Varlıklar Âlemini Bağrına Basan TOPRAK

B. Cahit ÖZDEMİR

bcahit@hotmail.com

Toprak; bütün canlıların ihtiyaç duyduğu besin maddelerini ihtiva eden ve ekolojik dengenin devamı için, yaratılan mahlûkatın devr-i dâimine imkân veren temel bir varlıktır. Onun bu hususiyetine binaen, eski âlimler onu, ateş, su ve hava ile birlikte tabiatın esas unsurlarından birisi olarak kabul etmişlerdir. Yaratılış maksadına uygun olarak muhtelif koku, tat ve lezzette; türlü renk, şekil ve evsafta; canlı ve cansız sonsuz sayıdaki nimetlere hayat veren, kucak açan bu varlığın künhüne vâkıf olabilmek, insan havsalasının kârı değildir.

İnsan, meleklerden bile üstün olabilecek istidatta ve «ahsen-i takvîm üzere» (Tîn, 4), topraktan yaratılmıştır. “İnsanın fânî vücudu, topraktan yaratıldığı için toprakla gıdalanır ve neticede toprakta yok olur. Yani aslına döner. Topraktaki bütün elementler, insan vücudunda «az-çok» mevcuttur. İnsan vücudu, aynı zamanda toprağın ayrı bir görünüşüdür. Allah Teâlâ, Âdem -aleyhisselâm-’ın bedeninin çamurunu bu topraktan yarattığı hususunda âyet-i kerîmede şöyle buyurur:

«Allah onu topraktan yarattı. Sonra da ona; ‘Ol!’ dedi ve (o da) oluverdi…» (Âl-i İmran, 59) Hadîs-i şerifte Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

«Allah Teâlâ, Âdem’i yeryüzünün her tarafından aldığı bir tutam topraktan yaratmıştır. Bu sebeple âdemoğullarının, o topraklara izâfeten bir kısmı kırmızı, bir kısmı beyaz ve siyah, bir kısmı da bu renklerin karışımındaki bir renkte; bir kısmı yumuşak, bir kısmı sert, yani muhtelif istidat, hususiyet ve karakterde dünyaya gelmiştir…» (Ebû Dâvud, Sünnet, 16) buyurmaktadır.”*

Hayatın kıyâmete kadar devamı için gerekli olan bütün nimetler; cennetten bir cüz olarak yaratılan dünyada, yer altı ve yer üstüne paylaştırılarak ikram edilmiştir. Yeryüzünün hiçbir köşesi yoktur ki, bu şükrü edâ edilemeyecek; kemiyet ve keyfiyet itibarıyla hesaba gelmeyen, havsalaya sığmayan nimetlerden mahrum olsun. Toplumlar barış içinde karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma ölçüleri ile kendilerine emanet edilen bu nimetlerden faydalanabilirlerdi. Ancak; vaadinde durmayan, fıtratın dışına taşan insanlık, barış maksatlı «kavmî» farklılıklarını (Hucurât, 13), savaşa yönlendirerek, bu servetlerin gaspı için dünyayı kan ve ateşe boğmaktadır. Kaynakların sömürülmesi, israf edilmesi, hor kullanılması gibi «emanete hıyanet» kabîlinden sebepler dolayısıyla, zenginlikler saadete çevrilememektedir; ki, zamanımızın meselesi olan dünya çapındaki felâketler de bunun tabiî bir neticesidir.

Varlıklar için bu derece esas kılınan toprak, «uzun bir sabrın tatlı meyvesi» olarak, zaman içinde kayaların erimesi ile teşekkül etmektedir. Bir santimetrelik toprak tabakasının teşekkülü için, kayanın hususiyetine göre, yüzlerce-binlerce yıla ihtiyaç vardır. «Şükrân-ı nimet» olarak, her zerresi hassasiyetle korunması gerekirken; dünyada tabiatın istismarının yol açtığı, korkunç bir toprak erozyonu (aşınması, kaybı) bahis mevzuudur. Meselâ, hemen hemen tamamı erozyona maruz bulunan ülkemizde, yıllık toprak kaybı takriben 500 milyon ton civarındadır ki, bu da Kıbrıs adasının sathı kadar bir sahaya tekabül etmektedir.

Gelişimize de, dönüşümüze de vesile kılınan toprak, hikmet nazarında ihtiva ettiği derin mânâlar dolayısıyla, insanoğlunun his dünyasını ifade eden vazgeçilmez kelimelerden biri olmuştur. Hazret-i Ali -kerremallâhu vechehû-’yu bir dost sıcaklığı ile toprak üzerinde uzanmış, onunla hemhâl olurken gören Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bu samimî münasebeti ifade sadedinde, kendisine; «Ebû Türab/Toprağın Babası» diye latîfe ederler.

Hadîs-i şerifte; “Âdemoğlunun iki vadi dolusu altını olsa üçüncüsünü ister, ancak gözünü toprak doyurur.” (Tirmizî) buyurulmuştur. Dünyevî ihtiraslarla doymak bilmez iştihalara ihtar için, «hiçlik»e telmihen; “Gözünü toprak doyursun.” denir:

Doymayan nefs, gözünü kara toprak doyursun!
Sofraya açlığı besleyenler buyursun!.. (Necip Fazıl)

Varlıklar için bu kadar muhtaç olunduğu hâlde, ayaklar altında çiğnenen toprağı, tevazu için emsal gösteren Mevlânâ -kuddise sirruh- Hazretleri, nefsi azgın bir küheylân misali olan insana, şu ikazda bulunur:

Taş yeşermez, gelmiş olsa da bahar;
Toprak ol da bak, nasıl güller açar.
Taş gibiydin, çok gönül kırdın yeter;
Toprak ol, üstünde hoş güller biter.

Edebiyatımızın zirve şahsiyetlerinden Türkmen mutasavvıf Fuzûlî, yüce Sevgili’nin ellerini öpme arzusu için topraktan medet bekler:

Dest bûsi ârzûsuyla ölürsem dûstlar,
Kûze eylen toprağım, verin anınla Yâr’e sû.

Toprağa derûnî hislerle bakan Âşık Veysel’in, onda sezdiği şefkat, dostluk, müsamaha, cömertlik… gibi derin mânâları, Kara Toprak şiirinin bir kıt’asında şöyle terennüm eder:

Karnın yardım kazmayınan belinen,
Yüzün yırttım tırnağınan elinen.
Yine beni karşıladı gülünen;
Benim sâdık yârim kara topraktır.

Bayrağın dalgalandığı; kanla sulanan; ilim, sanat ve kültür eserleriyle tescil edilip vatanlaşan toprak, milletler nezdinde, uğruna can feda edilen ayrı bir değer kazanır. İstiklâl şairimiz Mehmed Âkif, bu keyfiyeti, İstiklâl Marşı’mızda şöyle ifade ediyor:

Bastığın yerleri toprak diyerek geçme, tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı,
Sen şehîd oğlusun incitme, yazıktır atanı,
Verme, dünyâları alsan da, bu cennet vatanı.

Bu cümleden olarak; Orhan Şâik’in de, «Bu Vatan Kimin?» sorusuna verdiği cevaplardan birisi şöyledir:

İleri atılıp sellercesine,
Göğsünden vurulup tam ercesine,
Bir gül bahçesine girercesine,
Şu kara toprağa girenlerindir.

Toprağa ibretler penceresinden, derin bir idrakle bakanlardan ve oranın esrarına perde aralayanlardan birisi de, gönül sultanlarından Yûnus Emre -kuddise sirruh- Hazretleridir. O da şöyle terennüme başlar, gönül gözüyle topraktan fâş ettiği sırları; şırıldayan duru bir pınar misali rûha sükûnet veren ilâhisinde:

Hor görme toprağı, toprakta kimler yatar,
Hani bunca evliyâ, yüz bin peygamber yatar.

Hayat sahnesinde ibretler ve hikmetler sergileyen toprak, bütün mevcudâtı kucak açmış bekliyor; bağrına basmak ve emanetlerini geri almak için.

Son durak kara toprak…

Âhiret tarlasına ekilenlerin hasat edilip; safasının veya cefasının sürüleceği ebedî hayata ulaştıran. Bütün mesele; ne ekildiği ve ona göre ne hasat edileceği. Musa Efendi -kuddise sirruh- Hazretlerinin de ifade buyurdukları gibi;

“Ne mutlu yüz akı ile âhirete göçebilene.”

* Osman Nuri TOPBAŞ: Nebîler Silsilesi-1, Erkam Yay. İst. 1997, sh.: 33-34