Anadolu Havzasına Hikmet Mayalayan NASREDDİN HOCA

H. Kübra ERGİN
hkubraergin@hotmail.com

Bir toprak parçasının vatan olmasında en büyük pay, herhâlde o toprak üzerinde yetişen söz ehlinin olsa gerek. Meselâ üzerinde yaşadığımız şu toprakların Türk yurdu olmasında bu topraklarda Türkçe konuşan, şiir yazan, lâtîfeler ve nükteler yapanların önemi inkâr edilebilir mi?

Memleketimizin ortak değerlerinden, birleştirici unsurlarından en önemlileri de hiç şüphesiz bu söz ustalarıdır. Nasreddin Hoca’nın fıkralarına her kesimden insanımız tebessüm eder. Onun nüktelerini hatırlatan bir konuyu başka bir memleketin dergisinde karikatür şeklinde görecek olsa; «Aaa, bunu bizim Nasreddin Hocamızdan almışlar!» demekten kendini alamaz.1 Çünkü o bizim Nasreddin Hocamızdır, hepimizin hocası…

Nasreddin Hoca, Balkan-lar’dan Ortadoğu ve Orta Asya’ya kadar geniş bir coğrafya için; «Bizim Nasreddin Hocamız»dır. Bazı yerlerde adı değişse bile, şekli-şemâili pek değişmez, her yerde Hoca, aykırı konuşmayı seven, akl-ı selîmi kuvvetli, neşeli ve babacan bir tiptir.

Türkçemizde deyim hâline gelmiş; «Ye kürküm ye!», «ipe un sermek», «bindiği dalı kesmek», «kazın ayağı», «kuşa benzemek» gibi vurucu söz kalıpları, hep onun fıkralarına atıftan doğmuş ve Türkçenin ifade imkânlarını zenginleştirmiştir.2

Nasreddin Hoca’nın yaşadığı dönem göz önüne alınırsa, onun kültürümüze yaptığı katkıların değeri daha iyi anlaşılır. Onun 1208 yılında doğduğu kabul edildiğine göre yaşadığı dönemde henüz bu topraklarda medeniyetimizin filizlenme dönemini yaşadığı anlaşılır. Nitekim birçok fıkrasında, İslâmî değerlerin toplumda o çağda henüz yeterince kökleşmediğine işaretler vardır.

Meselâ, Hoca bir gün Akşehir’e gider, orada halkın Ramazan hilâlini görmek için toplandıklarına şahit olur. Bu duruma mizahî bir dille şöyle yorum getirir:

“Siz burada incecik bir hilâli görmek için mi bekleşiyorsunuz? Hâlbuki bizim orada bunun kocaman tekerlek gibisi var ama kimse aldırış etmez!”

Hikâyede aslında Hoca, memleketi Sivrihisar’da Müslüman nüfusun az olduğunu, bu yüzden Ramazan’ın gelişi gibi güzel bir hâdisenin yeterince heyecan uyandırmadığına eseflenmekte, fakat bunu nükteli bir şekilde dile getirmektedir.

Gerçekten de onun yaşadığı çağ, dervişânın birçok zorluklarla mücadele ederek fedakârlıkla hizmet ettiği ve Anadolu’ya İslâm mayasını yeni yeni çaldığı bir dönemdir. Nitekim bu zorlu işi Nasreddin Hoca, göle maya çalmaya benzetmektedir. Bir yanda İslâm ahlâkından habersiz yerli Hıristiyan halk, bir yanda göçle gelen, anlayışı zayıf, kaba-saba göçebeler… Belki bunlar arasındaki tezatlar, anlaşmazlıklar, değerlerin kökten farklılığı… Böyle bir halka vaaz etmek, etkileyici ve ikna edici söz söylemek kolay mı?

Hoca bu zor işi, çarpıcı olduğu için akılda kalan, tuhaflığıyla aklı şaşırtan, kısa ama mânidar nüktelerle başarmaya çalışır. Meselâ çıkar kürsüye, başlar sanki başından geçen bir olayı anlatıyormuş gibi, temsilî bir hikâyecik anlatmaya:

“A komşular,” der, “bu sabah ne oldu biliyor musunuz?”

Cemaat meraklanır, ne de olsa halk tabakası ilimden, hükümlerden, ciddî meselelerden ziyade hâdiseler ve dedikodulardan hoşlanır, onları dinlemekten haz alır. Hoca bu sebeple nasihatlerini mesel ve hikâye metoduyla etkili hale getirir.

“Bu sabah bizim oğlanın eline bir testi verdim, çeşmeden su getirmeye gönderdim. Oğlan tam kapıdan çıkarken geri çağırdım, ensesine bir tokat atıp; «Aman, sakın ha testiyi kırma, emi!» dedim.” der.

Cemaat bunu duyunca dayanamaz:

“Yahu Hocam, henüz testiyi kırmadan niye dövüyorsun yavrucağızı?!.”

Hoca cevap verir:

“Testiyi kırdıktan sonra vurmak neye yarar!”

Hoca; böyle, garip görünüşlü bir mantıkla, kendisinin zor görevine dikkat çekerek demek istemektedir ki;

“Siz benim öğütlerime önem vermiyorsunuz ama ben size geri dönüşü olmayan bir yol için hatırlatma yapıyorum. Öbür dünyaya gittikten sonra geri dönme imkânınız olmayacak; çünkü artık beden testiniz kırılmış, rûhunuz bu dünyadan uçmuş olacak. İşte size o gün gelmeden önce tokat atıyor, uyarıyorum…”

Hocanın bu mânâyı böyle bir fıkrayla anlatması hem akılda kalmasına ve çağları aşıp bugüne kadar ulaşmasına yaramıştır, hem de onun fıkrasından herkesin kendi nasibince farklı mânâlar çıkarmasına… Meselâ aynı fıkradan çıkarılabilecek başka bir hisse de şudur:

“Bu dünyada başa gelen bazı felâketler, ömrümüz elimizden çıkmadan evvel gelen uyarı tokatları olabilir. Bunlardan ibret almalı, asıl felâkete uğramamak için tedbirimizi almalıyız.”

Nasreddin Hoca’nın fıkralarının derin mânâlara işaret ettiğine dair birçok görüş günümüze ulaşmıştır. Birçok mütefekkirimize göre Mevlânâ’nın tasavvuf eğitiminde mûsıkî ne ise, Nasreddin Hoca’nın irşadında mizah odur. Onun mizahı, dinî, edebî ve ahlâkî mesajlar içerir.3

Bunun yanında Mevlânâ’nın torunlarından Burhaneddin Çelebi (1814-1897) ve İsmail Emre’nin Nasreddin Hoca fıkraları üzerine yaptıkları tasavvufî şerhler de meşhurdur.4 Bu şerhlerde Nasreddin Hoca’nın fıkraları tasavvufî eserlerde kullanılan sembollerden istifade ile açıklanır. Meselâ Nasreddin Hoca’nın eşeği, nefsin bir sembolüdür. Nefis; rûhun bineği olduğu gibi, eşek de insanın bineğidir, ancak bir binek olarak eşek düşük kaliteli bir vasıtadır. Çünkü inatçılığı, tembelliği ve zevkine düşkünlüğü ile sahibini zorlar. Tasavvuf yolunun başındaki nefs-i emmârenin durumu da bunun gibidir.

Nasreddin Hoca’nın eşeğine ters binmesi, nefsiyle kendisi arasındaki tezadı pek güzel anlatır. Nefsin yönüyle rûhun yönü birbirine hiçbir zaman uymaz. Hoca, bu sebeple eşeğin yönüne uymaz, ona ters binerek, onu kendisine uydurmaya çalışacağını, gerekirse onun tersine gideceğini anlatır.

“–Hocam neden eşeğe ters bindin?” diye soranlara;

“–Ben niye ters bineyim. Benim yönüm doğru. Bak Akşehir bu tarafta. Asıl eşeğin yönü ters!” diye cevap vermesi de bunu anlatır.

Hocanın birçok fıkrası bu remizden istifade ile açıklanabilir. Meselâ eşeğin kokladığı tersleri toplayıp yem torbasına doldurması, eşek yemek istemeyince:

“Ne diye yemiyorsun, sen kokladın ben de topladım!” demesi, nefsin aşağılık dünya heveslerine ve haramlara olan iştihasına dikkat çekmektedir.

Hoca; nefisle mücadele etmenin güçlüğüne, onun yokluğu kabul etmeye nasıl da direndiğine şu fıkrasıyla dikkat çeker:

Hikâyeye göre Hoca, eşeğini ödünç isteyen komşusuna:

“Eşek evde yok.” der, ancak bu sırada ahırdaki eşek anırmaya başlar. Hoca her ne kadar:

“Bana mı inanıyorsun, eşeğe mi?” dese de, komşu ikna olmayacaktır. Bunun gibi, nefis kolay kolay yokluğu kabul etmez, her fırsatta varlığını ortaya koymaya can atar. Bu merakından dolayı sırtına ne kadar yük vurulacak olsa da yokluğa râzı olmaz bir türlü!..

Hocanın, tasavvufî hikmetleri fıkra ile anlattığı görüşü, hem yaşadığı döneme hem hayat hikâyesine uygundur. Onun yaşadığı çağ, tasavvufun altın çağı diye bilinen XIII. yüzyıl başlarıdır. Ayrıca Sivrihisar Müftüsü Hasan Efendi’nin «Mecmûa-yı Maârif» adlı eserinden öğrendiğimize göre Hoca, Mutasavvıf Seyyid Muhammed Hayrânî’nin talebesi olmak için onun arkasından Akşehir’e gitmiş samimî bir gönül ehlidir.5

Onun hayatında ve fıkralarında tasavvufî dünya görüşünün izleri oldukça belirgindir. Kendisi gibi ilim sahibi olan pek çok kişinin aksine resmî vazifeler peşinde koşmamış, halkın arasında yaşayarak, basit işlerle geçimini temin yolunu seçmiştir. Bunun yanında fıkralarından; nükteleriyle devrinin rüşvetçi kadılarını, riyakâr ve dalkavuk şahsiyetlerini çekinmeden iğnelediği anlaşılmaktadır. Özü-sözü doğru, samimî bir din adamı olan Hoca, halk arasında çok sevilmiş hattâ evliya olarak görülmüştür. Akşehir halkının Hoca’ya karşı, onun türbesinin toprağını gözüne sürme olarak çekecek kadar büyük bir hürmeti vardır.6

Tazarrû-nâme sahibi Sinan Paşa’nın babası, Fatih döneminin meşhur âlimi, ilk İstanbul kadısı Hızır Bey’in Nasreddin Hoca’nın torunu olduğu kaydı göz önünde bulundurulduğunda, hikmetli nükteleriyle Hoca’nın, İstanbul kültürüne de temelden katkıda bulunmuş olduğu anlaşılır.7

Nasreddin Hoca, vaazlarını misaller ve nüktelerle süsleyerek dinlettiren hoş sohbet vaizlerin ve açık sözlü, yürekli âlimlerin önemli bir temsilcisi olarak, her zaman gönüllerimizde yaşamaktadır.

1 Bir Fransız dergisinde görülen karikatür üzerine: Feyzi HALICI, Şair Burhaneddin’in Nasreddin Hoca’nın Fıkralarını Şerh eden Eseri,
Ankara 1994.
2 A. Kabacalı, Bütün Yönleriyle Nasreddin Hoca, İstanbul 2000, s. 59.
3 Abdurrahman GÜZEL, Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı, Ankara 2000.
4 Burhaneddin Çelebi (Yay. Haz. Fikret TÜRKMEN), Letâif-i Nasreddin Hoca, Ankara 1989; İsmail GÜLEÇ, «İsmail Emre ve Nasreddin Hoca’nın Fıkralarına Farklı Bir Yaklaşım», Yedi İklim Edebiyat, Kültür, Sanat Aylık Dergi, 138-9 (Eylül-Ekim 2001), İstanbul 2001 s. 99
5 İbrahim Hakkı KONYALI, Akşehir, İstanbul 1945, s. 731-732.
6 M. Fuat KÖPRÜLÜ, Nasrettin Hoca, s. 23.
7 M. Sait YAZICIOĞLU, Hızır Bey, Kültür Bakanlığı Yayınları 1987 Ankara, s. 1