Fetihten Bu Yana NERDEN NEREYE?!.

M. Ali EŞMELİ
seyri@yuzaki.com

İstanbul fethedilmişti.

İlk Cuma namazı büyük bir coşkuyla kılındı. Sonra Ok Meydanı’nda büyük bir fetih ve zafer alayı düzenlendi. Asker ve sivil olmak üzere yüz bin kişiye bolca ganimet dağıtıldı.

Onlar için asıl ganimet ise, hiç şüphesiz ki Peygamber müjdesine nâiliyet olmuştu. Bunun şükrü içinde şöyle hitap etti Fatih Sultan Mehmed Han:

“Şühedâya rahmet-i Rahman,

Gāzîlere şeref ve şan,

Teb’ama fahr u şükran…”

Ardından sözü, hocası Akşemseddin’e bıraktı.

O velîler güneşi…

Müslüman-Türk mührünü taşıyan İstanbul medeniyetinin mânevî mîmârı… Lokmân-ı Sânî sıfatıyla madde ve mânâda tabip olan o mübarek şahsiyet de, dünyanın en âdil pâyitahtını, nasıl bir ruh ile oluşturacaklarının ölçülerini verdi:

“Feth-i mübînimiz mübarek ola ey gāzîler! Ne saadet ki Hazret-i Peygamber’in; «Ne güzel asker!» müjdesi, sizlere; «Ne güzel kumandan!» müjdesi de padişahımıza nasip oldu.

Bu nasip dolayısıyla hepiniz inşallah afv-ı ilâhîye mazharsınız.

Şimdi size düşen, öncelikle şükretmektir. Sonra da gazâ malını/size verilen ganimetleri israf etmemektir. Yani ey gāzîler! Allâh’ın size bahşettiği nimetleri, yine O’nun yolunda hayır ve hasenâta sarf ederek (İstanbul’un maddî ve mânevî imarında) değerlendiriniz.”

Hiç şüphesiz bu yönlendirme, feth-i mübîni tamamlayan ikinci bir fetih hamlesidir. Böylece fetihten sonra bize ait olmak üzere kültürden sanata, dış yapılardan gönül yapılarına kadar her alanda başlayan imar çalışmalarıyla İstanbul, bütünüyle bizim olmuştur. Asırlar boyunca bu şehirde en çok göze çarpan da aslında budur. Yani; îmanımızın fethi, kültürümüzün fethi, sanatımızın fethi, vicdanımızın fethi, ahlâkımızın fethi, kısacası şahsiyet ve medeniyetimizin fethi…

Nitekim bu fetihlerin her biri, bir müessesinin temeli oldu. Sayısız vakıflar kuruldu. Camiler, çeşmeler, sebiller yapıldı. Eğitimin kalbini teşkil eden medreseler inşa edildi. Neticede kazandığı gerçek hüviyetiyle İstanbul, bütün şehirlerin her bakımdan tâcı hâline geldi. Bu tâcı başlara taç edenler de, insanlar arasında mümtazlık kazandı.

Zaten fetih kapılarını ilk aralayan sır da bu mümtazlık/seçkin olma sırrıydı:

Ne güzel asker!

Ne güzel kumandan!

İşte İstanbul medeniyetinin temeli ifadeler…

İşte Hazret-i Peygamber’in müjdelediği bu «ne güzel»lik vasfından doğan bir kimlik;

İstanbul beyefendisi…

İstanbul’un bütün güzel özelliklerini kendisinde barındıran yüksek karakter… Müstesnâ ve âbide bir şahsiyet…

Birinci mısraı Yahya Kemal’e, ikinci mısraı İbnülemin Mahmut Kemal İNAL’a ait olan beytin ifadesiyle:

Hezâr gıpta o devr-i kadîm efendisine,
Ne kendi kimseye benzer ne kimse kendisine…

Dünyayı kendine hayran bırakan ve nev’i şahsına münhasır olan bir yapı… O yapının özelliklerini, kendilerine düşmanca tavırlara sahip olan yabancıların bile itiraf etmekte oldukları tespitler, çok vurgulu anlatmaktadır.

Bu hususta İsmail Hâmi DANİŞMEND’in kaleme aldığı «Eski Türk Seciye ve Ahlâkı»nda yer alan yığınla misalden birkaçına bakmak kâfî:

Comte de Marsigli:

“Türkler, mâlî imkânlara sahip oldukları zaman camiler, çeşmeler, köprüler ve «han» denilen misafirhaneler yaptırmayı itiyat edinmişlerdir. Bunların masraflarının temini için de vakıflar tesis ederler. Ayrıca neslin tahsili için büyük şehirlerde medrese ve mektepler yaptırırlar. Buralarda başta dinî olmak üzre birçok ilim tedris edilir.”

Henri Mathieu:

“Türklerde eşsiz bir hazine mahiyetinde mevcut olan namus ve ahlâk anlayışını tasdik etmemek büyük bir haksızlık olur. Onlar; doğruluğu, faziletin temeli olarak kabul eden ve verdiği sözü de mukaddes bilen kimselerdir.”

M. de Thevenot:

“Ben padişahına ihanet ederek Hıristiyanlarla işbirliği içine giren hiçbir Türk’e tesadüf etmiş değilim.

Onlar, birbirleriyle vuruşup dövüşme bilmezler! Bizde sıkça rastlanan düello, onlarda âdeta bir meçhuldür. Bunun sebebi de çok sevip candan bağlı oldukları dinin, içki ve kumar gibi iki büyük kötülük ve düşmanlık menbaını men edip kurutan hâkimâne siyasetidir.

Ayrıca bu hasletleri sayesinde Türkler sıhhatli yaşarlar ve az hasta olurlar.

Öyle zannediyorum ki, Türklerin bu mükemmel sıhhatlerinin başlıca sebeplerinden biri de sık sık yıkanmaları ve yiyip içmedeki itidalleridir. Onlar, gayet az yerler. Yedikleri de, Hıristiyanlar gibi karmakarışık değildir.”

Dikkat çekicidir ki, bizde her türlü temizlik ve sıhhat ölçüleri hayatın vazgeçilmez parçası iken o sıralarda Avrupa aynı hususlarda perişan vaziyetteydi. Evlerde helâ/tuvalet yoktu. Kirli su ve idrar atıkları sokağa dökülürdü. Bunlardan korunmak için rivayete göre bir zamanlar Paris, şemsiyenin en çok kullanıldığı bir şehirdi. Diğer taraftan meşhur Louvre (Luur) sarayında bile helâ/tuvalet konulması unutulmuştu.

Doğrusu unutulmak kelimesi yanlış. Çünkü böyle bir anlayış yoktu ki! Pek çok faziletin olmadığı gibi…

Bizde ise bunlar en unutulmaz hasletlerdi.

İşte yabancıların diğer itirafları;

Avukat Guer:

“… Müslüman Türk’ün şefkati hayvanlara bile şâmildir. Bu hususta vakıflar ve ücretli şahıslar vardır.”

A. Ubucini:

“Son zamanlarda Daily News gazetesinde neşredilen mektubunda bir İngiliz seyyahının anlattığı şu menkıbeyi lütfen okuyun:

Bugün bir köylünün yük arabasını kiraladım. Sonra gece üstüne uzanmak üzere biraz kuru ot satın almak istedim. Bana refakat eden Türk, eşyalarımı başına hiç kimseyi koymadan oracıkta bıraktırdı.

Israr etmedim. O şekilde alışverişe gittim. Döndüğümde hayretler içerisinde kaldım. Her şey yerli yerindeydi.

Bu gerçekler, Londra kiliselerinin kürsülerinden bütün Hıristiyanlara duyurulmalıdır. Kimisi rüya gördüğünü sanabilir. Ama artık uykularından uyansınlar!..”

Dr. A. Brayer:

“Osmanlı’da çocuklar, yetişip kemal yaşına geldikleri zaman ana ve babalarının yanlarında bulunmakla iftihar ederler. Ana-babaları, onlar küçükken kendilerine nasıl şefkat gösterdilerse, çocuklar da aynı şekilde mukabele etmekle bahtiyar olurlar.

Oysa;

Diğer memleketlerde çok defa çocuklar olgunluk çağına girer girmez, ana ve babalarından ayrılırlar. Mâlî menfaatleri hususunda onlarla çekişe çekişe münakaşa ederler. Hattâ bazen kendileri refah içinde yaşadıkları hâlde onları sefalete yakın bir hayat içinde bırakırlar. Bunlar, ana-babalarına karşı onların kendilerine çok ihtiyaçları olduğu bir devrede âdeta yabancılaşırlar.”

Hem ifade edilmiş, hem yaşanmış bu faziletler medeniyeti etrafında İstanbul’un bir adı da, «Dersaadet / saadet kapısı» oldu. Milletimizin sıfatı ise, «Evlâd-ı fâtihân»…

Değeri kaybolmayacak maddî ve mânevî şeref madalyaları…

Biz bu madalyaları, bir bütün hâlinde asırlar boyu izzetle taşıdık. Ne yazık ki düne kadar… Bugüne maalesef tamamıyla yansıtamadık. Oysa en son müşahedeler bile göz kamaştırıcıydı. Ne diyelim. Âh!

Birer koca çınar olarak ifade edilen ve bizim insanımız olan dağ gibi şahsiyetlerin temsil ettiği dâsitânî hasletlerimiz…

O hasletler ki, kaldığı kadarıyla ve son mümessilleriyle dahî dünyalara bedeldi. İşte;

Yirminci yüzyılda her alanda cömertliği, yüksek mânevî şahsiyeti ve birçok meziyetleri etrafında tam bir İstanbul beyefendisi olan merhum Musa TOPBAŞ -kuddise sirruh- Efendi’nin önceki yıllara ait müşahede ve tespitlerinden bazıları:

“Kimse, kimse ile çekişmez, uğraşmazdı. Kimse kimseyi küçümsemez, hor görmezdi. Küçükler büyükleri sayar, büyükler de küçüklere karşı şefkatle muâmele ederlerdi. Ana-baba hukukuna son derece dikkat edilir, onlara karşı itaatte kusur edilmezdi.

Büyükler de, küçüklere karşı dikkatli olup, şımarmasınlar; istikbâlin ciddî, vakarlı ve mütevâzı insanları olsun diye onların yanında hafif hareketlerde bulunmazlardı.

Diğer taraftan o zamanlar israf, savurganlık diye bir şey yoktu. Herkes bütçesini, gelirine göre ayar ederdi. Mesuttular, müreffeh idiler.

Bugünkü şımarıklık, hazımsızlık ve yarışmanın yüzde biri bile yoktu. O günün insanları, bugünün bencillik ve hoyratlığını görselerdi, dilleri tutulur, söz edemezlerdi.” (Osman Nûri TOPBAŞ, Âbide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle Osmanlı)

O günlerle bugünler yan yana kıyas edildiğinde dile gelen ilk cümle:

Nerdeen nereye!?.

Dün anlatılanlar ile bugün gazete sayfalarını dolduran gerçekler bu suali perçinliyor:

Nerdeen nereye?!.

Ömrü milletinin derdiyle geçen M. Âkif’in ikaz edici, acı mısraları göze çarpıyor:

Donanma, ordu yürürken muzafferen ileri,
Üzengi öpmeye hasretti Garb’ın elçileri!
O ihtişâmı elinden niçin bıraktın da,
Bugün yatıp duruyorsun ayaklar altında?

Bu feryâdın ardından kulaklarda merhum Ali Ulvi KURUCU’nun beyti de çınlıyor:

Mahvoldu hayâlim bu nasıl korkulu rü’yâ?
Şaştım; neyi temsîl ediyorsun Ayasofya?!.

Nerden nereye?!.

İstanbul’un düne nazaran yaralanan tarihî dokusu yanında insanları da aynı yaradan nasibini aldı. İstanbul beyefendiliği tabiri unutulmaya başlandı. İstiklâl şairinin kederli tespitiyle bukalemun fıtratlı züppeler doldurdu ortalığı:

Sabahleyin mütefelsif, ikindi üstü fakîh;

Sular karardı mı pek yosma bir edîb-i nezih;
Yarın müverrih; öbür gün siyâsetin kurdu;
Bakarsın: Ertesi gün içtihâda pey vurdu!..
Hülâsa bukalemun fıtratında züppelerin
Elinde maskara olduk… Deyin de hükmü verin!

Öz benliğine bağlı bir duruşu bırakıp da bayağı ve karışık bir yapıda bu denli yaşananlar, o dünyanın insanı olmasına rağmen Fikret’e bile isyan ettirmiş ve devrinin yağmacı züppelerine karşı şöyle dedirtmiştir:

Yiyin efendiler yiyin; bu hân-ı iştihâ sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

M. Âkif’in feryâdı ise daha derindir:

Bu züppeler acabâ hangi cinsin efrâdı?
Kadın desen, geliyor arkasından erkek adı;
Hayır, kadın değil, erkek desen, nedir o kılık?
Demet demetken o saçlar, ne muhtasar o bıyık?
Sadâsı baykuşa benzer, hırâmı saksağana;
Hülâsa, züppe demiştim ya, artık anlasana!
Bilirsiniz, hani, insanda bir damar varmış,
Ki yüzsüz olmak için mutlakâ o çatlarmış;
Nasılsa «Rabbim utandırmasın!» duâsı alan,
Bu arsızın o damar zâten eksik alnından!..

Gönül ve akıl mutfağı berbat olan bu tiplerin, bir de okumuşluk vitrinine sığınarak millet irfanının şoförlüğüne yeltenmeleri ise olacak şey değildir:

Hâli ıslâh edecekler, diyerek kaç senedir,
Bekleyip durduğumuz züppelerin tavrı nedir?

…..

Kızımın iffeti batmakta rezîlin gözüne…
Acırım tükrüğe billâhi, tükürsem yüzüne!

Efendilikten uzak bunca adam çarpıklığı, Faruk Nafiz’in de gözünden kaçmamış. «Bilmem Kimler İçin?» başlıklı şiirinde şu vurgu pek mânidar:

Eğriyi doğru gören kimler varsa öz evlât,
Eğriye eğri diyen canlar üvey oldular.

Gidişat böyle olunca ortamda ne harmanlar savruluyor!

Bunların arasında özellikle son yıllarda abur-cubur gelişmeler merkezli bir dünya kurulmaya çalışılıyor. Ahlâkta, eğitimde, sanatta, insanlıkta, îmanda ve irfanda. Farklı kültür ve inançlar arasındaki çekişmelerde üstünlük ve ağır basma kavgaları, artık aynı görünen farklı çizgiler üzerinde duruyor. Kimsecikler farkına varmasın diye. Yanlışı kendi iticiliğiyle değil, doğrunun çekiciliğini kullanarak yedirmek gayretleri meydanda.

Geçerli akçeleri olmayan züppeler ve züppelikler; efendi olanı ve efendiliği akçe yapıyorlar. Foyaları işret-i şeytan, fakat boyaları sûret-i haktan kullanıyorlar. Şiirin diliyle:

Öyle şeyler türüyor sûret-i haktan boyası,
Dış değil, iç yüze bak, işret-i şeytan foyası… (Seyrî)

Günümüzde bu rezâletin artık bir-iki değil bin bir örneği var.

En tazesi de;

«99 Süper Kahraman» olarak İslâm dünyasına yedirilmeye, yutturulup tutturulmaya çalışılan bulanık bir çizgi roman.

Batının batık ve saçma mitoloji tiplerine paralel olduğu kadar, İslâm şahsiyetinin de inanç ve karakter itibarıyla rûhuna aykırı düşen bir mantıkla;

Allâh’ın 99 sıfatının her birini -sözüm ona- temsil eden tipler tasarlanmış. 50’si kadın, 49’u erkek. Her türlü şekilden münezzeh olan Cenâb-ı Hakk’ın, -hâşâ- Fettah ismi Toro Rıdvan; Habir ismi İnternet Amira. Nur ismi de, foto-manken tipinde bir genç kız! Hatta Dar ismi, bir kâfir. Cabbar ve emsali diğer tipler de kaba ve yabancı, yani İslâm dışı dünyanın görüntüleri içinde. Fikir babası da Arap medyasından: Naif el-MUTAWA.

Bu işte gerek yazı gerek teknik ekip itibarıyla yer alan isimlerin hemen tamamı da yabancı. Newsweek dergisinin; “Bu çizgi roman, Müslüman gençleri kötülüklerden uzak tutuyor.” demesi ise hangi muhatap kitleye nasıl bir telkin yapıldığını gösteriyor.

“Kötülükten uzak durmak için al oku!” reklâmı ardında Allâh’ın isimlerini İslâm dışı ölçülerle ve İslâmî olmayan şekiller içinde şuuraltına işlemek fikri çok açık. Çizgilerde putperest Hıristiyancı kültürün hiç de saf olmayan bakış açısı ağırlıkta.

Dünden bugüne;

Dış dünyanın bize yabancı ve uzak insanları, böyle teşebbüslere her zaman yeltenmişlerdir. Fakat işin garibi, bu hurafeci bozuk mantığın mikroplu, virüslü ve sakat çizgilerinin, bir gazetede «99 Süper Kahraman» başlığıyla ve tavsiye edici bir üslûpla Müslüman okuyuculara sunulması…

Allâh’ın;

Sübhân/her türlü noksanlık ve tasvirden münezzeh ve her türlü mükemmellikle muttasıf olduğu ve müteâl/akıl ve idrak ötesi olduğu nasıl göz ardı edilebilir? Onun sıfatlarının tecellîsi tarzında bir yaklaşıma sığınılsa da mümkün değil. Çünkü ortaya konulan malzeme, muharref dinlerin antropomorfik yapısına paralel.

Unutmamalı ki tarihte;

Roma imparatorluğu, gerçek Hıristiyanlığı değil, onun içine soktuğu kendi putperestliğini kabul ederek Hıristiyan olmuştur.

Bu ifadeler bazılarına yüksek perdeden veya mübalâğalı bir tepki olarak görünebilir. Ancak Hıristiyanlığa karşı yapılan tevhîdin özünden koparıcı yaklaşımın bin bir türlüsünün İslâm dünyasına da uygulanmaya çalışıldığını, hattâ yer yer bunun içimizde de pek çok mihrakta yansımalarının mevcut olduğunu kimse inkâr edemez.

Uzun zamandan beri ve ısrarlı bir şekilde biz olmayan şeyler, sapık ve bozuk inanışların yapı ve foyaları, bizim mukaddes malzemelerimize boyanarak hem de îman ve tevhid medeniyetimizin içine sokulmaya gayret edilmekte.

Ama garezkâr, ama mâsumâne…

Hiç fark etmiyor.

Nelere şahit olmuyoruz ki!

Geçen ay kutlu doğumunu idrak ettiğimiz Hazret-i Peygamber sevgisinde bile akıl almaz bir cür’etle ne kadar karıştırmalar ve bulaştırmalar oldu maalesef. Hele O’nun mübarek adını gazino ve pavyon havasından ibaret olan ve hiç kabul edilemez müzikler eşliğinde peçete gibi kullanıp rûh-i Rasûlullâh’ı rencide etmek…

Olacak şey değil!

Billur gibi zemzem, leş gibi tuvalet tasında ikram edilir mi?

Kimisi diyor ki:

Canım sanat adına olamaz mı?

Olamaz deyip de sormak lâzım:

Hazret-i Peygamber’in ömrü boyunca uzak durduğu bin bir tuzaklara O’nun sevgisini ve adını yem yapmanın neresi sanat? Bir de bu meyanda iyi niyeti, kötü bir tavrın sabunu olarak kullanmanın neresi sanat?

Her şeyden önce bilinmeli ki;

Sanat adına denilen şey, îman adına olanı hiçe saydığı an tamamen sakatlanır. Böyle bir sakatlık, kabalık, nezaketsizlik ve densizlikten de asla güzel bir sanat meydana gelmez. Buna rağmen îmana ters de olsa kötülük de bir sanattır diyenlere, diyeceğim hiçbir şey yok.

İtirazım ise her zaman var.

Asıl itirazım da;

Doğruyu savunması gerekenlerin yanlışı terk etmek bir tarafa onu savunur hâle gelmeleri. İnsan sormadan edemiyor:

Nerden nereye?!.

Dünyada yanlışlar sosyal belirleyicilik noktasında ağırlık tepkiyi elde tuttuğu için, doğrular kan kaybediyor.

Bu sebeple;

Ruhlarda tekrar bir fetih aşısına ihtiyaç var.

Fetihle birlikte sanattan hayata, mimarîden mûsıkîye, insandan eşyaya kadar her alanda bir faziletler medeniyeti kuran ve bunun temsilcisi olarak İstanbul beyefendiliği ve hanımefendiliğini doğuran özbeöz mayaya ihtiyaç var.

Fatih’in âdil duruşuna, Akşemseddin’in gönül vuruşuna ihtiyaç var.

Yavuz’un, onu «Hâdimü’l-Haremeyni’ş-Şerîfeyn» eden gayret ve şecaatine; Barbaros’un, İslâm dünyasının bütünlüğü için ferdî saltanatından kaptân-ı deryâlığa feragatine ihtiyaç var.

Fuzûlî’nin, Hazret-i Peygamber’i duyuşuna; Ebussuud’un, ilim ve irfanda gerçek sultana gönülden uyuşuna ihtiyaç var.

Sinan’ın sanattaki ince nakışına, aşkını özler özünden alan gözlerin yüce bakışına ve hayatın biz olarak akışına ihtiyaç var.

O zaman nerden nereye düşüşümüz değil, nereden nerelere çıkışımız konuşulur.

Tıpkı dünkü gibi…

İstanbul’u fethettiğimiz ve Hazret-i Peygamber’in müjdesine kavuştuğumuz günkü gibi…

O zaman daha bir başka okuruz:

Sana dün bir tepeden baktım azîz İstanbul,
Görmedim; gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer.
Ömrüm oldukça gönül tahtıma keyfince kurul,
Sâde bir semtini sevmek bile bir ömre değer.

Çünkü İstanbul;

Fetihle birlikte bizden aldığı ruh ile bütün bir vatanda milletçe ömrün nefesi durumundadır.

O;

Topkapı’sıyla, Süleymaniye’siyle ve Sultanahmet’iyle sanat ve îman dolu bir ömrün nefesidir. Eyüb Sultan, Yahya Efendi ve Aziz Mahmud Hüdâyî’siyle mânevî şahsiyetimizi oluşturan bir ömrün nefesidir. Eşsiz bir ilâhî zarafetle yedi tepe üstünde müheyyâ ve en nadide minarelerin şahadet ettiği yegâne güzelliğe âmâde bir ömrün nefesidir. İki dünyaya açılmış pencerelerin Cibril kanatlı ilhamlarını ebediyetle besleyen ve sonsuzluğa yönelişi her gün Karacaahmet’le birlikte hatırlatan bir ömrün nefesidir.

Daha nice bir ömrün nefesi O…

O’nda maddî ve mânevî sayısız ve sonsuz nefeslerle hayatın kıymetini bilmeli:

Rûhu tatmîn edemez câna tuzak ten kafesi,
Çünkü bülbül bile olsan yine boğmakta sesi.
İşliyor böyle kader köprüsü nerden nereye?!.
Anla ey yolcu yaşarken nedir ömrün nefesi?
(Seyrî)