babam; «İşte kardeşin böyle böyle etti» diye olan biteni anlattı. Anneciğim; «Hele öfkelenmeyin, sabredin bakalım. Allah kerim!» dedi.

Evde şıra vardı, birer bastık (pestil) yedik. Sabah oldu. Ekmek yerine birer bastık daha yedik. Bir de baktık ki kar yine yağmış;

«Ooo! Allâh’ın keremine şükür! Dün öyle olduysa bugün başka!» deyip yine iştahlandık. Akşama kadar yine kar basıp eve geldik. Bu sefer parayı tahsildara da kaptırmamıştık. Babam; «Haydi oğlum şuradan un al gel de, anneniz ekmek yapsın, bir sıcak sıcak ekmek yiyelim.» dedi.

Annem de kap olmadığı için tandırın üstündeki örtüyü çekti; ağabeyime; «Oğlum, al şunu, üstüne bakkaldan un koydur, al da gel!» dedi. Kardeşim un almaya gitti, biz de un gelecek, ne zamandan sonra sıcak ekmek yiyeceğiz diye sevinç içinde evde bekliyoruz.

Bekledik, bekledik, ağabeyim gelmiyor. Babam endişelenmeye başladı. Huzursuz bir şekilde dışarı çıktı. Ben de arkasından çıktım. Birisi dedi ki;

“Abdi Ağa, senin oğlan un getiriyormuş, karın üstüne dökmüş, onu toplayıp duruyordu.”

Babam bunu duyunca koşmaya başladı. Ben de arkasından. Ağabeyim unu getirirken, örtünün bir tarafının açılmasıyla bütün un karların, çamurların üstüne dökülüvermiş. Perişanlıktan ne yapacağını şaşırmış, çamurun, karın üstünden unu toplamaya çalışıyordu. Babamı görünce ayağa kalktı, babam o öfke ile kardeşime öyle bir tokat attı ki kardeşim neredeyse yere yıkılacaktı. Kardeşim ne desin, suçlu olduğu için bir şey söyleyemedi. Yutkundu.

Morallerimiz bir kere daha yıkılmış olarak evimize döndük. İkinci gün de akşama kadar çalışmış fakat bir sıcak ekmeğe hasret akşamlamıştık.

O tokadı yiyen ağabeyim, birkaç sene sonra, 18 yaşında askere gitti. Gidiş o gidiş… Bir daha geri dönmedi, nerede öldü, nerede kaldı belirsiz. Babam hatırladıkça; «Ah! Ben o tokadı niye attım!» diye yanar dururdu.

İşte oğlum, biz böyle yaşadık çocukluğumuzu. Sen ise topuzana değirme çevirtmemişim diye; «Böyle babalık mı olur?» diyorsun. Öyle mi?!.”

Bu ibretli, yürek burkan hikâyeyi devrimizin gençleri duysun istiyorum. Ekmek bulamayan nesillerin torunları bugün mükellef bir sofrayı beğenmeyebiliyor. İnsanoğlu elinde bulunan nimetlerin kıymetini bilmiyor.

Bu tabloları hatırlamak ve hatırlatmak lâzım ki, evlâtlarımız, babalık nasıl olurmuş, evlâtlık nasıl olurmuş öğrensinler…